Tebliğ ve Fert-Toplum Münasebeti
Allah Resûlü (s.a.s), bir hadîs-i şeriflerinde: 'Müslüman o insandır ki, diğer Müslümanlar onun elinden ve dilinden selâmettedir, teminat altındadır' buyurmaktadır.
Bu hadîsten anlaşılan o ki, Müslüman hiç kimsenin malına, ırzına, namusuna, şeref ve haysiyetine kem gözle bakamaz ve yine Müslüman, hiç kimsenin can güvenliğini tehdit edici bir davranışta da bulunamaz.
Bir kadının, dinin mahrem saydığı uzuvlarına ancak kocasının dokunma hak ve salâhiyeti vardır. Öyleyse, bir başkasının o kadınla münasebeti nasıl caiz olabilir ki? Kadının açık-saçık gezmesi, tamamen kendisini ilgilendiren bir vebaldir. Ancak, onun öyle gezmesi, yabancının ona bakmasına mazeret teşkîl etmez. Meseleye bu kadar hassas yaklaşmak zorunda olan bir Müslümanın, -rica ederim- bakmanın ötesinde dinin büyük günah saydığı bir haramı irtikap etmesi düşünülebilir mi? Münferit sürçmeler, her toplumda ve her zaman olagelmiştir; mesele kast ve temadiyle alâkalıdır.
Ben öyle gençler tanıdım ki, çarşıda, pazarda zarurî olarak gezerken dahi, gözüne bir haram ilişecek olsa, o günaha keffaret olur düşüncesiyle harçlığını tasadduk edip tevbe kapısına koşuyorlardı. Esasen her Müslüman, ahlâk itibarıyla böyle olmalıdır. Zira Müslüman, diğer Müslümanların kendisinden emin olduğu insandır.
Evet, Müslüman bir başkasına ait tek lokmaya dahi el uzatamaz. Yanında yeryüzü dolusu altın olsa ve bütün bunlar bir başkasına aitse, ondan bir gram dahi istifade etmeyi düşünmez, düşünemez. Zira o, emniyet ve güven insanıdır. Zaten İslâm topluluğu, böyle fertlerden meydana gelmiş bir topluluktur. Böyle bir topluluktan hiç kimsenin endişe etmeye de hakkı yoktur. Yukarıdaki hadîsin mefhum-u muhalifi de işaret etmektedir ki, kâfir, bir başkası onun elinden ve dilinden emin olmayan insandır. İnsanlık, bugün ilhadı temsil eden ne kadar insan varsa, onlardan hangi ölçüde endişe etse haklıdır. Çünkü bunların hiçbirinde tam emniyet hissi yoktur. Zaten tarihî hâdiseler de bunun canlı birer şahidi değil mi? Halbuki Müslümanlık, kendi müntesiplerini faziletlerle donattığı içindir ki, Müslümanın ahlâk ve ruh yapısı, diğer insanlardan çok farklı olmaktadır; olmalıdır da. Zira, onun içinde yaşadığı cemiyet, ahlâksızlığın her çeşidine karşı kapısını kapamış ve dinin münker kabul ettiği bütün çirkinliklere karşı bir tavır belirlemiş sayılır. Durum böyle olunca, Müslümanların meydana getirdikleri toplum veya milletler sefil arzuların kol gezdiği topluluklardan elbette çok ayrıdır ve her zaman çevrelerine burcu burcu bir lâhutîlik neşrederler. Evet, evvelâ böyle olmak, sonra da bu oluşu başka yerlere taşımak, işte Müslümanın en birinci vazifesi..!
