Düşünce ve Aksiyon İnsanı
Düşünce ve aksiyon insanı; hareket eden, plânlayan, dünyaya yeniden nizam verme hafakanlarıyla oturup kalkan, asırlardan beri yıka geldiğimiz ruh ve mânâ heykellerimizi yeniden ikame etme hareketini temsil eden, târihî değerlerimizi bir kere daha yorumlayan; hareketten düşünceye, düşünceden harekete irade ve mantık mekiğini rahat kullanmasını bilen ve kendi ruh ve mânâ kanaviçelerimize göre bize yeni yeni dantelalar ören bir hamle insanıdır.
O, duygudan düşünceye, ondan da pratik hayatın hemen her faslına uzanan çizgide, hep nizam soluklar; yapma ve inşâ etme duygusuyla oturur-kalkar. O, maddî güç ve kuvvetini kullanarak ülkeler fethetme, zaferden zafere koşma yerine, ruh erkân-ı harplerini, düşünce mimar ve fikir işçilerini yetiştiren, çevresine her zaman imâr ve inşâ düşüncesi üfleyen, çıraklarına harabeleri ma'mûr etme yollarını gösteren ledünnî bir Hak eridir. İradesini, sonsuz meşîetle birleştirebilmiş, fakrını gınâ, aczini de aynı kudret haline getirebilmiş, şevk ü şükürle coşkun bir Hakk eri... O, bu güç kaynaklarını yerinde ve sahibine vefâ hissiyle kullanabildiği sürece, kat'iyen yenilmez; yenildi zannedildiği yerlerde bile farklı bir zafer tabyasının başında olduğu görülür.
Düşünce ve aksiyon insanı, bazen vefâlı bir vatan evlâdı, bazen düşünce buudlu bir hareket insanı, bazen bir ilim âşığı, bazen dâhi bir sanatkâr, bazen bir devlet adamı, bazen de bunların hepsidir. Son dönem itibarıyla, bunların bazılarına misâl teşkil edecek bir hayli düşünce ve aksiyon adamından bahsedilebilir. Bunlardan kimileri, düşünceleri aksiyonlarının önünde, kimilerinde aksiyon ve düşünce atbaşı, kimileri de düşünceleri meknî birer hareket adamıdır.
Filibeli Ahmed Hilmi'den Mustafa Sabri Bey'e, Ferit Kam'dan Muhammed Hamdi Yazır'a, Bedîüzzaman Hazretlerinden Süleyman Efendiye, Mehmet Âkif'ten Necip Fazıl'a uzanan çizgide bir hayli nûrefşan simâdan söz etmek mümkündür. Ne var ki, bunca mübarek ismin doğum ve vefat tarihlerini vermek bile, bu yazının çerçevesini aşacağından, biz, şimdilik sadece bu hakikat kahramanlarının adreslerine işaret edip geçeceğiz.
Filibeli Ahmed Hilmi: Bulgaristan'ın Filibe şehrinde doğmuş bir sefir çocuğu.. maârifle ve çağıyla tanışması Galatasaray Sultanîsi'nde başlıyor.. sonra, İzmir'de ikamet.. Beyrut'ta memuriyet.. bu arada Jön Türklerle temas ve bu yüzden Fîzan'a nefiy... Ve Meşrûtiyeti müteakip İstanbul'a avdet.. derken 'İttihad-ı İslâm' düşüncesi bayraktarlığı.. ve bu düşünceye tercüman olabilecek aynı isimdeki gazetenin çıkarılması.. ardından, günlük Hikmet gazetesi ve bu gazetede İttihad ve Terakki Cemiyetiyle savaşı.. arkasından başka gazeteler, başka mecmualar.. ve bir ara, Dârulfünûnda felsefe muallimliği.. derken, genç sayılabilecek bir yaşta muhtemelen ebedî hasımları masonlar tarafından zehirlenerek öldürülmesi...
Hayatına kuşbakışı bir göz attığımız bu müstesna düşünce ve aksiyon adamı, arkada bıraktığı onca eserleriyle üzerinde akademisyenlerin araştırmalarını bekliyor.
Ferit Kam: İstanbul'un irfan hayatına çok erken uyanmış bu nâdide düşünce, zevk ve beyan insanının hayat-ı sergüzeştîsi de şöyle: Fransızca muallimliği.. felsefe merakı.. bu merakla gelen muvakkat bunalım.. ilâhî inâyetin kolları arasında tasavvufa sığınma.. yeniden duygu ve düşünce istikameti.. ardından 'Sırât-ı Müstakîm' ve 'Sebîlürreşad' mecmualarında duygularını neşretme.. bir ara, Dârulfünûn ve Süleymâniye Medreselerinde müderrislik.. Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiyeye intisâp.. arkasından aziller, vazifeye iâdeler.. ardı arkası kesilmeyen çileler, mahrumiyetler.. nihayet her düşünür ve aksiyon adamı gibi, yürüyüp Rabbine ulaşacağı âna kadar ukbâ buudlu rengârenk bir hayat.. bu mübeccel hayatı koca bir mücellitle anlatmak bile mümkün değildir. Hakkında söylenip-yazılanlar esas alınarak, asrın bu aydın simâsı da varidât enginlikleriyle mutlaka günümüzün nesillerine anlatılmalıdır.
