Şefkat

Tebliğ insanı, her şeyden evvel bir şefkat kahramanı olmalıdır. O, kaba kuvvet kullanarak hakkı kabul ettirme gibi bir yanlış yola tevessül etmemelidir. Zaten Allah (c.c)'a îmanın kalbte oturaklaşması da böyle bir yolla asla mümkün değildir. İrşâdda şefkat, kalb ve gönülleri eritir; muhatabın gönlünü Allah ve Resûlü'nü kabule hazır hâle getirir.

Tebliğ adamı, muhatabını ikna ederek inandırır, ilmiyle yoğurur ve faziletleriyle kendine cezbeder. Tebliğ insanını gören ve onunla tanışan herkesin, onu faziletlerle donatılmış bir abide şahsiyet olarak görüp kabullenişleri, onun söylediklerinin kabulünde tesiri, inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Korkutulan kitleler, meseleleri despot bir hava içinde sergileyenlerin şahsında, onların tebliğ etmek istedikleri hakikatlerden de ürkerler. Tebliğ edilen hakikatler, ne kadar sıcak ve ne kadar can alıcı da olsa, anlatanlardaki soğukluk dinleyenler üzerinde olumsuz tesir icra edecektir. Böyle bir davranış ise fayda değil, sadece zarar getirir. Hiç kimsenin de insanları kendi hatalarından dolayı İslâm'dan soğutmaya ve ürkütmeye hakkı yoktur.

Şefkat, her güzel haslette olduğu gibi, yine Allah Resûlü (s.a.s)'nde zirveleşmiştir. O, büyük dâvâsını şefkat gibi önemli esaslar üzerine oturtmuş ve tebliğini hep şefkatin ılık atmosferi altında yapmıştır. Zaten, إِنَّمَا أَنَا لَكُمْ مِثْلُ الْوَالِدِ 'Ben size bir babanın evlatlarına olduğu gibiyim'[1] diyen birinin başka türlü olması da düşünülemez.

Evet, nasıl olmaz ki! O, daha doğar doğmaz 'ümmetim' demişti. Bu son derece şefkatli bir babanın 'evladım' diyerek gönül meyvesini ve ciğerparesini bağrına basması gibi bir şeydir. Yâkub'un bir tek Yusuf'u vardı. Oysaki ümmetinin her ferdi O'nun için bir Yusuf'tu...

Evet, O, bir babanın evladına olan şefkatiyle bütün ümmetinin her ferdine teker teker bağrını açıyor; ümmetinin her ferdi de O'nu kendi ana-babasından ve hatta kendi öz varlığından daha çok seviyordu. Öyleyse, şefkatten doğan muhabbet ve hürmetle mukabele gören bir davranış, tebliğ adamının ayrılmaz bir vasfı, bir hususiyet ve özelliği olmalıdır. Çünkü şefkatin olmadığı yerde, sevgiden de, hürmetten de söz edilemez. Evet, insanları zor kullanarak belli şeylere itaat ettirmeniz mümkündür. Ancak, onlara tebliğ ettiğiniz hakikatleri zor kullanarak sevdirmeniz mümkün değildir. Halbuki şefkatin açamadığı hiçbir kilitli kapı yoktur. Şefkatle erimeyen buz, başka hiçbir şeyle eritilemez. O hâlde, insanları birbirine karşı sıcak bir sevgi ile bağlamak istiyorsanız, evvela bu gayenin tahakkuku için sizin onlara şefkatle eğilmeniz gerekmektedir.

Evet, insanların hata ve kusurlarını affetmeden ve onlara göstereceğiniz doğruyu şefkatle göstermeden hiçbir ferdî ve içtimaî meseleyi nihaî ölçüde çözemezsiniz. Onun içindir ki Efendimiz (s.a.s), ümmetinin hataları karşısında kendi durumunu bize şu temsil ve benzetme ile anlatmaktadır: إِنَّمَا مَثَلِي وَمَثَلُ أُمَّتِي كَمَثَلِ رَجُلٍ اسْتَوْقَدَ نَارًا فَجَعَلَتِ الدَّوَابُّ وَالْفَرَاشُ يَقَعْنَ فِيهِ فَأَنَا آخِذٌ بِحُجَزِكُمْ وَأَنْتُمْ تَقَحَّمُونَ فِيهِ 'Benimle sizin misaliniz, ateş yakan bir adamın misali gibidir ki; hemen cırcırlarla pervaneler o ateşin içine düşmeye başlarlar. O bunları kovar. Ben de ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. Halbuki siz elimden kaçıyorsunuz.'[2]

İşte Allah Resûlü (s.a.s) bu ifadeleriyle bizim önümüze tebliğ ve irşâd adına büyük bir şehrah açıyor ve bu yoldan gidilirse tebliğin büyük kitlelere mal olabileceğini; aksi görüşler, düşünceler ve yol vurup gitmelerin ise meseleyi sığlaştıracağı, yozlaştıracağı ve en tehlikelisi de bazı insanları gayyaya götürebileceği hakikatini hatırlatıyor.