Demek oluyor ki, bu vazife evvelâ fert planında icrâ edilmeli sonra da cemiyet ve devlet planında ele alınmalıdır. Hiç şüphesiz aydınlık bir topluluk nûranî insanların bir araya gelmesiyle teşekkül ve tekevvün eder. Böyle bir tekevvün ise, artık fertleri değil, kitleleri ve milletleri topluca kendine cezbeder. İşte, bu küllî hakikati en parlak bir biçimde izah ve ispat eden misallerden birisi Necaşi'nin Müslüman oluşu hâdisesi:
Necaşi, Habeş hükümdarıdır. Bir milletin başında ve o milleti temsil ederken kendisine dehalet edip sığınan bir avuç Müslümanı himayesine almış ve zamanla onların söz ve davranışlarından, hareket ve tavırlarından, nasiyelerinde ışıldayan nur ve sinelerinde çarpan îmandan hakikate, giden aydınlık yolu sezmiş ve derhal Allah Resûlü (s.a.s)'ne teslim olmuştu. Bu o sarayda yapılan emr-i bi'l-maruf'un bir semeresi olmakla beraber, o bir avuç topluluğu meydana getiren fertlerin, Necaşi'ye diyecekleri şeyleri, evvela kendi dünyalarına söylemiş olmalarının da bir neticesiydi. Başka bir ifadeyle, Necaşi'nin gözlerini kamaştıran, onların dudaklarından dökülen sözler olduğu kadar, bizzat kendi şahsiyetlerine sindirdikleri ve onların manevî yanlarını teşkil eden faziletleriydi.
Necaşi'nin, Efendimiz (s.a.s)'e yazdığı mektup, baştan sona edeple doludur. Daha sözünün başında: 'Allah Resûlü'ne, Necaşi'den..' demesi yani, o günkü âdete göre, büyüklüğünü kabul ettiği şahsın ismini öne geçirmesi; mektubun muhtevası, hem onun ruhunda aniden nasıl bir mevcelenme meydana geldiğini göstermesi bakımından, hem de ifadelerdeki edep bakımından tekrar tekrar okunmaya değer bir metindir.
Hele ona ait şu söz ne kadar çarpıcıdır: 'Ya Resûlallah, istersen hemen gelirim. İstersen burada kalır kavmimi irşâd ederim..' Bir başka gün ise o, inkisar içinde, iki büklüm ve şöyle demektedir: 'Keşke şu saltanata bedel, Allah Resûlü (s.a.s)'nün yanında bir hizmetçi olsaydım!'[1]
Necaşi'yi bu hâle getiren, bir grup sahabede gördüğü İslâmî yaşantı ve onların dudaklarından 'lal ü güher' sözlerdi. Hâdiseyi anlatanlar, meseleyi şöyle naklederler: 'Mekke, Müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Kimse canından, malından, ırzından, namusundan emin değildi. İşte bu esnada, Habeşistan'a hicret izni verildi. Oraya hicret edildi ve Müslümanlar, Habeşistan'da beklenenin çok üstünde bir alâka gördüler ve aziz birer misafir gibi ağırlandılar. Fakat Mekke müşrikleri, onlara bütün dünyayı dar etme azmindeydiler. Aralarında görüştüler ve Habeşistan'a bir heyet göndermeye karar verdiler. Başlarında da, daha sonraların büyük sahabisi, siyasî dâhi Amr b. As (r.a) vardı. Onlar Necaşi'yi Müslümanlar aleyhine kışkırtacaklar, o da, onları himaye etmeyi bırakacaktı. Böylece Müslümanların ümitlerine bir darbe daha vurmuş olacaklardı.
Hükümdar, onları uzun uzadıya dinledi. Mekke müşrikleri, akıllarına gelebilen bütün iftiraları ortaya döktü ve Necaşi'ye tesir etmeye çalıştılar. Ama Necaşi, mürüvvet abidesi bir insandı. Kendisine dehalet etmiş bu insanları böyle sudan bahanelerle dışarıya atamazdı. Bu düşüncelerini bizzat Kureyş'ten gelen heyete de söyledi. Onları dinlemedikçe bu konuda bir hükme varmayacağını açıkça ifade etti. Nihayet Müslümanlardan bir grup saraya davet edildi. Başlarında Cafer b. Ebî Talib (r.a) vardı. Mekke'nin en soylu insanlarından olan Cafer, Allah Resûlü (s.a.s)'nün amcasının oğluydu. Hz. Ali (r.a)'nin de büyük kardeşiydi. Müslümanlar, sözcü olarak onu seçmişlerdi. Aralarında bir birlik ve vahdet vardı. Sanki tek vücut, tek bünye gibiydiler. Ve onların bu birbirlerine bağlılıkları gözden kaçacak gibi de değildi.