Mustafa Sabri Bey: Bu tertemiz Anadolu evlâdı, tam mânâsıyla bir mücadele insanıdır. Müderrislikten saray kütüphâneciliğine, milletvekilliğinden 'Benıânü'l-Hakk' başyazarlığına, ondan da Hürriyet ve Îtilâf Fırkası üyeliğine; mâlum Bâbıalî Baskınıyla ülkesini terk edeceği âna kadar hep bir aksiyon ve mücadele insanı olarak görürüz bu Osmanlı şeyhülislâmını. Yurt içinde havalar sertleşince, başka bir İslâm ülkesinde hizmet vermeyi deneyen, fırsat bulunca yeniden yurduna dönüp, mücadelesini burada sürdüren bu hareket insanı, imkân yakalayınca, 'Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye' âzâlığı ve 'Şeyhülislâm'lık mansıbıyla bir kere daha ülkesini hizmetle kucaklar ve 1922 yılında son kez Türkiye'den ayrılır; Romanya, İskeçe derken Mısır'a gider ve 1954 yılında vefat edeceği âna kadar ömrünü kızıl kıyâmet bir mücadele içinde geçirir. Bir hayli çileli ve çokça inişli-çıkışlı bir hayat yaşayan bu vatan evlâdının da mübarek hayatları birkaç doktoraya esas teşkil edecek kadar zengindir.
Babanzâde Ahmed Nâim: Bağdat doğumlu ve bir paşazâde.. emsâli gibi İstanbul maârifiyle beslendi.. duygu ve düşünce dünyası itibarıyla engin ve zengin bu ufuk insan, Galatasaray Sultanîsi.. Mülkiye Mektebi.. ardından Hâriciye Nezâreti Tercüme Kaleminde memuriyet.. Maarif Nezâreti Tedrisât Müdürlüğü.. arkasından Tercüme Dâiresi âzâlığı.. Dârulfünûn edebiyat Fakültesi müderrisliği.. ve muvakkat bir rektörlük, onun sergüzeşt-i hayatı içinden sadece bazı kesitler.
Ahmed Nâim de, son dönem Türk toplumunu, fikren ve rûhen besleyen önemli kaynaklardan biridir.. ve ilim, irfan hayatımız adına gelecek nesillere dünya kadar mîras bırakmıştır.
Mehmet Âkif: Her türlü tariften vâreste bu samimî ve hasbî vatan evlâdı için şimdiye kadar cilt cilt eserler yazıldı. Üzerinde bir hayli yorumlar yapıldı ve pek çok şey söylendi. Zannediyorum, bundan sonra da, îmanı, aşkı, heyecanı, aksiyonu, dâvâsı ve düşüncesiyle alâkalı daha dünya kadar şey yazılıp-söylenecektir. O, yaşadığı dönem itibarıyla Anadolu, Rumeli ve Arabistan'ı dolaşan ender Türk aydınlarından biridir.. ve uğradığı her yerde şanlı fakat talisiz bir milletin. hicran dolu sesi olmuş, soluğu olmuş inlemiş ve çevresinde ürpertiler meydana getirmiştir. Az insan vardır o ölçüde çizgisini koruyan. Baytarlığından müfettişliğine, Dâıulfünûn edebiyat müderrisliğinden 'Sırât-ı Müstakîm' kadrosu içindeki hizmetlerine, ondan da 'Dârul'l-Hikmeti'l-İslâmiye'deki vazifesine, Millî Mücadele yıllarındaki hitâbelerine kadar hep samîmî olmuş, hep vefâlı davranmıştır.
Sahabî gibi zâhitçe yaşamış ve ukbâya da fakirce yürümüş bu tok sesli vatan evlâdı için, şimdiye kadar yapılan meşkûr hizmetler mahfuz, düşünce, aksiyon ve sanat cephelerinin, akademisyenlerce daha ciddî ele alınacağı vefâ tüten günleri bekliyoruz.
Muhammed Hamdi Yazır: Âlemin mâlumu bir kâmet-i bâlâ.. ilk tahsilini küçük bir Anadolu kasabası olan Elmalı'da aldıktan sonra, o da eskilerin ifadesiyle 'ikmâl-i nüsah' etmek için pâyitahtın yolunu tutuyor. Husûsî hocalardan ders.. ruûs imtihanı.. Mektep-i Nüvvâb'da ve Medresetü'l-Vâizîn'de müderrislik.. dersiâmlık.. İkinci Meşrûtiyet'ten sonra mebûsluk.. bir içtihat hatası olarak Abdülhamit'in hal' fetvâsına imza koyma.. Dârul-Hikmeti'l-İslâmiye âzalığı.. Evkaf Nâzırlığı.. Cumhuriyet sonrası İstiklâl Mahkemelerinin gazabına uğraması.. ve kıl payı kurtulduğu bu gâileden sonra upuzun bir inzivâ dönemi.. ve o muhteşem tefsirin vücud bulması, kaba hatlarıyla onun hayatından sadece birkaç çizgi.
