Bakara Sûre-i Celîlesi (8-10. âyetler)

Bakara Sûre-i Celîlesi (8-10. âyetler)

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ۝يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ۝فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve mü’minleri aldatırlar. Hâlbuki onlar sadece kendilerini aldatıyorlar ama bunun farkında değiller. (Aslında) onların kalblerinde bir hastalık var. Allah da onların hastalığını artırdıkça artırmakta. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elim bir azap vardır.”

Önce de temas edildiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de taksime tâbi tutulan sınıfların üçüncüsünü, diğer bir yönüyle de, iki sınıfa ayırdığımız kâfirler gürûhunun ikinci kısmını münafıklar teşkil etmektedir. Onların şahsî hâllerini ve ruhî hayatlarını ele alarak ifade edip küfürdeki ilk mübaşeretlerini, Cenab-ı Hakk’ın, kalblerinde maraz bulunduğu hükmünü vermesinin tafsilini anlatan münafıklarla alâkalı on üç âyetten bu ilk üç âyet, onların umumi durumlarını bir istiare-i temsiliye suretinde anlatmaktadır. Diğer âyetler ise, ileride izahı yapılacağı üzere, münafıkların toplum hayatında kavlî, fiilî ve kalbî çeşitli tavırlarını, duygu ve düşüncelerini tercüme edip dile getirmektedir.

Evet, bu âyetlerde kâfirlerden daha ziyade münafıklar üzerinde durulmaktadır ki, bunun da başlıca sebepleri maddeler hâlinde şu şekilde sıralanabilir:

1. Yukarıda da ifade edildiği gibi kâfir hakkında Cenab-ı Hakk’ın hükmü belli olup mü’minler bu zümreye karşı uyarıldıktan sonra, tavırları açık ve net olmayan münafıklara geçilmiştir. Münafıklar, Kur’ân-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi, iki taraf arasında gel-git yapmaları[1] ve bazen Müslümanlara yaklaşmaları bazen de yandaşlarıyla beraber olmaları itibarıyla sabit bir çizgileri olmadığından, bunların umumi ahvâl ve ahlâkını gösterme adına Kur’ân-ı Kerim gayet veciz bir şekilde ruh portrelerini ortaya koyarak onlar karşısında mü’minleri dikkatli olmaya çağırmaktadır. Dikkat edilecek olursa küfürle iman arasında pek çok mertebe bulunması ve münafığın bu mertebeler arasında sürekli mekik dokuması, öyle karışık bir hâlet-i ruhiyenin ifadesidir ki, bunu bir tabloda bütün hatlarıyla resmetmek çok zordur. Bunların bu oynak ruh hâllerini anlatmak için belki de bir cilt eser yazmak gerekecektir. Ancak Kur’ân-ı Kerim, koca bir cilt eserle anlatılabilecek bu meseleyi kâfirlere nispeten biraz uzunca olsa da beş-on âyetle gayet veciz bir şekilde anlatmaktadır.

2. Münafıklardan gelecek şer, kâfirlere nispeten daha gizli, dolayısıyla da onlar daha tehlikelidirler.

3. Kıyamete kadar insanlık içinde bu türden, vicdanları tefessüh etmiş ve nifaka kilitlenmiş kimseler hemen her zaman bulunacağından, mü’minlerin bu tür tembihlere ihtiyaçlarının olacağı açıktır. İşte bu sebepledir ki âyetler, mü’minlerin münafıklara karşı uyanık olmalarını tembih için onlara ezelî bir ders vermektedir.

Kur’ân-ı Kerim, açıktan açığa mütecaviz ve saldırgan kâfirlere karşı cihad etmeyi ve Müslümanlara karşı savaşanları öldürmeyi emrettiği hâlde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), münafıkların kâfirlerden daha tehlikeli bulunmalarına, onlar hakkında pek çok âyet nâzil olmasına, hatta kendisi de bizzat onları tanımasına rağmen onlara karşı umumi olarak öldürme işine asla teşebbüste bulunmamıştır. Nitekim Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh), hususiyle münafıkların elebaşı olan Abdullah İbn Übey İbn Selûl’ün öldürülmesine ve emsali hakkında bir kısım kararlar isdar edilmesine dair taleplerine cevap olarak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahih hadiste şöyle buyururlar: “‘Muhammed, ashabını öldürtüyor.’ dedirtmek istemem.”[2] Diğer bir husus da, münafıklar dış görünüşleri itibarıyla Müslüman olduklarından diğer Arap kabilelerini, onların Müslüman olmayıp kâfir olduklarına ikna etmek mümkün değildir. Binaenaleyh İslâm’ın bir esası olan “zâhire göre hükmetme” prensibiyle hareket edilerek, münafıkların içleri dışlarını yalanladığı hâlde zâhirî olarak Müslüman göründüklerinden onlara ilişilmemiştir.

Âyet-i kerimedeki وَمِنَ النَّاسِ “İnsanlardan bir kısmı” ifadesi, münafıkların mahdut sayıda olduklarına işaret etmektedir. Hatta bazı yorumcular, burada ahd ile anlatılan münafıkların, Tebük seferinde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) suikast teşebbüsünde bulunan, Allah Resûlü’nün de Hazreti Huzeyfe’ye isimlerini bildirdiği 14 kişiden ibaret olduğunu söylemişlerdir. Kanaat-i âcizanemce bu ifadeyle umumi mânâda bütün münafıkların anlatılmış olması daha uygun gibi görünmektedir. Zira Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildiği ve Hazreti Huzeyfe’ye bildirdiği münafıklar 14 kişi miydi, yoksa daha fazla mıydı, bu konu çok su götürür bir husustur. Nitekim Cenab-ı Hak, münafıklarla alâkalı bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:

وَمِمَّنْ حَوْلَكُمْ مِنَ الْأَعْرَابِ مُنَافِقُونَ وَمِنْ أَهْلِ الْمَدِينَةِ مَرَدُوا عَلَى النِّفَاقِ لَا تَعْلَمُهُمْ نَحْنُ نَعْلَمُهُمْ سَنُعَذِّبُهُمْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ يُرَدُّونَ إِلٰى عَذَابٍ عَظِيمٍ
“Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahalisinden öyle münafıklar vardır ki, onlar nifak işinde fevkalâde mahirdirler. Pek sinsi hareket ettikleri için Sen onları bilemezsin, ama Biz onları pek iyi biliriz.. ve onları çifte cezaya çarpacağız. Sonra da azabın daha müthişine itileceklerdir.” (Tevbe sûresi, 9/101)

Bir başka âyet-i kerimede de,

وَلَوْ نَشَۤاءُ لَأَرَيْنَاكَهُمْ فَلَعَرَفْتَهُمْ بِسِيمَاهُمْ
“Eğer dileseydik onları Sana tek tek gösterirdik, Sen de onları alâmetlerinden tanırdın.” (Muhammed sûresi, 47/30)

buyrulmaktadır.

لَوْ edatının ifade ettiği mânâdan hareketle, “Eğer dileseydik onları Sana gösterirdik, Sen de onları tanırdın.” ifadesinden, Cenab-ı Hakk’ın münafıkların hepsini Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildirmediği ve Nebiler Serveri’nin de onları tanımadığı anlaşılmaktadır. Evet, Allah Resûlü’nün münafıklardan bildikleri olduğu gibi bilmedikleri de vardı. Herhâlde Cenab-ı Hak, onların en şerlilerini Efendimiz’e bildirmişti. Allahu a’lemu bissavâb.

[1] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/143.
[2] Buhârî, tefsîru sûre (63) 5, 7; Müslim, birr 63.