Hükümdarın huzuruna girenler secde ederlerdi. Bu, o günün protokolü sayılırdı. Ama Müslümanlar, krala secde etmediler. Çünkü bir Müslümanın Allah (c.c)'tan başkasına secde etmesi caiz değildi. Onların bu davranışı müşrik heyetini sevindirmişti. Şimdi Necaşi kızıp, bunları huzurundan kovabilir diye düşünüyorlardı. Ama Necaşi, yukarıda da arzettiğimiz gibi, bir fazilet timsaliydi. Günümüzde demokrasiyi temsil ettiklerini söyleyenler, keşke ondört asır evvel yaşamış bu Habeşli'deki demokrasiyi temsil edebilselerdi! İşte o zaman söylediklerinde bir hakikat payı bulunabilirdi!
Necaşi, Müslümanlara bazı sorular sordu. Cevabı Cafer (r.a) verdi: 'Biz, cahil bir kavimdik. İçki içer, kumar oynar, zina eder, insan öldürürdük. Bütün kötülükleri irtikap eder; fakat tek faziletli iş işlemezdik. (Yirminci asrın cahiliyesi de öyle değil mi?). Allah (c.c), içimizden bir peygamber gönderdi. O bize doğru yolu gösterdi. Bizi her türlü kötülükten çekip çıkardı ve her türlü faziletle donattı..'
Cafer (r.a), daha neler anlattı, neler söyledi! Necaşi, kendinden geçmiş onu dinliyordu. Hz. İsa (a.s) ve Hz. Meryem hakkındaki kanaatlerini sordu. Cafer (r.a), huşû içinde ona Meryem sûresini okudu. Âyette anlatılanlar Necaşi'nin bam teline dokunmuştu. Hıçkırıklarını tutamamış, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Sonunda eğildi ve yerden ince, gözle zor görülecek kadar küçük bir çöp aldı ve tarihe; 'dur, beni dinle' diyecek çaptaki şu sözleri söyledi: 'Allah'a yemin ederim ki, sizin peygamberinize nazil olanlarla, Hz. İsa'ya inenler arasında şu çöp kadar dahi fark yoktur..!'
Evet, fark yoktu. Çünkü bütün peygamberlere gelen vahiyler aynı kaynaktan fışkırıp geliyordu.
Necaşi, müşrikleri getirdikleri hediyelerle birlikte geriye çevirdi. Müslümanları himaye edeceğini ilan etti.[2] Çünkü, Müslümanlarda, çok kısa bir müddet görüşmesine rağmen, çok büyük fazilet ışıltıları müşahede etmişti ve bu da onun din olarak İslâm'ı seçmesine yetmişti.
Evet, tekrar başa dönecek olursak, bu kudsî ve ulvî vazife, fert planında ele alınıp yapılmazsa, fazilet toplumunun meydana gelmesini beklemek, hayalden öte bir değer ifade etmez. Zira, fert ve cemiyet arasında çok ciddî bir alâka vardır. Cemiyet fertlerden meydana gelir. Dolayısıyla faziletle donatılmış fertlerden meydana gelen bir cemiyet de faziletli bir cemiyet olacaktır. Öte yandan fertler kazandıkları faziletleri nasıl korumak zorunda iseler cemiyetler de, aynı şekilde daha önce kazanmış oldukları faziletleri koruma zorundadırlar. Yukarıda da kısaca temas ettiğimiz gibi, insanın kazandığı faziletler ezelî olmadığı gibi ebedî de değildirler. Ortada bir keynûnet söz konusudur. Dolayısıyla, elde edilen fazilet ve hayırlı oluş, o fazileti kazandıran şartların devamını iktiza etmektedir. Bu mevzuda nebilerin dışında da hiç kimse garanti altında değildir. Onlara da bu garanti, ileride iradeleriyle elde edecekleri fazilet mücadele ve zaferine peşin bir ücret olarak verilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, ilâhî ilmiyle onların istikbalde varacakları noktaları bilmiş ve ilâhî avanslarla daha önceden onları mükâfatlandırmıştır. Öyleyse nebilerin dışında kalanlar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, kazandıkları ve elde ettikleri makamları her zaman korumak zorundadırlar. Aksi hâlde her zaman düşüşler ve elde