Düşünce ve aksiyon hayatımız adına allâme Hamdi Yazır da o müstesna mevkiiyle üzerinde durulması gereken önemli simâlardan biridir.
Necip Fazıl: Maraşlı; ama İstanbul'da doğmuş büyümüş bir İstanbul efendisi. Amerikan Koleji, Bahriye Mektebi o müthiş istidâda bağrını açan kuvve-i inbâtiye nev'inden iki saksı dolusu toprak ve kendine sıçramanın minik rampaları.. Dârulfünûnun felsefe bölümü de muvakitat konakladığı menzillerden biri.. Paris'in Sorbon'u, batıya nazar ettiği ilk küçük menfez.. banka müfettişliği, içine sindiremediği gelip geçici işportacılık.. Devlet Konservatuvarı ve Güzel Sanatlar Akademisi, sanat ruhunu istidatlı-istidatsız her sineye üflediği ilk ocak.. Büyük Doğu ekolü ve aynı ünvanla çıktığı kadar kapanan, kapandığı kadar da çıkan; ama arkasındaki müthiş iradeyle çıkmamazlık edemeyip, kapanırken dahi gidip çıkma programı üzerine kapanan bir büyük mecmuânın bânisi, mimârı ve çilekeş sahibi.. son dönemin en önde gelen şiir ve nesir üstâdı ve geleceğin fikir mimarlarından biri.. tasavvufî düşüncedeki enginliği, metafizik derinliği, ömrü boyunca Mutlak Haklkat'e karşı duyduğu engin saygısı.. Rûh-u Seyyidi'l-Enâma karşı olan olağanüstü ihtiram ve temkini, onun pek çok sahadaki deryalar gibi enginliğinden sadece birkaç damla.. böyle birkaç küçük damla ile işaret edilip geçilen bu dev insanın, değişik yanlarıyla tahlil edilip Türk gençliği ve dünyaya tanıttırılması; hatta bir Necip Fazıl Enstitüsü kurulması kadirşinaslığımızın sesi ve kadirşinaslardan temennimiz.
Süleyman Efendi: Silistre'de soylu bir ailenin çocuğu.. hoca oğlu hoca.. rûhî zenginliğini İstanbul âfâkının irfanıyla kıvamına getirince ciddî bir vefa hissiyle maskat-ı re'si olan beldeyi müderrislikle kucaklar. Onunla alâkalı derin bir beklenti içinde bulunan aile fertleri, etrafını saran talebe, dost ve kardeşlerinin sadâkat ve vefâsında onun misyonunu ve yarınlarını görür, tâli'lerine tebessümler yağdırırlar.
Süleyman Efendi, aksiyonu önde, eşine ender rastlanır yorulma bilmeyen bir mücâhede insanıdır. Hayatı boyunca, ehl-i sünnet ve'l-cemaat düşüncesinin sadık ve kararlı bir müdâfii olarak yaşamış.. dinî duygu ve dinî düşüncenin üst üste sarsıntılar yaşadığı bir dönemde 'sath-ı mücadele' demiş; dinî düşünce ve tarih şuurunu bir kaneviçe gibi kullanarak, ruhumuzun dantelâsını örmüş.. bir baştan bir başa ülkenin her yanında açtığı kurslar, yurtlar ve pansiyonlarla gönüllerimize varlığımızın esaslarını duyurmaya çalışmış.. ruhların ve ruhânilerin tayerân ettiği âleme yürüyeceği âna kadar da bu misyonunu edadan geri durmamıştır..
Ben, şu birkaç satırla bu büyük hareket adamını anlatma iddiasında değilim; olamam da. Bu kadar az bir zaman içinde, Edirne'den Ardahan'a kadar, ülkenin her yanını, hem de engellemelere rağmen, ilim ve irfanla bezeyen bir ruh ve mânâ insanını anlatmak, değil birkaç paragrafla, mücellitleri bile aşan bir mevzudur.
Biz, şimdilik bu önemli şahsiyetin, misyonunu, aksiyonunu, yorumunu, hizmet felsefesinin tahlilini, araştırmacı ve mânâya açık akademisyenlerin incelemesine havale ediyor ve bir kapı aralaması sayılan bu küçük hatırlatmanın, kapıyı sonuna kadar açacak çalışmalara dönüşmesini diliyoruz.
Yirminci asrın son yarısındaki aydınları düşünürken, temiz Anadolu evlâdı, velûd dimağ -temel kriterlerimize ters bir kısım mütalâaların hesabı kendine ait- aşk ve heyecan insanı Nureddin Topçu'yu hatırlamamak; çağın müstesna dimağı engin düşünce.. kuluçka sabrıyla civciv bekleyen, mercan gibi sessiz fakat sancılı kanrevân yoluna devam eden, gelecek nesillerin zevkle okuyacakları asrın büyük şâir ve nâsiri Sezâi Karakoç'u görmemezlikten gelmek.. Es'ad Efendiyi minnetle anmamak, Sami Efendiye saygı duymamak, Aıvâsi Hazretlerini, Ali Haydar Efendiyi, Mehmet Zâhid Kotku'yu, Alvar İmamını, Serdehl'in Seydâsı'nı, Menzil'in Muhammed Râşid Efendisini bu hizmet örfânesindeki aşk, heyecan ve aksiyonlarıyla yâd etmemek mümkün değil..
