Müessirden esere gitmek

Müessirden esere gitmek

Soru: “Müessirden esere inmek, eserden müessire çıkmaktan daha yüksektir.” deniliyor. Siz ne buyurursunuz?

Müessirden esere veya eserden müessire gitmek, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ve birliği, ulûhiyeti, sıfatları, icraatı ve rubûbiyeti adına sağlam mârifete sahip olma yollarından biridir.

Müessir, tesir eden, işleyen, hükmünü yürüten, eserin sahibi anlamlarına gelmektedir. Burada müessir denildiğinde ise Cenâb-ı Hak kastedilmektedir. Eser ise O’nun yarattığı ve meydana getirdiği maddî-mânevî şeylerdir. İster bizim mahiyetimizde olsun, isterse bütün kâinatta, O’nu gösterip O’na delâlet eden, O’nun kudret ve iradesiyle ortaya koyduğu her şey O’nun eseridir. Mü’minlerin pek çoğu, müessirden esere giderek mârifetlerini artırıp ilme’l-yakîn, daha sonra ayne’l-yakîn ve daha sonra da hakka’l-yakîn mertebesine ulaşarak Allah (celle celâluhu) hakkında yüksek bilgiye sahip olmaktadırlar. Bazı mü’minler ise, eserden müessire giderek Allah’a ulaşmaktadırlar. Bunlar, insan ve kâinat üzerinde mütalâalarda bulunarak Cenâb-ı Hakk’a ulaşmakta ve O’na olan kulluk vazifelerini yerine getirmektedirler. Bu yaklaşımların her ikisi de mârifet yolu sayılır.

Ancak bir kısım ehl-i tahkike göre en selâmetli yol, müessirden esere gitme yani Allah’tan eserlerine intikal etme yoludur. Herkes için bu yol biraz kapalı ve zordur; tabiî Allah inayet ederse o başka... Zira bunun için kalbde bir musaddıkın bulunması lâzımdır. Onun için Kur’ân, müşriklere yol gösterirken, daha ziyade onların nazarlarını ve dikkatlerini insanın mahiyetine, kâinatta cari kanunlara, semadaki, yerdeki nesne ve onların hareketlerine çekmiş, mârifet dersi vermiştir.

Vicdan da insanı Allah’a götüren delillerden biridir. İnsan, elest bezminde أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına karşı verdiği بَلٰى “Evet, Rabbimizsin!” (A’râf sûresi, 7/172) cevabını vicdanında duyabilir. Esasen vicdanda acz u fakr mülâhazasına bağlı engin bir ihsas kabiliyeti vardır. O, bast hâlinde inşirah ve şevk, kabz hâlinde ise dış şartlarla izah edilmeyecek şekilde fevkalâde bir kasılma ve büzülme hissi uyarır. O, bunlarla insanın Allah ile sımsıkı alâkalı olduğunu gösterir. Ne var ki, insanlar bunu çok defa sezemeyebilirler. Bizde olduğu gibi Batı’da da çokları bu yolla Allah’a yürümüş ve O’na inanmışlardır. Bizde İmam Gazzâlî Hazretleri âfâkî-enfüsî her yolu denemiş, Hakk’a her yolla yürümüş ve bunlarla Allah’a varma gayreti içinde olmuş; daha sonra ise vicdanını dinlemeyi, kalbinin ilhamlarına kulak vermeyi ve o yolla Cenâb-ı Hakk’ın mârifetine ulaşmayı seçmiştir. İmam Rabbânî ve Bediüzzaman gibi pek çok ehlullah da bu yolda yürümüşlerdir.

Evet, müessirden esere yürümek vuslatta önemli bir yoldur, zira kalbde yanıltmayan bir musaddık vardır. O, dıştan gelen her şeyi tasdik etmekte, her şeyi derûnundaki mânâya göre değerlendirmekte, hatta zaman zaman eşyayı bütünüyle görmekte veya eşyayı, Allah’ın (celle celâluhu) isimlerinin cilvelerinin dalgalanması şeklinde duymaktadır.