edilenleri kaybedişler söz konusu olabilir. Buradan varmak istediğimiz netice şudur: Emr-i bi'l-maruf'un fert ve cemiyete kazandırdığı faziletler, yine emr-i bi'l-maruf ile korunacak ve devam edecektir. Aksi hâlde yavaş yavaş bir gerileme başlayacak ve bu gerileme, o konudaki kusurlu toplumun tükenişiyle neticelenecektir. Böyle bir duruma düşmemek için, metafizik gerilimin daima canlı tutulması gerekmektedir. Bu ise yine 'emr-i bi'l-maruf nehy-i ani'l-münker'le mümkündür. Yani bu kudsî vazife hem hayattır, hem de hayatı koruyacak şarttır. İşte, belki de bu sebeple, Nebiler Serveri (s.a.s), bazı kişilerden biat alırken veya başka bir ifade ile onların biatlarını kabul ederken, 'emr-i bi'l-maruf'u biat şartı olarak söylemiştir. Meselâ Cerir b. Abdullah el-Becelî (r.a)'nin biatını bu şartla kabul etmişti ki, bu büyük sahabi bize bu hususu şöyle anlatır:
بَايَعْتُ رَسُولَ الله r عَلَى إِقَامِ الصَّلاةِ وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ وَالنُّصْحِ لِكُلِّ مُسْلِمٍ
'Ben, Allah Resûlü'ne biat ettim. Benden söz alırken şu şartlarla biatımı kabul buyurdu. Namaz kılacak, zekat verecek ve önüne gelen herkese nasihat edeceksin.'[3] Bu apaçık 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker' yapacaksın demekti.
Ayrıca bu kudsî vazife, insanı diğer ibadetlerin faziletlerinden de hissedar kılar; zira çünkü 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker' yapan bir insan, kendini bütünüyle bu vazifeye adamış bir fedâi, evvela yaptığı bu vazife ile zaten faziletlerle donatılmış ve her türlü fazilete motive olabilecek hâle gelmiştir. Sonra o, nebilerin yaptığı ve nebilerin hayatının gayesi olan bir işi, hem de işlerin en çetinini, en ağırını yapmaktadır. Elbette ki, üstünlüğü de o seviyede olacaktır.
Bakın, Kur'ân, bu kudsî vazifenin ağırlığına Hz. Lokman'ın evladına yaptığı tavsiyeleri anlatırken nasıl işaret buyuruyor:
يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلاَةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأُمُورِ
'Ey oğulcağızım! Namazını dosdoğru kıl, emr-i bi'l-maruf nehy-i ani'l-münker yap, sana isabet eden belalara da sabret. Muhakkak ki bunlar işlerin en zor olanlarındandır.' (Lokman sûresi, 31/17).
Burada da görüldüğü gibi, Hz. Lokman oğluna evvelâ namazı dosdoğru kılmasını, ardından da 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker' yapmasını öğütlüyor. Ve sanki oğluna şunları söylemek istiyor: 'Oğlum, namazı olmayan insanın cihadı da olmaz. Namaz bütün ibadetlerin kabul şartıdır. Onun için evvela sen, Rabbine karşı bu kulluğunu tam olarak yerine getir. Sonra da, sendeki bu dinamikle etrafına iyiliği emredip yaymaya, kötülüğü de menedip engellemeye çalış. Sen bunu yaparken, muhakkak ki, başına çeşitli gaile ve belâlar gelecektir.. onlara da daha işin başında sabretme azminde ol.' Evet, hiçbir dâvâ adamına, musibet ve belâ sürpriz değildir; aksine o, beklenen bir hâdisedir. Çünkü bugüne kadar bunun istisnası görülmemiştir; görülmemiştir, zira bu iş ancak büyüklerin altından kalkabileceği veya mükâfatını ancak Cenâb-ı Hakk'ın takdir edebileceği büyük işlerdendir. Ve bu büyük işler, onları âhirette büyüklerin yanına yükseltecek; getirecek ama, onlar burada, büyüklere mahsus ve onların ayırıcı vasfı olan belâ ve musibetlere dûçâr olacaklardır. Bu durumda da onlara, yine büyüklere yakışır sabır gerekmektedir.
