Cihad ve Hayatı Hakir Görme İlişkisi

Allah yolunda, O’nun istediği ölçülerde mücadele edebilmek için rahat ve rehaveti terk etmenin yanında onun bir üst basamağı sayılabilecek olan hayatı hakir görmek de şarttır. Evet, hayatı hakir görmeyenlerin, ukbaya dünya gibi bakamayanların cihadı bütün buudları ile birlikte ele alıp, yaşamaları âdeta imkânsızdır. Buna delâlet edecek Asr-ı Saadetten misaller:

Hz. Ali (r.a) anlatıyor: "Uhud günü kıyasıya savaş oluyordu. Bir ara Rasûl-i Ekrem’i gözden kaybettim ve aramaya koyuldum. Hele O’nun öldürüldüğü şayiası beni tamamen çileden çıkarmıştı. Maktüller arasında dolaşıyor, teker teker kaldırıp hepsinin yüzüne bakıyordum. Ancak aralarında Efendimiz yoktu. Kendi kendime şöyle düşündüm: "Ölmediğine göre, mutlaka düşmanın muhasarası altındadır; çünkü, Efendimiz için kaçma kesinlikle mevzûbahis değildir." Kılıcımın kabzasını kırdım ve düşman saflarına daldım. Önüme geleni itiyordum. Nihayet Rasûl-i Ekrem’i, etrafında kümelenmiş bir avuç yiğit insanla birlikte gördüm. O’na doğru koşarken, "Ya Rasûlallah, Senin bulunmadığın yerde yaşamanın hiçbir değeri yoktur. Senin yok olduğun yerde, benim için en şerefli yol, yok olmaktır" diyordum. O esnada bir ses daha duydum. Ses, "Ey Ensar topluluğu, bana, bana doğru gelin!" diyordu. Sesin sahibini tanımıştım; Sabit b. Dahhak’tan başkası değildi. Bütün gücüyle müslümanları Allah Rasûlü’nün etrafında toplamaya çalışıyordu."[1]

Uhud’dan daha dehşetli günler yaşıyoruz. Allah’ın yüce adı ve Rasûl-i Ekrem’in yüce yâdı gönüllerden silinmek üzeredir. Daha doğrusu, hakikate gözlerini kapayan bir kısım insanlar, kıyasıya bunun kavgasını vermektedir. Böyle bir zaman ve zeminde bize durmak yaraşmaz. İçtimâî hayatın içine dalmak ve ölesiye, tükenesiye cihad yapmak zorundayız. "Gözümde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu var.." sözünün ifade ettiği atmosferde bir hasbîlik göstermek mec­buriyetindeyiz. Bu uğurda her şeyimizi feda etmek idealimizi süsleyen en ulvî gaye olmalıdır. Sabit b. Dahhak gibi davranmalı ve, "Rabbim! Habib’in uğruna yaptıklarım, huzuruna kabul edilmem için yeterli midir bilemiyorum?" demeli; bu dünyadan aynen onun gibi, Uhud’un verâsından cennetin kokularını duya duya ve mütebessim bir yüzle göçüp gitmeliyiz.

Evet, bütünüyle hayatı istihkâr etmek ve dünya-ukba muvazenesini kurmak işte ideâl yaşama budur. Bu muvazeneyi kurduktan sonra, -Allah’ın tevfik ve inayetiyle- herşey hallolacaktır. Asıl mesele ahiret ve dünya aynı anda karşımıza çıkıp bütün ağırlıklarıyla vicdanımıza oturdukları zaman, en çok lazım olanı tercih ederek, muvazeneyi kurabilmektir. Bu ise, dünyaya dünya kadar, ahirete de ahiret kadar değer ve kıymet vermeyi gerektirir.