Evet, eğer sizler, günümüz insanının kalbine şefkatle eğilebilseniz, hemen herkesi, dilgir ve üzüntülü bir kalb gibi dinlemiş olacaksınız. Zira hiç kimse, günahlar içinde yüzüp duruyor ve sefalet içinde yuvarlanıyorken mutlu olamaz. Evet, vicdanı tamamen kararmış ve gönül dünyası bütünüyle tefessüh etmişlerin dışında hiçbir insan, yaşadığı bu çirkef hayatın içinde rızasıyla ve isteyerek duruyor değildir. Ancak, sürçmüş düşmüştür ve çıkmak için de yol bulamamaktadır. Sizin şefkat eliniz, işte ona, aradığı bir çıkış yolunu gösterecektir.

Kendisine bu şekilde şefkatle yaklaşılan ve anlatılacak meseleler kendisine yine şefkatle ve ölçülü olarak anlatılan bir insan, sizin söylediklerinizi o anda kabullenmese bile, hem size hem de anlattığınız meselelere hep yumuşak bakacaktır. Hiç beklenmedik bir zamanda, hiç ümit edilmeyen insanların hidayete açılmaları, bu güne kadar yüzlerce, binlerce misali ile görülen bir realitedir. Zaten o insanlar, sizin vesileliğinizle hidayete erdiğinden, bütün bir ömür boyu size şükran hisleriyle dolup taşacak ve tabii, onun yaptığı bütün salih amellerin bir misli de sizin hasene defterinize kaydolacaktır.

Bir misal ile konuyu biraz daha açalım; bir yangın düşünün ki, o yangında hiç sevmediğiniz bir insan bütün çoluk çocuğuyla beraber yanıyor. Veya bir gemi batmış da sizin hiç tanımadığınız insanlar denizin üzerine yayılmış ve kurtarıcı bir el bekliyorlar.. nasıl ki siz böyle bir manzara karşısında, hiç sevmediğiniz o insanı veya aile fertlerini ya da hiç tanımadığınız denize dökülmüş o insanları hemen kurtarmak için faaliyete geçer, hatta bu uğurda hayatınızı tehlikeye atarsınız. O anda sizi bu işten vazgeçirmek isteyen olsa bile, onun sözlerini de dinlemezsiniz. Zira vicdanınızın sesi, o anda her sesten daha müessirdir. Halbuki söz konusu ettiğimiz insanları yangından veya boğulmaktan kurtarmış olmanız, onların sadece elli-altmış senelik hayatlarıyla alâkalı bir husustur. Pekalâ ya ebedî hayatları itibarıyla kurtulması söz konusu olan insanlar karşısında tavrımız nasıl olmalıdır? İşte, bütün mesele bu espriyi kavrayabilmektir. Evet, O durumdaki insanlara değil kızıp öfkelenmek; onların yaptıklarına karşı sitem bile etmemek, bence vicdan sahibi herkes için bir vecibedir.

Evet, bütün insanlık maddî-manevî, dünyevî-uhrevî felaketler içinde sürüklenip giderken, günümüzün mürşit ve mübelliğleri meseleye bu zaviyeden bakmalı ve müdahale edecekleri hâdiselere de ona göre müdahale etmelidir. Dövmek, hiddet, şiddet mürşide yakışmaz. Yalan ve politik çıkarlar ondan fersah fersah uzaktır. Mürşit, bir sevgi, şefkat ve muhabbet fedâisi olarak vardır. İrşâda muhtaç gönüllerin beklediği de budur. Ve bu konuda, Allah Resûlü (s.a.s) bizim rehberimiz ve rehnümânımızdır. Bakın O'na.. O, insanlara bir kere "Lâ ilâhe illallah" dedirtebilmek için nelere katlandı ve nelere göğüs gerdi! Halbuki O'nu taşlayan, vücudunu kan revan içinde bırakan, namaz kılarken boğazını sıkan veya başına işkembe koyan, geçeceği yollara dikenler serpen insanların, O hep hidayetlerini istiyor ve düşmanlarının bile cennete gitmelerini arzu ediyordu. Yoksa kendi adına onlardan beklediği hiçbir menfaati yoktu. Evet O, Taif'te taşlanmış, yüzü gözü kan içinde bir bağa girip saklanmıştı. Yanında Zeyd (r.a) vardı. Melek imdadına koşmuş, eğer isterse bir dağı kaldırıp bu âsî kavmin tepesine indirebileceğini söylemişti. Ama o şefkat abidesi insan ellerini kaldırarak: أَرْجُو أَنْ يُخْرِجَ الله مِنْ أَصْلابِهِمْ مَنْ يَعْبُدُ الله وَحْدَهُ لا يُشْرِكُ بِهِ شَيْئًا 'Allah'ın, onların neslinden (kıyamete kadar) yalnızca Allah'a ibadet edip O'na şirk koşmayan birilerini göndereceğini ümit ediyorum'[3] demiş ve onlara herhangi bir belanın gelmesini istememişti.

