Hz. Ömer
Aklı başında hemen her insan, bu ciddi ve candan mücadele ve mücahedenin neticesinde, tacına sorguç takma mânâsındaki şehadeti temenni etmiştir. Hz. Ömer Efendimiz de onlardandır. Hz. Ebû Bekir’den sonra Mescid-i Nebevî’de tam on sene her cuma minbere çıkmış ve Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in ruhaniyetinin müşahedesi altında hutbe okumuştu. "Efendimiz’in ruhaniyetinin müşahedesi altında" diyorum, zira Hz. Ömer’e göre Rasûl-i Ekrem (s.a.v) vefat etmemiştir. O, sadece hücre değiştirmiş, Hz. Aişe’nin hücresinden,[1] saadet hücresi olan yerin altındaki hücresine çekilmiş ve arkada bıraktıklarını âlem-i berzah ve âlem-i misalden seyretmektedir.
Bir gün Ömer (r.a), hutbesinde Adn Cenneti’nden bahseder. Onun genişliğini, kapılarını anlatır ve ardından da oraya ilk gireceklerin Nebiler olduğunu söyler. Ardından Allah Rasûlü’nün kabrine doğru tatlı bir reverans yapıp eğilir ve "Ne mutlu Sana ey şu kabrin sahibi" der. Sonra sözlerine devamla, nebilerden sonra Adn Cenneti’ne gireceklerin özü-sözü doğru "sıddıklar" olacağını ifade eder ve yine tatlı bir reveransla Hz. Ebu Bekir’in kabrine dönüp, O’na da "Ne mutlu Sana ey şu kabrin sahibi" der. Sonra da Adn Cenneti’ne şehidlerin gireceğini söyler. (Allah Rasûlü, Uhud Dağı lerzeye geldiğinde
اثْبُتْ أُحُدُ فَمَا عَلَيْكَ إِلاّ نَبِيٌّ أَوْ صِدِّيقٌ أَوْ شَهِيدَانِ
"Sakin ol ey Uhud! Üzerinde bir nebi, sıddîk ve iki şehid var"[2] beyanının mazmunu ile O’nun şehid olacağını müjdelemişti). Ömer (r.a), belki de o müjdeli günü hatırlar, susar ve sözlerine biraz ara verir... Herkes, merakla Hz. Ömer’in dudaklarından dökülecek sözü beklemektedir. O ise, kendi kendine şöyle mırıldanır: "Nerede şehadet, nerede sen? Yani, o sana nasip olur mu hiç?" der gibi birşeyler söyler. Biraz daha durur ve konuşmasına devam eder: "Seni Müslümanlığa hidayet eden, seni hicretle serfiraz kılan, seni Peygambere dost yapan, sana Medine’de yaşama imkânı veren Allah, inşaallah sana şehadeti de nasip eder.."[3] Hz. Ömer (r.a)’in en büyük ideali budur. O "Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu"[4] sözüyle serfirazdır. O Allah Rasûlü’nün massettiği ledünnî ilmi ikinci derecede masseden insandır. O ümmetin önünde bir kâmet-i bâlâdır. Bununla beraber O, mücadele ve mücahede dolu hayatını bir tâç halinde başına koyarken, şehadeti de sorguç olarak bu tâca yerleştirme arzusundadır.
Bu hutbesiyle, mescidde namaz kıldırırken bağrından yediği hançerle yere serilmesi arasında ne kadar bir süre geçti bilemiyoruz. Tarih, bu mevzuda bize kat’i birşey söylemiyor ama, muhtemelen o hutbeyi irad ettiği zaman Hz. Ömer son günlerini yaşıyordu ve zımnî bir ölüm temennî ve arzusu içindeydi. Artık Rasûl-i Ekrem ve Ebû Bekr’in firakına tahammül edemez hale gelmişti. Onun için, nice defalar ellerini kaldırıp, büyük bir iştiyakla, "Allah’ım, Sen’den Sen’in yolunda şehadet ve peygamberinin köyünde ölmek istiyorum"[5] diye yaptığı dua, ağlaya ağlaya kıldığı ve hıçkırıklarıyla arkadakileri de ağlattığı namazlarının birinde kabul oluyor ve bağrından yediği hançerle Hz. Ömer şehidlik mertebesine de ulaşıyordu...[6]
Aslında biz, öbür âleme iştiyakla Allah için dökeceğimiz iki damla gözyaşı ve iki damla kanın, O’nun yanında nasıl hora geçtiğini bilsek, güvercinler gibi kanat çırpar, o hal ve o havayı yakalamayı bin şevk ile ister ve arzu ederdik. Ancak bu da yine belli bir imân ve iz’ana bağlıdır. Mevzu ile alâkalı olarak Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
عَيْنَانِ لا تَمَسُّهُمَا النَّارُ عَيْنٌ بَكَتْ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَعَيْنٌ بَاتَتْ تَحْرُسُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ
"İki göz vardır ki cehennem ateşi görmez: Allah korkusundan ağlayan göz, harb meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü."[7] Evet, Allah bu iki damlayı işte o kadar çok sever. Bu sebeple, Allah katında sevimli olan şeylere gönül bağlayan ve kendini böyle şeylere hazırlayan insan, kat’iyen bu dünya hayatının sûrî zevk ve sefalarına temenna etmez, dünya karşısında bel kırıp boyun bükmez; aksine, bütün dikkat ve hassasiyetiyle öbür aleme müteveccih olur. Ne var ki, bütün bunlar bir irfan işidir. İnsanın irfana ermesi ise, en çetin ve en zor meselelerdendir. Bizim anladığımız mânâda irfan, insanın içinde yanan öyle bir imân şem’asıdır ki, insan onun aydınlığında dünyayı gördüğü gibi ukbayı da görür. Dünyaya ait şeyleri mütâlâa ve müşahede ettiği gibi ukbaya ait şeyleri de müşahede ve mütâlâa eder. O zaman insanın içinde ahirete karşı apayrı bir iştiyak uyanır ki, aklı başında olan hiç kimse, Allah yolunda mücahedeye ve bu uğurda elde edeceği şehadete hiçbir şeyi tercih edemez. Ebedî güzeli ve ebedî güzellikleri gören bir kimse nasıl olur da, şu fânî ve fena dünya hayatına meyleder ki?
[1] Müsned, 6/89; İbn Sa’d, Tabakât, 2/229
[2] Buhârî, Fedailü Ashâbi’n-Nebî, 6; Ebû Dâvûd, Sünne, 8
[3] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid 9/54; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, 14/645
[4] Tirmizî, Menâkıb, 18; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9/68
[5] Buhârî, Medîne, 29; İbn Sa’d, Tabakât, 3/331; Ebû Nuaym, Hilyetü’l Evliyâ, 1/53
[6] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe, 4/178; İbn Sa’d, Tabakat, 3/354
[7] Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 12; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, 3/141
- tarihinde hazırlandı.