Bu vazifenin ehemmiyetini ve aynı zamanda ağırlığını Efendimiz (s.a.s) bir hadîslerinde şöyle beyan buyurur:
'Ümmetimin en hayırlısı, cahiller arasında cihada ve belaya maruz kalan kimselerdir.'[4] Ve başka bir hadîs de bu hükmü teyit eder mahiyettedir:
الْمُسْلِمُ إِذَا كَانَ مُخَالِطًا النَّاسَ وَيَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ خَيْرٌ مِنْ الْمُسْلِمِ الَّذِي لا يُخَالِطُ النَّاسَ وَلا يَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُم
'İnsanların cefasına katlanarak onların arasında bulunan mü'min, onlardan ayrı durup, cefalarına katlanmayan insandan daha çok ecir kazanır.'[5]
Evet, çirkef bir cemiyetin içinde bulunup da 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker' yapma, bir kenara çekilip kendini ibadet ü taate vermekten daha üstün bir ibadettir. Eğer bu kudsî vazife, şahsî ibadetlerden daha üstün olmasaydı, Allah Resûlü (s.a.s) evinden dışarıya çıkmaz; daimâ Cenâb-ı Hakk'tan gelecek tecellilere gönlünü makes yapmakla meşgul olur ve insanların arasına hiç mi hiç girmezdi. Ve yine eğer bu vazife diğer amellerden, bilhassa uzletten daha hayırlı olmasaydı, bizzat Efendimiz (s.a.s): يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ & قُمْ فَأَنذِرْ 'Ey örtüsüne bürünen Nebi! Kalk ve insanları inzar et!' (Müddessir, 74/1,2) hitabına muhatap olmazdı. Evet, din bütünüyle nasihattır. Din, 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker'dir. Allah Resûlü (s.a.s), ashabına bu fermanı vermiştir. O (s.a.s): 'Din nasihattır' deyince sahabi: 'Kimin için (nasihattır)?' diye sormuş, Efendimiz (s.a.s) de: 'Allah için, Kitabı için, Peygamberi için, Müslümanların imamları için ve bütün Müslümanlar içindir'[6] cevabını vermişti.
O hâlde mü'min, durup dinlenmeden Rabbini anlatacak ve onun en büyük meselesi de yine Rabbini anlatmak olacaktır. Hem o, kendisini öylesine bu işe verecektir ki, Rabbini anlatamadığı gün, uykuları kaçacak, iştahtan kesilecek ve o günü yaşamamış kabul edecektir. Ve yine onun en büyük dertlerinden biri de Allah Resûlü (s.a.s)'nü anlatmak olacaktır. O'nun bu kudsî dâvâ uğrunda yaptıklarını, katlandıklarını anlatacak, anlatacak ve inanan insanların O'nu örnek almalarını sağlayacaktır. Keza, Rabbinin kendisine bir name, bir davetiye olarak gönderdiği kitabullahı anlatacaktır. O kitap ki, Rabbimiz onu bize rehber ve yol gösterici olarak göndermiştir. O kitap ki, şeref ve haysiyetimiz ona emanet ve ona bağlılığımızla orantılıdır. Tarihin şehadetinden biz bunu anlıyoruz. İslâm âlemi, ne zaman ona sarılmış ve onun hükümlerini içine sindirerek yaşamışsa, hep zirvelerde dolaşmış; ne zaman da elini ondan gevşetmişse derbeder olmuştur.
Burada, bir tahassürümü ifade etmeden geçemeyeceğim. Tahassür dedim, zira düşündükçe beni iki büklüm eden bir vak'anın rapor edilmesi, benim için cidden tahassürdür.
Günümüz Müslümanı, kitabullahın dilinden anlamaz hâle gelmiştir. Kur'ân bir vadide, onlar başka bir vadidedir. Kur'ân'a bağlılık tamamen şekilciliğe dönüşmüştür. Kur'ân'ı biraz aşağıda tutan birini görünce ikaz eden ve Kur'ân'ın her zaman göbekten yukarıda tutulması gerektiğini söyleyen -ki dinin böyle bir emri yoktur, bu sadece bir edep ve saygı ifadesidir- insan görürsünüz ki, yaşantısı Kur'ân'a taban tabana zıttır.