...Ve hele îmanı, düşüncesi ve baş döndüren aksiyonuyla küfür ve ilhad dünyasının bütün plânlarını altüst eden Bedîüzzaman'ı hatırlamamak mümkün mü?
Bugüne kadar onun için pek çok şey yazıldı ve söylendi. Şimdilerde dünya onu konuşuyor.. ve o hemen her dildeki eserleriyle çağın en çok okunan insanlarından biri. Bu açıdan da onun hakkında uzun konuşmaya gerek yok. İşte bu mülâhazayla burada, ona ait bir kitaba önsöz olmuş, küçük bir mütalâanın, küçük bir bölümünü aktarmayı yeterli buluyoruz:
Bedîüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gerekli olan bir simadır. O, İslâm âleminin, inanç, moral ve vicdânî enginliğini hem de .en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır. Ona, onun düşüncelerine, hissî mülâhazalarla yaklaşmak, onu ve eserini anmak sayılmaz. Duygusallık, onun her zaman uğrunda yiğitçe tavır ortaya koyduğu ve gürül gürül anlattığı meselelerin ciddiyetiyle telif edilemez. O, bütün ömrünü, kitap ve sünnetin gölgesinde, tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber hep bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür.
Bedîüzzaman'ın, yüksek mefkûresi, yaşadığı çağı düşünüp söylemesi, sadeliği, insânî enginliği, vefâsı, dostlarına bağlılığı, iffeti, tevâzuu, mahviyeti ve istiğnâsı üzerine şimdiye kadar pek çok şey yazıldı ve söylendi. Aslında, her biri başlı başına birer kitaba mevzu teşkil edecek olan yukarıdaki vasıflar, onun kitaplarında da sıkça üzerinde durduğu konulardır. Ayrıca, hâlâ aramızda, hayatta iken onun yakınında bulunma bahtiyarlığına ermiş ve onu, rûhî enginliği, fikrî zenginliği ile tanımış dünya kadar insan var ki, bunlar da canlı birer kitap gibi bu konunun en sadık şahitleri.
Dış görünüş itibarıyla sade ve basit görünen Bedîüzzaman, gerek düşünce hayatında, gerek aksiyonunda hemen her zaman başkalarında bulunmayan engin bir karakter sergilemiştir. Onun, insanlık için en hayâtî meselelerde bütün insanlığı kucaklayışı, küfür, zulüm ve dalâlete karşı tiksinti duyuşu, her yerde istibdâtla savaşı, hatta bu uğurda hayatını istihkâr edercesine vefâsı ve civanmertliği ve ölümü gülerek karşılaması, onun için normal davranışlardı. O engin bir his insanı olmanın yanında, misyonuyla alâkalı meselelerde, hep kitap-sünnet yörüngeli; muhâkeme ve mantık televvünlü yaşamıştı. O hemen her zaman, davranışları itibarıyla, mâsum bir ikili görünüm sergilerdi: Biri, engin bir vicdan eri, derin bir aşk ve heyecan timsâli ve olabildiğince mert bir insan görünümü; diğeri de fevkalâde dengeli, çağdaşlarının çok önünde ileri görüşlü, büyük plân ve projeler üretebilen sağlam bir kafa yapısına sahip mütefekkir görünümü. Bedîüzzaman ve onun dâvâsına bu zaviyeden yaklaşmak, onun, İslâm büyüklerinin bir devamı olarak, içinde bulunduğumuz çağda bizim için ifade ettiği mânâyı anlamamız bakımından çok önemlidir.
Bazı kimseler görmemezlikten gelseler de gerçek şu ki; Bedîüzzaman çağdaşlarınca, kendi kuşağının en ciddî düşünürü ve yazarı kabul edilmiş; kitlelere hem bir sözcü hem de önder olabilmiş; ama kat'iyen kendini beğenmemiş, gösterişe girmemiş ve hep âlâyişten uzak kalmaya çalışmıştır. 'Şöhret ayırı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır...' sözü, onun bu konudaki altın beyanlarından sadece bir tanesi. O, yirminci asırda İslâm dünyasında, şimdilerde dünyanın dört bir yanında, her zaman listenin başında birkaç yazardan biri olarak tanınmış, her kesimce sevilerek okunmuş ve zamanın eskitemediği simâlardan biri olarak da tarihe mâl olmuştur.
Bedîüzzaman'ın hemen bütün eserleri, içinde doğmuş olduğu çağ zaviyesinden, yorumlanmaya açık bazı meseleleri yorumlama açısından o uğurda harcanmış ciddî bir gayretin sonucudur. Onun eserlerinde önce Anadolu, sonra da bütün İslâm dünyasının hem âh u efgânı, hem de ümit ve şevk u târâbını duyup dinlemek mümkündür. Gerçi o, doğunun ücrâ bir kasabasında doğmuştur ama, kendini hep bir Anadolulu olarak hissetmiş, bizim duygularımızı bir İstanbul efendisi gibi soluklamış ve her zaman topyekün bir ülkeyi engin bir şefkat ve dupduru bir samimiyetle kucaklamıştır.
