Karamsarlığa Bir Neşter

İnsanoğlu var olduğu günden beri, çok defa hep başka bir dünya özlemi içinde bulunmuş ve zaman zaman da yaşadığı dönemi yerden yere vuragelmiştir. Böyle bir mülâhaza, vicdandaki ebet arzusu veya yitirilmiş bir Cennete iştiyaktan kaynaklanması itibarıyla bir açıdan tasvip görebilir, hatta takdir de edilebilir. Ancak içinde bulunduğumuz zamandan şikayetin sesi-soluğu olması ya da ümitsizliğin ve karamsarlığın aks-i sadâsı gibi duyulması açısından böyle bir mülâhazayı tasvip ve takdir etmek bir yana, mutlaka üzerinde durulması gereken bir hastalık olduğu kanaatindeyim. Hususiyle böyle bir mülâhaza, bütün yerleşik düşüncelere, millet ruhuyla test edile edile gelişmiş ve kökleşmiş örflere, âdetlere karşı ise, onun marazî bir ruh haletinin tezahürü ve sosyal bir paranoya olduğunu düşünmek daha yerinde olacaktır.

Bilhassa günümüzde, tamamen paradoksal mülâhazalarla, geçmişten bugüne umumun kabul ettiği her şeyi sorgulama, hatta her eskiyi, eskimiş sayarak kaldırıp atma ve şayet varsa beğenilmeyen şeylerin yerine yeni, olumlu ve millî ruh televvünlü değişik alternatifler ikâme edileceğine, isyancı bir ruh hırçınlığıyla "Şimdilik her şeyi yıkalım; ille de bir şey yapılacaksa onu sonra düşünürüz." şeklinde tahrip eksenli hareket edilmektedir.

Böyle isyancı ve hezeyan televvünlü bir düşünce tarzı; devrini tamamlamış, artık gitmesi gereken köhne fikir ve anlayışların ayıklanıp atılması ve onların yerini de ter ü taze yeni yorum, yeni fenomenlerin alması arzu, iştiyak ve hasretinden tamamen farklı olduğu gibi, iyi-kötü demeden hemen her şeye rahatlıkla intibak edebilen zayıf karakterlere karşı, mutlaka gösterilmesi gerekli bir tepki de değildir. Bence böyle bir tavrın temelinde isterik bir hafakan, fikrî bir teşevvüş, avamca bir tehevvür, bir ruh hezeyanı ya da fantastik mülâhazalarla yeni bir şeyler söyleyebilme cehdi söz konusudur ki, böyle davranan bir şahıs bazen kelime ve mefhum hokkabazlığı, bazen de değişik ibham ve iğlâklarla, bir yandan kendi sığlığını saklamaya çalışırken, diğer yandan da -onlara da fikir denecekse- fikirlerini anlaşılmaz hale getirerek hep kendini peyleme peşindedir; peşindedir ve her sözü, her düşüncesi, her haliyle hep yeni meftunlar aramakta ve her zaman nefsinin meftunu olarak oturup kalkmaktadır.

Duygu ve düşüncelerinde, sürekli bir iç diyalektik ve birbirini nakzeden tezatların kol gezdiği böyle bir ruh mâlûlü için sözü edilen durumlar tabiî kabul edilse de bu şekilde çarpık bir ruh hâletinin birer tereddüt ve teşevvüşe dönüşerek bütün toplumu tesiri altına alması karşısında sessiz kalınamaz.