Kur'ân'ına sahip çıkmayan, onun temsil edilmesini hayatının gayesi bilmeyen bir insan, ünvanı ne olursa olsun, âhirette, Kur'ân'a karşı takındığı bu tavır ile cezalandırılacaktır. O, dünyada iken Kur'ân'ı alıp bir mahfazaya yerleştirmiş, sonra da bir duvara asmış olsa bile, kim bilir belki kendisi de, âhirette kafa ve ayaklarından asılmak suretiyle, dünyadaki günahının cezasını ödeyecektir. Ah! Bir kerecik olsun gayp perdesi aralansa da, vâiziyle, müftüsüyle, yazarıyla, düşünürüyle, okuruyla, dinleyeniyle, okuldaki muallimiyle ve cemaatiyle bu insanlar, Kur'ân'dan kopuk kalmalarının cezasını ve akıbetini tablolar hâlinde görüverseler... Ama ihtiyar elden alınması mânâsına gelen böyle bir tecelli imtihan sırrına muhaliftir.
Âhirete ait tabloyu görmek için perde-i gaybın aralanması dedik; aslında, dünyadaki akıbeti görmek için birazcık düşünmek kafidir zannediyorum. Kur'ân'dan uzak kalışımızın faturasını kimlere ve nasıl ödediğimiz, gün gibi aşikâr değil mi? Öyle ise, acaba daha hangi zilleti bekliyoruz ki, bizim Kur'ân'a sarılmamıza vesile olsun? Ve hangi büyük mezellettir ki, bizi Kur'ân'a koştursun? Hayır, bu gidişe bir 'dur' demeli ve tek kurtarıcının 'Kitabullah' olduğunu bütün âlem-i İslâm bilmelidir. Şanı yüce Nebi (s.a.s), bize bunu anlatmak için gelmiştir. Ve insanlık O'nu anladığı ölçüde insanlığa yükselecektir.
Netice itibarıyla insan, ferdî planda yaptığı bu kudsî vazife sayesinde, îmana uyanmalarına vesile olduğu şahısların bütün sevaplarının yekününe denk sevap kazanabilir. Bunun mânâsı şudur: Diyelim ki siz, bir insanı namaz, oruç, zekat veya irşâd gibi mevzularda ikna ettiniz ve o şahsın bu amelleri işlemesine vesile ve vasıta oldunuz. Şimdi o şahsın işlediği ve işleyeceği bütün bu amellerden hasıl olan sevabın bir misli de size kaydedilecektir. Zira: إِنَّ الدَّالَّ عَلَى الْخَيْرِ كَفَاعِلِهِ 'Bir hayra delâlet eden onu işleyen gibidir'[7] inşirah-bahş düsturu Söz Sultanı'na aittir.
Ayrıca sizin irşâdınızla yola gelen bir şahsın, diğer insanları irşâd ile elde ettiği neticelere ait sevaplar da, yine sizin defterinize kaydedilecektir. İşte, bu yolda, yapılan küçük bir amel insana böyle küllî sevaplar kazandırmaktadır ki bu da 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker'in ne kadar önemli olduğunu gösterir. Allah Resûlü (s.a.s) bir başka hadîslerinde:
'Kim güzel bir çığır açarsa, açtığı çığırın bir misli sevabı da onadır..'[8] buyurarak bu gerçeği bir başka zaviyeden dile getirir. Evet, hadîsin belirttiğine göre onun açtığı çığırdan yol tutup gidenler, ister kişinin yakınları, akrabaları, isterse tamamen yabancı ve tanımadıkları olsun, bir şey değişmez.
Zira, güzel bir çığır açma, dini yönden içtimaî hayatımızın ölü bir noktasına hayat nefhetme, orayı canlandırma ve bunu cemiyete mal etme; biz ölüp gitsek dahi, defterimizin o noktasının açık kalmasını sağlayacaktır. Aslında, diğer hasenat çeşitlerini de buna kıyas edebiliriz...