Bedîüzzaman, materyalist düşüncenin, fikir hayatımızı hercümerc ettiği, komünizmin en çılgın dönemini yaşadığı, dünyanın en bunalımlı, en karanlık, en sıkıntılı günlerden geçtiği çok talihsiz bir zaman diliminde, îman ve ümit tüten eserleriyle, sarsıntı üstüne sarsıntı yaşayan insanımıza Hızır çeşmesine giden yolları gösterdi ve gezdiği her yerde yığınlara hep 'ba'sü ba'de'l mevt' üfledi. Onun, hepimizden ve herkesten evvel görüp sezdiği ve ele alıp çözmeye çalıştığı en büyük problem, küfür ve ilhad kaynaklı anarşi problemiydi. O, bütün hayatı boyunca, insanımıza, çağın bu hastalığının mutlaka aşılması lazım geldiğini salıkladı. Ve bu hususta insanüstü bir gayret sarfetti. Böylesine buhranlar içinde inim inim bir dünya ile karşılaşan Bedîüzzaman, kendini bekleyen sorumlulukların farkındaydı.. ve Kafdağı'ndan ağır böyle bir yükün altına girerken, fevkalâde mütevâzı, mahviyet içinde ve hacâletle iki büklümdü; iki büklümdü ama, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudret ve nâmütenâhî gınâsına karşı da olabildiğine bir güven içindeydi.
Evet, bütün insanların fen ve felsefe âlet edilerek ilhâda sürüklendiği, komünizmle beyinlerin yıkandığı, bu menfî oluşumlara 'dur' diyenlerin memleket memleket sürgüne gönderildiği, ülkenin her köşesinde en utandırıcı tehcirlerin yaşandığı ve daha garibi de bütün bunların medeniyet ve çağdaşlaşma hesabına yapıldığı, hatta nihilizmin, asrın en yaygın büyüsü haline getirildiği o kapkara günlerde, Bedîüzzaman, hâzık bir hekim edâsıyla hepimizin, içlerimizdeki zindanları, ruhlarımızdaki çeşit çeşit mahkûmiyetleri, kendi cinâyetlerimizi ve kendi kendimize esâretlerimizi hatırlattı, ruh dünyalarımızda ve vicdânî hayatlarımızda uyuyan insânî yanlarımızı harekete geçirerek, maâliyâta müştak gönüllerimize üst üste nefesler aldırdı, ötelerle alâkalı derinliklerimizi gözler önüne serdi, tekye, zâviye, mektep ve medresenin bütün vâridâtını birden başımıza boşalttı.
Evet, Bedîüzzaman milletin fikrî seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı ve içtimâî dertlerin birer buhran hâlini aldığı, ülkenin hemen her yanında ürperten yüzlerce hâdise ile yüz yüze kalındığı, her tarafta İslâmî ve millî değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ifritten bir dönemin, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan sonra da bu rahatsızlıklara reçeteler sunan bir hekimi olmuştu. O, upuzun ve karanlık yılların hazırlayıp sahneye sürdüğü dünya kadar felâket altında didinip duran talihsiz nesillerin, îmansızlık, dalâlet ve şüphe vadilerinde bocaladığını, kurtulmak istedikçe daha derin buhranlara gömüldüğünü gören, hisseden, görüp hissettiklerini vicdanının derinliklerinde duyan bir insan olarak, ilk günden itibaren hep müteheyyiç yaşadı.. sürekli düşündü.. devlet ve topluma alternatif tedaviler teklif etti.. ve bu şanlı fakat talihsiz millete, muhteşem fakat bahtsız ülkeye eski enginlik ve zenginliğini duyurmaya çalıştı.
Bedîüzzaman, tâ Devlet-i Âliye döneminden başlayarak ülkenin pek çok yöresini dolaştı; en büyük şehirlerden en ücrâ kasabalara, nüfusu yoğun beldelerden, en tenhâ mıntıkalara kadar her yere uğradı.. uğradığı her yerde cehaletin hükümfermâ olduğunu, yığınların fakr u zarûretle kıvrandığını, insanımızın değişik buudlardaki iftiraklarla birbirini yiyip bitirdiğini gördü, ürperdi.. ve yaşadığı çağı çok iyi idrak etmiş bir mütefekkir olarak, o günkü perişan yığınlara ilim ruhu aşılamak istedi. Fakr u zarûret ve iktisâdî problemlerimiz üzerinde durdu. İftiraklarımıza çareler aradı ve hemen her zaman birlik ve beraberliğimizi solukladı.. solukladı ve milletimizi, bu bunalımlı günlerinde bir an bile yalnız bırakmadı. O, gezdiği her yerde âvâzı çıktığı kadar bağırıyor ve: 'Bu iç içe dertler eğer şimdi tedavi edilmez, yaralarımız, mâhir ve mütehassıs eller tarafından sarılmazsa, hastalıklarımız müzminleşir, yaralarımız da kangren ha(ini alır. İlmî, içtimâî, idârî dertlerimiz mutlaka teşhis edilmeli, maddî-manevî bütün problemlerimiz çözüme alınmalı ki, mevcudiyetimizi kemiren, varlığımızı temelinden sarsan ve bizi her gün daha fecî çukurlara sürükleyen sıkıntılara mâruz kalmayalım' diyordu.