Bazen bu tarz ve bu üslûp, değişik buhran ve bunalımlar içinde bulunup da sık sık kendi nefsiyle hesaplaşan ve kendi düşüncelerini tenkit edip sorgulama cesaretini gösteren seviyeli dimağ ve dâhi ruhların alternatif sistemler arama gayretinde de görülebilir. Ama, bu iki şey, serâ ve süreyyâ farklılığıyla birbirinden uzaktır ve birinin, ülû'l-azmâne bir ceht olmasına karşılık, diğeri tahrip yörüngeli bir hezeyandır. Birinci düşüncenin temsilcisi, yapma azmiyle gerilmiş öyle bir düşünce mimarıdır ki, her yıkması bile bir inşa temeli teşkil eder. İkinci anlayışın bahtsız mümessili ise, duyguları, düşünceleri ve tavırları itibarıyla hiçbir zaman kendi olamamış; ömrünü hep gel-gitler içinde geçirmiş; yapma düşüncesi bile yıkma eksenli tipik bir tahripçidir. Her zaman "ben bir aydınım, ben bir entelektüelim" yâveleriyle oturup kalkar. Biraz ateizmin, biraz komünizmin, biraz da nihilizmin tesiriyle tam a'raf insanı ve tam bir berzahlıktır. Duygularıyla, düşünceleriyle bu melez tip, ne tam şarklı kategorisine girer ne de garplı; aksine o, her iki dünyanın da mük'ap cahilidir ama; halini hissettirmeyecek kadar da pişkindir. "Şark'a bakmaz, Garb'ı bilmez, görgüden yok vâyesi/Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermâyesi!" (Âkif) ona göre biçilmiş bir kaftan gibidir.

Bu sıkılmaz düşünceye göre -sağcı da olabilir solcu da- toplum hatta bütün insanlık, ürperten bir yıkılış sath-ı mâilinde.. tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde öteden beri devam edegelen belâlar, musibetler kabaran deniz dalgaları gibi müstevlî ve amansız.. bütün idareciler Sezarlar kadar müstebit, Napolyonlar kadar bencil.. bütün kitleler de böyle bir saygısızlığa müstahak şuursuz yığınlardır.

Böyle olunca, şimdiye kadar doğup gelişen ve parlayıp sönen medeniyetler gibi, yirminci asrın "uygarlık"ları da bir bir sönecek ve dünya son bir kez daha kara deliğe dönüşecektir. Zaten bu menhûs medeniyet daha şimdiden kendi ruhu ve kökleri sayılan önceki "uygarlık"lardan tevârüs ettiği mânâyı yerle bir etti bile. Bugün dünyanın pek çok yerinde fert tam bir kokuşmuşluk örneği.. aile kendi cüz'ifertleriyle bir çözülme içinde ve darmadağınık.. ana-baba bir zamanlar sırf bir keyif eseri olarak varlığına sebebiyet verdikleri evlâtlarının keyif ve heveslerini yaşaması karşısında olabildiğine lâubâli, hatta onların ruhlarının katili.. ruhun değerleri ayaklar altında çiğnem çiğnem ve saygısızlığa emanet.. kalb ve vicdan terbiyesinin yeri sözlüklerde bile unutulmuş gibi.. ve nesiller hevâ-yı nefsin elinde birer oyuncak.. "Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr/Nazarlardan taşan mânâ ibâdullahı istihkâr." (Âkif). Ömürlerini yeme-içme ve zevk u safâ haralarında geçiren bu ruhsuz cesetler, sürekli bir şekâvet girdabı etrafında döndüklerinin farkında bile değiller. Köyde-kentte yuvalar bütün bütün his, şefkat, iz'an ve şuur mahrumu.. sokak, her dönemecinde bir sürü cadı kazanı pek karanlık bir gayyâ.. mektep, her yönüyle boşluğa emanet ve muhalif rüzgârlarla nereye savrulacağı belli olmayan bir ucûbe.. mâbed, soğuğu-sıcağı duymayan, duyup irkilmeyen insanların ârâm ettiği bir gölgelik.. aşk u heyecan ocağı zâviyeler, folklorik merasimlere teslim birer küllük.. kuvvet, gadr u zulmün kulu-kölesi ve hakkın tepesinde amansız bir balyoz.. hürriyet, zulme kilitli ruhların lütf u ihsanı.. nizam ve güven kaba kuvvetin hendesesine göre plânlanmış ve her yerde çığlık çığlık âh u efgân...