Unutmamalıyız ki bir gün hepimizi cansız bir ata bindirip, karanlık bir çukura indirecekler. Üstümüze toprak örtüp başımıza da bir taş dikecekler. Dost, kardeş, arkadaş, yar, yâran ve ana-baba kim varsa, bize dünyada iken en yakın olanlar dahil hepsi, bizi orada bırakıp gideceklerdir. Halbuki, açtığımız o güzel çığırdan gelen sevaplar oluk oluk üzerimize akacak, kabrimizde nurdan seylaplar meydana getirecek; uhrevî âlemimiz ak ve apaydın olacaktır. Bu durumda bizler cismaniyetimiz yönüyle ölmüş olsak bile, dünyada iken attığımız tohumlar itibarıyla, dipdiri ve kıyamete kadar yaşamış olacağız. Düşünün bir kere, Hz. Muhammed (s.a.s) ebedî âleme göçeli on dört asır gibi bir zaman oldu. Buna rağmen yeryüzünde O'nun kadar diri, O'nun kadar canlı ve her gün hasenat defterinin bütün sayfaları baştan sona açılan ve asla kapanmayan o ölçüde kim vardır? O'ndan sonra da, derecesine göre içtimaî yapıya altın kerpiçler koyanlar gelir ki, bu işin de şimdiye kadar milyonlarca namzedi olmuştur; olmuştur ve hepsi de vesile oldukları oranda sevaba hak kazanmışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti, bu denli engindir. Yeter ki insan, kendini o rahmete ulaştıracak yola girmiş olsun.
Efendimiz (s.a.s) bir hadîslerinde:
كُلُّ الْمَيِّتِ يُخْتَمُ عَلَى عَمَلِهِ إِلاّ الْمُرَابِطَ فَإِنَّهُ يَنْمُو لَهُ عَمَلُهُ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ
'Herkesin amel defteri vefatıyla kapanır, mühürlenir. Ancak murabıtın amel defteri kıyamete kadar nemalanır durur'[9] buyururlar.
Evet 'murabıt'; kendisini hak yoluna adamış, dâvâsından başka hiçbir şey düşünmeyen insandır. O, memleketine sızacak bütün tehlike deliklerini tıkamayı hayatının gayesi edinmiş ve bununla beraber kendisine akseden yümün ve bereketi de, başkalarına intikal ettirmeyi en büyük vazife telâkki etmiştir. İşte böyle bir insanın amel defteri asla kapanmaz, her an nemalanıp durur. Nitekim İslâm tebliğ tarihi içerisinde öyleleri vardır ki, binlerce tohum atmış; fakat bir tek tebessüm goncası göremeden gitmişlerdir. Ama öyleleri de vardır ki, elli sene sonra attığı tohumlar yeşermiş, her taraf bahara dönmüştür. Ve bütün bunların sevabı, onların kabirlerini bir ışık merkezi hâline getirmiştir. Evet, Cenâb-ı Hakk, onların amelini nemalandırmış; onları kabrin fitnesinden koruyup muhafaza etmiş ve oraya oluk oluk nurlar göndermiştir. Demek ki o insanlar, sadece cismaniyet itibarıyla ölmüş, sevap cihetiyle yaşamaktadırlar. Hatta o insanlar, böyle bir amele muvaffak olamayan sözde diri insanlardan daha canlı bir şekilde yaşamaktadırlar.
[1] Ebû Davud, Cenâiz, 56; Beyhaki, Delâil, 2/300; İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/88; Ebû Nuaym, Delâil, 1/252
[2] Sîretü İbn-i Hişam, 1/358-362; İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/88; Ebû Nuaym, Delâil, 1/243-253; Beyhaki, Delâil, 2/301-303
[3] Buhari, İman, 42; Müslim, İman, 97; Tirmizi, Birr ve Sıla, 17; Darimî, Büyû', 9
[4] Deylemî, el-Firdevs, 2/174
[5] Tirmizi, Kıyamet, 55; İbn Mâce, Fiten, 23; Müsned, 2/43
[6] Buhari, İman, 42; Müslim, İman, 95; Ebû Davud, Edeb, 59; Tirmizi, Birr ve Sıla, 17; Neseî, Bey'at, 31
[7] Tirmizi, İlm, 14
[8] Tirmizi, İlm, 15; Müsned, 2/505; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Dârimî, Mukaddime, 44
[9] Ebû Davud, Cihad, 16; Tirmizi, Fedâilü'l-Cihad, 2
- tarihinde hazırlandı.