Bu dengeyi kurabilenler için korku ve endişeden söz edilemez. Bütün dünya belâ olup başlarında patlasa, herhalde onları zerre kadar paniğe sevketmeyecektir. Zira korku ve endişe hayat tutkusundan ileri gelir; halbuki onlar, hayatı bütün bütün istihkâr etmektedirler. Böyle basit bir hayat için endişeye kapılmanın hiçbir mânâsı ve insanı tatmin edecek hiçbir izah şekli yoktur. O halde asıl kazanılması gereken yer ahiret yurdudur. Gayretler, hep o tarafa yönelik olmalıdır. Ahirete iştiyak, en bereketli bir cesaret kaynağıdır. Bakın şu misale; Uhud’da müslümanlar 70 şehid vermiş; geri kalanlar da, kolu-kanadı kırık bir vaziyette Medine’ye dönmüşlerdi. Bu arada Allah Rasûlü’nün mübarek başı da sarılıydı. Kimsede kılıç-kalkan tutacak derman kalmamıştı. Buna rağmen bir şayia duyuldu. Ebu Süfyan, ordusuyla beraber yeniden Medine’ye geliyor.. Hemen bir emir neşreden Allah Rasûlü, "Dün bizimle Uhud’da bulunan herkes toplansın" buyurmuştu. Düşman takibe çıkılacaktı. İtiraz eden, tek insan olmadı. Kimisinin kolu, kimisinin bacağı kopmuştu. Ama herkes toplanılsın denilen yerde toplanmış, hazır bekliyordu. İçlerinde sürünerek gelenler dahi vardı. Madem ki gazaya çıkılacaktı, o halde sahabe elbette bir köşede oturup duramazdı. Korkusuzdular, fütursuzdular. Bedenlerinde güç ve takat kalmamıştı ama ruhları şevkle kanatlanmış uçuyordu. Kur’ân, onların bu durumunu şöyle anlatır:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمْ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا الله وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

"Onlar ki, halk kendilerine: ‘(Düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ deyince, (bu söz), onların imânını artırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir’ dediler." (Âl-i İmrân, 3/173)

Bu çıkış düşman üzerinde öyle bir te’sir yaptı ki, müslümanların takviye birliklerle kendilerini takibe koyulduğunu zannederek arkalarına bakmadan kaçmaya koyuldular. İşte bir avuç yaralı arslan cesaretleriyle tarihe böyle altın bir sayfa ve bir destan daha yazıyordu. Uhud’u da müslümanlar kazanmıştı.[2] Zaten müslüman, her zaman kazanır. Şehid olur kazanır, gazi olur kazanır veya haysiyet ve izzetini korur, yine kazanır. Burada bir müşahedemi arz etmeden geçemeyeceğim:

Anarşinin önünün alınamadığı, başıbozuk sürülerin her tarafta cirit attığı bir dönemde, caddeden geçen arabaları önlerine alıp barikat yapıyor ve devletin askerine, polisine karşı siper olarak kullanıyorlardı. Yoldan geçen bir kamyonu da durdurup barikata dahil etmek istediler. Din ve imân noktasında adamın nerede olduğunu bilemeyiz; fakat kamyon şoförü, bir avuç eşkiyaya karşı takınılması gereken tavrı takınıp eline aldığı bir cisimle üzerlerine yürüdü ve 20 kadar şakiyi çil yavrusu gibi dağıttı. İşte mümin, en azından kendi izzet, haysiyet ve onurunu koruma uğruna, malının, canının ve ırzının başında bu kamyon şoförünün gösterdiği cesaret ve tehâlükü göstermek mecburiyetindedir. Mümin, düşman karşısında tavrını nasıl ayarlayacağını bilecek, teröriste teslim-i silah etmeyecek, evinde korku ve panik içinde yaşamayacaktır. Aksine, milletine, devletine ve muhafız güçlerine yardımcı olarak eşkiyayı yakalayacak, yakalattıracak ve onun hakkından gelecektir. Yalnız, yanlış te’vil ve tefsirlere meydan vermemek için ısrarla belirtmeliyim ki, hiç kimseye, silahlanıp, sokağa dökülün demiyorum. Kasdım, Allah’a inanan insan için korku ve paniğin söz konusu olamayacağını vurgulamaktır.