Her biri bir karamsarlık resmi böyle bir tablo karşısında ne ümit kalır ne de azim. Bâtılın bu ölçüde resmedilmesinden kim ne bekler bilemeyeceğim; bildiğim bir şey varsa o da böyle bir tasvir karşısında en temiz dimağların bile bulanması, ümitlerin felç olması ve iradelerin de gümbür gümbür yıkılmasıdır. Vâkıa, iddia edilen şeylerin bazıları doğru da olabilir. Meselâ; yıllardan beri eşiğine baş koyup vefa ahd ü peymanında bulunduğumuz gaddar bir dünyanın dilenciliğinden bir türlü kurtulamadığımız; geçmişten tevârüs ettiğimiz inançlarımız, örflerimiz, âdetlerimiz gibi değerlerimizi terk edip kısmen de olsa kendi ruhumuzdan uzaklaştığımız; ilim ve teknoloji transfer ediyor gibi yabancı ahlâk ve anlayış transfer ettiğimiz doğrudur.. evet, millet gemisinin üst üste sadmelerle sarsıldığı bir vâkıa; ama duygu, düşünce ve vicdanlarımızda dirilme azmimizi felç etmeye, felçli göstermeye hakkımızın olmadığı da bir gerçek.. hatta, haktan haksızlıktan bahsetmek bir yana, ümit ve iradelerimizde olumsuz tesirler icra edecek her söz ve düşünce, her hareket ve davranış yüce mefkûremize karşı en büyük bir saygısızlık ve ihânettir.

Kaldı ki, iman, azim ve düşünce hayatımızda -bir kısım zorluklar söz konusu olsa da- her zaman ciddi bir rejenerasyonun var olduğu da apaçık. Evet, şimdilik çelimsiz görünse de, hemen her yerde iradeler, varoluş gayelerinin dantelâlarını örüyor, her yanda yükselen tevbeler, inabeler, münâcâtlar ve bunlar kadar mukaddes saydığımız, hak yolunda koşan hak erlerinin solukları, gök ehline bir yeni türden ne besteler ne besteler dinletiyor..! Dünyanın dört bir yanında, Hakk'a yalvarışlarla çınlayan kubbelerdeki aks-i sadânın -bir hadisin işaretine binâen- göklerde meleklerin muhaveresine mevzû teşkil ettiğini söylesem, zannediyorum mübalâğa etmiş sayılmam. Bazılarımız itibarıyla, liyâkatsizlik ve konumunun hakkını verememe her zaman söz konusu olsa da, dost firaseti ve düşman tecessüsünün birleşik noktasında duyulan sesin bizim diriliş neşîdelerimiz olduğunda da şüphe yok.

Evet, şimdilerde yürüdüğümüz yolların bizi ulaştırdıkları meydanlardan, rıhtımlardan ümitlerimizde yaşattığımız enginliklere açılacağımız inancıyla -bütün bir toplum olarak öyle olmasak da- tıpkı Cennet yamaçlarında tenezzühe çıkmış gibi, ruh iklimimiz itibarıyla şevk ü tarap içindeyiz. Çok yakın bir gelecekte, güneş, ay ve yıldızlar bizim yamaçlarımızda, hayâ, iffet, vefâ, sadâkat, ilim aşkı, araştırma ruhu çiçekleri üzerinde doğup batacak. Gelip geçtiğimiz her yerde, bizim için kurulmuş bir tâk gibi hep gök kuşağının altında yürüyecek ve iç içe güzellikler yudumlayıp geçeceğimiz günler dizi dizi yollarda. Evet her yüzde tertemiz iffet duygusu, her sînede aşk u şevk feverânı, her tavırda ayrı bir uhrevî derinlik duyacağımız ve bir temâşâ zevkiyle güzellikten güzelliğe koşacağımız; koşup ak bahtımıza tebessümler yağdıracağımız günler, horozu ötmüş şafaklar gibi ufkun beri tarafında.