Bedîüzzaman'a göre, bugün olduğu gibi o gün de, bütün fenalıkların menbaı, cehalet, fakr u zarûret ve iftiraktı. Evet içtimâî sıkıntılarımızın en birinci sebebi, millî sefâletlerimizin en önemli sâiki cehalettir. Allah bilmeme, peygamber tanımama, dine karşı lâkayt kalma, maddî-mânevî târihî dinamiklerimizi görememe mânâsına gelen cehalet, hiç şüphesiz o gün-bugün başımızın en büyük belasıdır.. ve Bedîüzzaman da ömrünü bu öldürücü mikropla savaşa vakfetmişti. Ona göre kitleler, ilimle, irfanla aydınlatılmadıkça, toplum sistemli düşünmeye alıştırılmadıkça ve yanlış, sapık düşünce akımlarının önü alınmadıkça, milletimiz için kurtuluş ümidi beslemek abestir. Evet, o cehalet yüzünden değil midir ki; kâinât Kurân'dan, Kur'ân da kâinâttan koparıldı.. koparıldı ve biri, varlığın sırlarını bilmeyen, eşya ve hâdiselere kapalı, bağnaz ruhların hayal zindanlarında yetim kaldı; diğeri de her şeyi maddede arayan ve mânâya karşı bütün bütün kör, mük'ab cahillerin elinde bir kaos halini aldı. Yine bu cehalet sebebiyle değil midir ki; bu mübarek dünya, en münbit ovalan, en feyyaz obaları ve en bereketli ırmaklarına rağmen, zarûret ve sefâletlerin pençesinde inim inim inlemekte ve eski kapıkullarına dilencilik etmekte.
Bu korkunç cehalet ve zarûret yüzünden değil midir ki; ülkenin dört bir yanında, toprağın altında sessiz sessiz yatan onca kıymettar madenlerimiz, haddi-hesabı bilinmeyen yer altı, yer üstü zenginliklerimiz başkalarının hazinelerine akarken, biz, perişan, derbeder ve korkunç bir borç şoku altında iki büklümüz.
Evet, yıllardan beri milletimizi zebun eden bu bela yüzündendir ki, bîçâre işçi ve köylümüz, sürekli didinip durdukları, yıpranıp ezildikleri halde emeklerinin karşılığını tam olarak elde edememekte, elde ettiklerinin de bereketini bulamamakta, mutlu olamamakta ve taksit taksit kahrolup gitmektedir.
Yine bu cehalet ve cehalet kaynaklı tefrika sebebiyledir ki; cihanın dört bir yanında bizimle alâkalı bir dünyada 'tegallübler, esaretler, tahakkümler, mezelletler, türlü iptilâlar, türlü türlü illetler' yaşandığı, hatta kan gövdeyi götürdüğü, ırzlar çiğnenip namuslar payimâl olduğu, dünya dengesizlikler ağında bir oraya, bir buraya kayıp durduğu halde, bir türlü tefrikadan sıyrılıp bu fecâyi ve bu fezâyie 'dur' diyemiyor; İslâm âleminin her gün daha korkunç, daha vahim uçurumlara yuvarlanması karşısında onun sıkıntılarına çare olamıyor, vahdet ruhuyla gerilemiyor ve çağımızla hesaplaşamıyoruz.
Biz, milletçe, bu kahredici hastalıklar ağında kıvranırken, batının sûrî ve maddî terakkisi karşısında bir kısım kamaşan gözler, bulanan bakışlar ve dönen başlar, dimağlarını müspet fenlerle, gönüllerini dinî hakikatlerle donatıp, maddî-mânevî zenginliklere ereceklerine bütün bütün ruhsuz ve köksüz davranarak, mülî ve dinî en hayâtî dinamiklerimizi görmemezlikten gelerek, kör bir taklit ve şablonculukla, kitleleri millî seciyeden tecrit, tarih şuurundan mahrum, ahlâk ve fazîletten de yoksun bıraktılar. Bence, milleti kurtarma mülâhazasıyla sapılan bu ikinci yol ve gerçekleştirilen bu ikinci hareket daha zararlı oldu ve toplumun ruhunda onulmaz yaralar açtı.
Birinci durum itibarıyla insanımız, seneler ve seneler boyu boğucu bir kâbus altında kıvranıp durmasına karşılık, ikinci hâl itibarıyla da millî faziletlerimiz, rûhî necâbetimiz, cihanpesendâne aksiyonumuz bütün bütün yıkılıp gitti.