Bu meseleye Sahabe-i Kirâm içinde en iyi örnek olarak gösterilebileceklerin arasında herhalde Zübeyr b. Avvam gelir. Evet, bir gün Mekke sokakları herkesi şok eden bir haberle çalkalanıyordu. Söylenildiğine göre, Muhammedü’l-Emin öldü­rülmüştü. Herkes ne yapacağını nasıl hareket edeceğini şaşırmış ve hayretten, dehşetten donakalmıştı. Yalnız 9-10 yaşlarında bir çocuk, elinde bir kılıcı sürüyerek, o sokaktan bu sokağa koşup duruyordu. Daha sonra "Allah Rasûlü’nün havarisi"[3] ünvanını kazanacak olan bu çocuk Zübeyr b. Avvam’dı. Efendimiz’in halası Safiyye’nin oğluydu. Şuraya-buraya deli gibi koşuyordu. Kimse de onun ne yapmak istediğini bilmiyordu. Nihayet, sokaklardan birinde karşısına Allah Rasûlü dikiliverdi. Ona hitaben, "Zübeyr nereye?" dedi. Zübeyr, öldürüldü zannettiği İki Cihan Serveri’ni karşısında bulunca, ne yapacağını şaşırdı; "Seni öldüreni öldürmeye gidiyordum Ya Rasûlallah!" dedi. Efendimiz, mü­tebessim bir çehre ile sordu: "Beni öldüreni ne ile öldürecektin?" Tek eliyle kaldıramadığı kılıcını iki eliyle kaldırıp "İşte bu kılıçla, Ey Allah’ın Rasûlü" cevabını verdi. Evet, Zübeyr, daha henüz taşıyamayacağı kadar ağır bir kılıçla sokaklara koşmuştu. Zira, içinde Allah Rasûlü olmayan bir hayatın, ona göre hiçbir değer ve kıymeti yoktu. Zübeyr, hayatı istihkâr ediyor ve yiğitliğini işte böyle sergiliyordu.[4]

Yemâme’de de hayatın istihkâr edildiği ayrı bir tablo görürüz. Bu, ahirete müteveccih bir insanın canlandırdığı muhteşem bir tablodur. Yemâme Harbi cereyan ettiği zaman Ammar b. Yâsir, iyice yaşlanmıştı. Ama, "Ben yaşlıyım, artık bu işten muafım" demiyordu. Yemâme’nin en şiddetli anlarıydı. Tam sağda-solda çözülmeler meydana geldiği bir anda, müslümanlar, birden bire çok aşina oldukları bir sesi duydular. Ses, "Ey müslümanlar, cennetten mi kaçıyorsunuz? Bakın ben Ammar b. Yasir’im" diyordu. Sesi duyanlardan bir sahabî diyor ki: "Vallahi, kulağına inen bir kılıç darbesi, kulağını koparmıştı. Kanlar yüzünden aşağıya doğru akarken yaşlı adam, kıpkırmızı sakalıyla haykırıyor, "Cennetten mi kaçıyorsunuz?" diyordu. Başkası neden kaçarsa kaçsın, ölüm Ammar’dan kaçıyordu.[5]

Evet, Herakliyus’un kumandanı, doğru söylüyordu; o, mağlup olmalarının sebebini anlatırken şöyle demişti: "Hükümdarım, bunlarla savaşmak mümkün değildir. Çünkü bizim hayata koştu­ğumuz kadar, bunlar ölüme koşuyor; bizim dünyayı sevdiğimiz kadar, bunlar ahireti seviyorlar."

Ammar, Yemâme’de de aradığını bulamamıştı. Rasûl-i Ekrem ona, "Ammar, senin son gıdan süt olacaktır" buyurmuştur.[6] Ammar, bu sütü bana acaba Mûte’de mi, Yemâme’de mi, Yermük’te mi verirler diye hep harpten harbe koşup durmuştu. Fakat, bunların hiçbirinde ona ölüm nasip olmamıştı. Nihayet Sıffin’e kadar gelmiş ve orada Hz. Ali’nin safında yer almıştı. O gün, yaşı 90’ı aşmış ve saçlarında siyah kalmamıştı; başı nurdan yumak gibi bembeyazdı. Akşama kadar savaşmış ve akşama doğru, "İçecek bir şey yok mu?" dediğinde, bir bardak süt getirmişlerdi. Sütü görünce, "Bu, Ammar’ın son rızkıdır. Çünkü Efendimiz’den öyle işittim" demişti. Biraz sonra oradaki insanlar güneşin gurûbuyla beraber bir başka güneşin daha gurûb edip gittiğine şahid olacaklardı. Bu güneşin tulûu (doğuşu), cennet yamaçlarında olacaktı. Ammar korkusuzdu. Zira O, insanın mukadder ecelinden bir saniye önce bile ölmesinin mümkün olmadığını çok iyi biliyordu.[7] Kur’ân bu hakikatı şöyle dile getiriyor:

وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَنْ تَمُوتَ إِلاّ بِإِذْنِ الله كِتَابًا مُؤَجَّلاً وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِهِ مِنْهَا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الآخِرَةِ نُؤْتِهِ مِنْهَا وَسَنَجْزِي الشَّاكِرِينَ

"Allah’ın izni olmadan hiç kimse ölemez. (Ölüm) belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya sevabını (menfaatini) isterse, kendisine ondan veririz; kim de ahiret sevabını isterse, kendisine ondan veririz. Şükredenleri mükâfatlandıracağız." (Âl-i İmrân, 3/145)

Evet, Allah, kişinin ne zaman vefat edeceğini baştan tayin etmiştir. Herkes, sırası geldiği zaman ölür. Hz. Ömer (r.a), o kadar harbe iştirak eder birşey olmaz da, mescidde namaz kıldırırken sînesinden yediği hançerle vefat eder. Halid b. Velid, ömrünü cephelerde geçirir, vücudunda yara almadık para kadar bir yer dahi kalmaz; ama, eceli gelince o da döşek üzerinde vefat eder.

Bu hususlarla şunu arzetmeye çalışıyorum: Rabbin tayin ve takdir buyurduğu ecel, ne bir dakika geriye, ne de ileriye alınabilir. Evet Allah, ölümümüzü ne zaman takdir etmişse, ancak o zaman ölürüz. O’nun emri ve izni olmadan, hiçbir şey olmaz. Dolayısıyla, ölümden, ne geldiği zaman kaçıp kurtulmamız, ne de gelmeden evvel ona kavuşmamız mümkündür. Nitekim, ölümün arkasında koşanlar, ona istedikleri gibi çabuk ulaşamadı; ölümden kaçanlar da ondan kurtulamadılar. Madem ki ölüm takdir edildiği zaman gelecektir, öyle ise önemli olan aziz olarak ölmektir. Aziz olarak ölen bir müslümanın ölümü de, en az hayatı kadar İslâm’a faydalı olur. Zira onun şerefli ölümü, arkada kalanlar için bir ibret sancağı gibi dalgalanır ve bakanlar, ondan hep ibret alır. Biz, Hz. Hamza Efendimiz’i unutmadık ve unutmamız da mümkün değildir. Nasıl unuturuz ki, O, Rasûl-i Ekrem’in önünde doğranırken, melekler âdeta onun kanıyla göklere "Esedullah" -Allah’ın arslanı- diye yazmışlardı. Bazılarının inanç, anlayış ve belki müşahedelerine göre Hz. Hamza imdada çağrılsa ruhaniyeti temessül edip karşımıza çıkar. Gözü açık olanlar, her zaman onu görebilir. Rasûl-i Ekrem’in yolunda canını vermişliğin mükâfatı olarak o, nerede adı söylense orada hazır bulunur. Bu şeref ve paye, dünden bugüne, kendisini verip gönül bağladığı büyük dâvâ uğrunda izzet ve onuruyla ölen herkeste müşahede edilmektedir.


[1] Bkz. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1/515-516; İbn Hacer, İsâbe, 1/191; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 1/313
[2] İbn Kesîr, el-Bidâye, 4/49
[3] Buhârî, Cihâd, 41; Müslim, Fedâilu’s-Sahabe, 48
[4] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe, 2/250, Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, 13/211
[5] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe, 4/134; Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe, 2/45
[6] Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, 13/536-537
[7] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 4/134-135; İbn Kesîr, el-Bidâye, 7/268