Yine harp meydanında dişi kırılıp yüzüne miğferinin bir parçası saplandığı ve yüzünden dökülen kan yere düşeceği esnada, hemen ellerini kaldırarak âdetâ duâ ile İlâhî gadabın önüne geçmeye çalışmıştı. Evet, O: اللهمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَإِنَّهُمْ لا يَعْلَمُونَ 'Allah'ım kavmime hidayet et, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar'[4] niyazıyla kâfirlerin başına gelmesi muhtemel bir belayı önlemişti ki, bu ifadelerin her bir kelimesinde nasıl bir şefkat ırmağı çağladığı açıktır.

Burada yeri gelmişken, değişik vesilelerle defaatle naklettiğim bir vak'ayı mevzu ile münasebeti açısından burada bir kere daha şerhetmek istiyorum. Yeni hidayete ermiş bir genç, kendisini nurdan bir hâle içinde bulunca, gece-gündüz o nur soluklu insanların meclisine devam eder. Ancak bir defasında, sohbette şiddet ve anarşiye başvuranların akıl almaz tecavüzleri dile getirildiğinde heyecan dolu bir genç: 'Bunların hepsini kesmek lazım' der. Bu sözü duyan, yeni hidayete ermiş genç birden sararır solar ve çığlık dolu bir tonla bu heyecanlı arkadaşına şöyle der: 'Arkadaş, öyle söyleme. Eğer daha birkaç gün önce böyle karar alıp uygulamış olsaydınız, ben bugün sizin aranızda bulunamayacak ve ebedî cehennemi hak etmiş bir zavallı olacaktım. Ama görüyorsunuz ki bugün ben de sizlerden biriyim. O anarşi ve terör ortamına düşmüş insanlar da benim gördüğüm tatlı muameleye muhtaçtır. Aksi hâlde sadece onların âhiretlerini yıkmış oluruz. Bu da ne bize ne de onlara hiçbir şey kazandırmaz..'

Özetleyerek arzetmeye çalıştığım bu sözler, inançsızlık içinde kıvranan bütün bir gençlik adına söylenmiş gibidir. Ve ben de o genç gibi âvâzım çıktığı kadar haykırmak istiyorum ki, küfür içinde çırpınan zavallı gençlik, sizin şefkatinize muhtaçtır. Kaba hareketlerle bir şey elde etmek mümkün değildir. Biz hislerimizle değil, akıl ve mantığımızla hareket etmek zorundayız. Esas olan, 'karşımızda' dediğiniz insanları ikna edip gönül dünyasına yönlendirmektir. Ve bence bir mürşid için, ilzam etmek dahi, zaruret olmadıkça başvurulacak bir metot olmamalıdır.

Evet, bir nesil mahvedildi.. mescide giden yolların üzerine hevesât barikatı kuruldu. Cismaniyet onun mihrabı hâline getirildi.. ve ona din, îman ve Kur'ân adına hiçbir şey öğretilmedi. Şimdi bu nesil bir girdap içinde çırpınıp duruyor. Bu gayet normal ve beklenen bir netice... Kızılacak ve öfkelenilecek olan bu zavallı nesil ve bu zavallı gençlik değildir. Esas, inananların lânetini hak edenler, onları bu maceraya sürükleyenlerdir. Bir kusur varsa bu onlarındır. Gençlik tamamen suçsuzdur demiyorum; ancak onun suçluluğunu hiddetle yüzüne savurmanın, onu kurtarmak adına hiçbir faydası yoktur. Ümidimiz bütün bir neslin bu girdaptan en kısa zamanda kurtarılmasıdır. Zaten bu bizim varlık gayemiz ve idealimizdir. Bunun ötesinde hiçbir düşünce ve mülâhazamız da yoktur. 


[1] Ebû Davud, Taharet, 4; Neseî, Taharet, 35.
[2] Buhari, Rikak, 26; Müslim, Fedâil, 17-19.
[3] Buhari, Bedü'l-Halk, 7; Müslim, Cihad, 111; İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/166-168
[4] Buhari, Enbiya, 54; Müslim, Cihad, 105; Kadı İyaz, Şifâ, 1/105