Bedîüzzaman, bu her iki cephedeki yanlış muâleceler ve bu yanlış muâlecelerin meydana getirdiği toplum çapındaki komplikasyonları göğüslemiş, asırlık yaralarımıza neşter vurmuş ve bu cerîhalan sebebiyet verdiği felaketleri teşrih ve teşhis edip çarelerini göstermek, ülke ve insanımızı yıkılıp gitmekten kurtarmak için tâ bidâyet-i hayatından Urfa'da Mevlâsına kavuşacağı âna kadar, hep yürekten ve samimi, hep tok sesli ve tok sözlü bu vatan evladı, ülkesine vefa hisleriyle dopdolu olarak, hep aynı şeyleri söylemiş, aynı ölçüde dertlerimizin üzerine yürümüş ve tedavi adına da aynı şeyleri takdim etmiştir. Toplumun kafasına birtakım yeni düşünceleri yerleştirmek ne kadar zor ise, seneler ve seneler boyu, onların dem ve damarlarına işlemiş anlayışlar, telâkkileri, geçmişten tevarüs edilen -yanlış, doğru- âdet ve ananeleri söküp atmak da o kadar çetin ve o kadar zordur. Dünden bugüne yığınlar, her zaman -yararlı veya zararlı bu kabil metrukatın tesirinde kalmış, ferdî ve içtîmaî hayatlarını böyle bir teessür atmosferi içinde örgütlemiş; alışılagelen şeylere uymayan ve umûmi hissi okşamayan hususlara karşı da nefret duymuş ve onlardan uzak kalmaya çalışmıştır. Bu his, bu duyuş ve kabullenişler bazen yanlış da olabilir. Eğer bu yanlış düşünce ve kanaatler kitleler tarafından hüsn-ü kabul görmüş, yaşana yaşana toplumun her kesimine mâl olmuş, hayatın her yanında dal-budak salarak kökleşmiş, güç kazanmış ise, bütün bu yanlış kanaatlerin yıkılması, toplum çapındaki inhirafların giderilmesi, varsa, küflü kanaatlerin temizlenip, düşünce ve vicdanların iyiden iyiye tahliye ve tahliyelerden (fena şeylerden arındırılıp iyi şeylerle donatılma) geçirilmesi lazımdır ki, milletçe geleceğe yürünebilsin.
İşte Bedîüzzaman, gençlik günlerinden itibaren hep bu duygu ve bu düşünce içinde oldu. O, bu mevzuda, en küçük bir hakikati dahi gizlemeyi ülkesine ve insanına vefasızlık saydı; milletini de felâkete sürükleyen yanlış düşünce ve yanlış kararlar karşısında, kollarını makas gibi açtı ve avazı çıktığı kadar 'burası çıkmaz sokak' diye haykırdı. Onun fıtratı, yanlış vedinî değerlere ters şeyler karşısında fevkalâde müteheyyiç, ufku âlî ve himmeti de olabildiğince 'ulü'I-azmâne' idi. Koskoca bir milletin mahv u izmihlâline göz yumup lâkayt kalmak, bu arslan yürekli insanın tabiatına zıttı. O, milletçe kusurlarımızı ve felâket sebeplerimizi, hem de en derin, en gizli noktalarına kadar açarak, millete kendini sorgulama yollarını gösterdi. Sık sık ona inkıraz sebeplerini hatırlattı ve kurtuluş reçeteleri sundu.. sundu ve en acı hakikatleri hiç tereddüt etmeden haykırdı.. yanlış kanaatlerin, küflü düşüncelerin, küfür ve ilhâdın üzerine at sürdü.. ve hayatı boyunca da, hakikat nurlarının inkişafına mâni bütün engellere karşı sürekli mücadele etti.
Hiç kimsenin dinî hakikatler adına bir şey söylemeye cesaret edemediği en kâbuslu dönemlerde o, uyutulmak istenen yığınlara teyakkuzlar çekti.. cehalet, fakr u zaruret ve iftiraka karşı savaş ilan etti.. toplumu saran çeşit çeşit vehimleri temelinden sarstı.. ateizm ve inkâr-ı ulûhiyete karşı bir sath-ı mücadele oluşturduğu gibi, bâtıl ve hurafeleri de kendi çıkmazları içinde boğdu. Her zaman, şâyân-ı hayret bir medenî cesaretle asırlık dertlerimizi teşrih etti ve tedâvi yollarını gösterdi. Araplar: 'En son ilaç dağlamadır' derler. O, bir-iki asırlık riya, gösteriş ve âlâyiş üzerine âdetâ bir kızgın demir bastı; saray ricalinden doğudaki aşiret reislerine, meşîhâttan askeri erkâna kadar herkesin ruhunda ma'kes bulacak çok yeni şeyler söyledi.. söyledi ve her kesimiyle milletin dikkatini kendi üzerine çekti. O, tabiatı îcâbı hep bu türlü şeylere karşı olsa da, yapılan şeylerin tabiatının gereği de böyle îcap ettiriyordu.