Günümüzde, saygısızlığın filizlenişine, hatta bir meşelik gibi her yanı sarmasına ve egoizmanın bütün ruhlara hükmetmesine karşılık, her tarafta hürmetin boy atıp gelişeceğine, her yanda mahviyet, tevazu ve inceliğin üfül üfül eseceğine inancımız da tamdır ve sürprizler sağanağının sökün edeceği günlerin arefesinde bulunuyoruz.

Bügüne kadar hayata gözlerini açan genç nesiller, hep kendi dünyalarında erozyon yaşıyor, boşluktan boşluğa sürükleniyor ve üç buudlu bir mekan ile, geçmişten gelecekten koparılmış silik, renksiz, tek buudlu bir zaman telâkkisine mahkûm ediliyorlardı. Oysaki şimdilerde aynı insanlar, ruhlarını kanatlandırabilecek ufuklu ve gayeli düşünceleri sayesinde, kendi iç derinliklerine yönelip kâinat ve insanı bir kere daha yeniden keşfetme sürecine girdiler bile. Millet ruhu ve ahlâkî değerler, o kendilerine has çizgileriyle gelip bir kere daha gündeme oturdu; hem de şuur, his, irade ve lâtife-i rabbâniye derinlikleriyle. Ve artık pek çoğu itibarıyla, genç nesillerin çehresinde pırıl pırıl ve masmavi bir hayâ nümâyân; davranışlarında dupduru bir samimiyet ve vicdanlarında da köpük köpük bir heyecan var. Işıl ışıl her yüzde parlayıp duran uhrevî güzellik ve kalblerin derinliklerinde köpürüp taşan aşk u şevk bu yeni oluşumun yanıltmayan emârelerinden sadece bir ikisi.

Bugün bu ölçüde kendini hissettiren bu temizlerden temiz nesil, yüklendiği sorumlulukları derin bir vazife şuuru ve hizmet aşkıyla yerine getirmekte ve yitirdiğimiz cennetleri bize iade edecek gibi görünmektedir. İşte bu evsaftaki gençler, bir yandan her gün ferdî plânda daha bir derinleşip enginleşirken, diğer yandan da hendesî bir genişleme ile Allah'ın ayrı bir lütfunu seslendirmekte. Evet işte bu ölçüde, milletin mutluluğunu kendi mahrumiyetlerine bina edip, yaşamayıp yaşatan, uyumayıp uyaran ve bin bir mahrumiyet içinde başkalarının vicdan ve ruhlarını doyuran çağın kudsîleri bu hasbîler, bir yandan kendi mes'uliyetlerinin gereklerini yaşarken, diğer yandan da toplumun sıkıntılarına çareler arayıp onların ızdıraplarını paylaştıkları sürece, çok yakın bir gelecekte şu birkaç asırlık hafakanların dineceğinde şüphe edilmemelidir.

Aslında, her kaba şeyi, her kirli nesneyi ateşin yumuşatıp temizlemesi gibi, şu birkaç asırlık musibetler, belâlar, sıkıntılar da bu millette bir temizlenme duygusu uyarmış ve ona kendi saffetiyle ayakta durabilme düşüncesini ilham etmiştir. Dün, içinin kirliliğinden ötürü, ayağına bir pranga, boynuna da bir tasma takıp onu levsiyatın esaretine salan kader -o kader hep adildir- bugün de gönlündeki ümit emareleri, irade ve azminin çelikleşmesi sayesinde ona, yeniden milletler muvazenesindeki yerine ulaşmada mutlaka rehberlik yapacaktır.

Öyleyse şimdilerdeki saffetimizi bozmadan, milletçe kendi aşk u heyecanımızı, yine kendi sesimizle seslendirir ve ruhumuzdaki cibillî cesaretle ayağa kalkabilirsek, sûrunun sesi ta eski yıllara dayanan yeni bir "ba'sü ba'del mevt" yaşamamız mukadder demektir. Hiç şüphesiz böyle bir diriliş yolu da, imanın, aşkın, ihlâsın, hamiyetin bütün duygu, düşünce, tavır ve davranışlarımıza aksetmesinden geçer...

Sızıntı, Eylül 1998, Cilt 20, Sayı 236