O, hemen her kesime, sürekli cihad için kınından sıyrılacak kılıçtan evvel, fikir ve ruhlarımıza vurulan zincirlerin kınlması lazım geldiğini ihtar etti.. ve bir ba'sü ba'de'1-mevt müjdesiyle, genç nesillere İslâmî düşünceye giden yollan gösterdi. O, coğrâfî olarak ülkenin bölünmesinden, parçalanmasından, küçülmesinden korkuyor ve titriyordu ama, daha çok bu tür tersliklere sebebiyet verecek olan fikirlerin daralmasından, ruhların sefilleşmesinden, batı taklitçiliğinden ve şablonculuktan ürperiyordu.
Bedîüzzaman, hep okuma, düşünme, çalışma diyor ve millet fertlerini mütekabil yalnızlıktan kurtarmak, mükemmel bir toplum ve ma'mur bir millet haline getirmek için durmadan çırpınıyordu. Ülke ve insanımızı böyle bir zirveye taşımak için de sürekli 'maârif' diyor, talim ve terbiyeden dem vuruyordu. Her tarafta neşr-i maârif ve her şekilde talim ve terbiye.. mescitler, medreseler, kışlalar, sokaklar, parklar, hatta hapishaneler bile bu eğitim seferberliğine katılmalıydı ona göre... Katılmalıydı: zira ancak maârif sayesinde, aklî ve mantıkî vahdet gerçekleşebilirdi. Önce, dimağ dimağa birleşip bütünleşemeyenler, bir yolda uzun zaman, beraberliklerini sürdüremezler. Evvelâ vicdanlar birleşmelidir ki, daha sonra gönüller ve eller de birleşebilsin. Böyle bir birleşmenin yolu da, hayatın dinî disiplinlere göre ele alınmasına, -kitap, sünnet ve selef-i sâlihînin sâfiyâne içtihatları mahfûz- zamanla mukayyet şeylerin çağın idrakine göre yorumlanmasına vâbestedir.
Evet, insanımız bu asır ve bu asrın vâridat, mânâ ve yorumlarıyla mutlaka tanışmalı, barışmalı, ve uzlaşmalıydı. Dünya başını almış bir yerlere giderken, kendi dar kabuğumuza çekilip, inzivâya dalmak bizi öldürürdü. Bugünü yaşamak isteyenler mutlaka, hayatın çağlayanlarıyla, kendi irade, sa'y ve gayretleri arasındaki âhengi, uyumu ve desteği yakalama mecburiyetindedirler. Aksine, kâinattaki umûmî cereyana karşı direnmeleri, onların mahvolup gitmelerini netice verir.
Eğer Bedîüzzaman soluk soluğa ülkenin dört bir yanına mesajlarını sunduğu zaman, onu anlayacak birkaç yüz aydın, düşüncelerinde ona destek olabilseydi, ihtimal bugün en zengin ülkelerden daha zengin, en medenî milletlerden daha medenî hâle gelmiş ve daha sonraları karşımıza çıkan her engeli aşabilecek güce ulaşarak, şimdilerde girilmiş gibi görülen bu nurlu yola tâ asrın başında girmiş ve bugünkü problemlerin pek çoğuyla karşılaşmamış olacaktık.. yine de her şeye rağmen ümitvârız. Ben, milletimizin, bütün bütün mânâ köklerinin kuruduğunu iddia edenlerin gaflet ve zühûllerine inanırım. Gerçi başka milletler gibi biz de düştük; bunu inkâr etmemize imkân yok. Ne var ki, doğrulup kendimize gelemeyeceğimizi de kimse iddia edemez. Şimdilerde, milletçe, eski rahat düşkünlüğü yerinde intibah nurları parıldıyor.. harem hisleriyle titrek ruhlarımızda taptaze bir canlılık ve bir dirilme sıcaklığı var.. Bu gelişmeleri, masmavi bahar günlerinin takip edeceği kuşkusuz. Ancak, dolaşıp yamaçlarımızda seccâde serecek Hızırlar ve korkmadan enginlere yelken açacak İlyaslar bekliyoruz. Bu konuda Bedîüzzaman önemli bir işarettir...
'Dehâ için intihap yoktur' derler; yani dehâ sahibi 'şunu yapayım, şunu yapmayayım' demez; 'şunu yapmak yararlı, şu da zararlı' diyerek, bir şeyin yapılacağına veya terkedileceğine hüküm vermez. O, ilâhî bir mevhibe, ledünnî bir saika ve şaika ile, çevresinin en derin, en şümullü ve zahirî, bâtınî, rûhî, içtimâî ihtiyaçlarını kucaklayacak çok üniteli bir güç kaynağı gibi pek çok şeyi omuzlayabilecek kuvvetleri ruhunda toplamış bir fıtrat harikasıdır. Bedîüzzaman ve onun arkada bıraktığı eserlerini tetkik edenler onda dehânın bütün hususlarının var olduğunu görürler. O, gençlik döneminde, çevresine sunduğu ilk deha solukları sayılan eserlerinden, mahkemeler, zindanlar ve sürgünlerle geçen çileli bir hayat içinde inkişaf edip gelişen olgunluk dönemi kitaplarına kadar hep o seviyeler üstü seviyesini korumuş ve her zaman dâhiyâne konuşmuştur.
Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1994, Sayı 26
- tarihinde hazırlandı.