Batı’da da Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanımamalarına rağmen vicdanlarında aynı hakikate ulaşan kimseler olmuştur. Mesela, bunlardan biri, bir mânâstırın menfezlerinden semayı seyredip yer yer kendinden geçen, bayılan, çok defa başkaları tarafından uyarılan Pascal’dır. Pascal önceleri matematik ile meşgul olur, daha sonra ise kendisini astronomiye verir. Elindeki iptidaî teleskoplarla sema yüzünü seyreder ve çoğu zaman o teleskopla semanın derinliklerini incelerken hıçkıra hıçkıra ağladığı görülür. Kant ise, “Ben, Allah’ın azametine uygun inanabilmek için, kitaplarda okuduğum her şeyi arkama attım ve o zaman Allah’ı buldum.” der. Bergson’a gelince o, inançla alâkalı yazılan şeylerin çoğuna kulak asmaz. Hatta kâinat kitabına da çok fazla iltifat etmez ve şunları söyler: “Vicdanımın bana anlattığı Allah’ı, ne bir velînin beyanı, ne de kâinat kitabı ifade edemez. Vicdanımda onu öyle duyuyorum ki, bunun dışında her şey onun yanında sönük kalır.” Aslında İbrahim Hakkı Hazretleri de, “Sığmam dedi Hak arz u semaya, kenzen bilindi dil madeninden” derken bu hakikati ifade eder.

Arz u semada arayıp da bulunamayan, fakat kenzen vicdanda varlığı sezilen Allah, kudsî hadis diye rivayet edilen bir beyanında “Ben arz u semaya sığmam ama kulumun kalbi müstesna.”[1] buyurur. Bunu avamca bir yaklaşımla anlamak hata olur. Zira Allah, zamandan, mekândan, hayyizden müberra ve mukaddestir. O’na bir yer takdir edildiğinde tecsim ve teşbihe girilmiş ve O (celle celâluhu), mahlûkata benzetilmiş olur. Vicdanda ve kalbde öyle bir genişlik vardır ki, Arş ona nisbeten çok küçük kalır. Kâinat ile Arş, insanla kalbi arasında bu muvazeneyi anlatır. Mülk cihetiyle insanın dış yapısı ve cismaniyeti, kalbini içine almıştır. Hâlbuki melekût yönüyle insanın kalbi bütün varlığı içine alacak kadar geniştir. Bunun gibi Arş ile kâinat da böyledir ve aralarında, insanla kalb arasındaki aynı münasebet söz konusudur.

Daha bunun gibi pek çok ehl-i vicdan aynı hakikate parmak basmıştır. “Mâverâdan bekliyorken bir haber / Perde kalktı öyle gördüm ben beni” diyen Hak dostu, herhalde bu sözü, hakikati vicdanında sezdiği zaman söylemiştir. Bu sözlerin hepsi, müessirden esere gelişin ifadelere dökülmüş şeklidir. Vicdanının terennümâtını çok düzgün, çok âşıkâne, çok yanık ve mâhirâne dile getiren Niyazi-i Mısrî de, “Ben taşrada arar iken / O cân içinde cân imiş.” diyerek aynı duygu, aynı düşünceyi terennüm etmiştir. O, dışarılarda dolaşmış, âyet âyet Yaratıcı’yı aramış ve daha sonra O’na, “cân içinde cân imiş” diyerek ihsaslarını ifade etmiştir. Esasen bu söz, “Kenzen O’nun mevcudiyetini kalbimde duydum.” demektir.

İşte insan, böyle bir irfana erdikten sonra, kâinattaki bütün hâdiseleri, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin ifadesiyle, O’nun bayrağının dalgalanması şeklinde görür. İbn Arabî’nin ifadesiyle, tecellîler o kadar seri cereyan etmektedir ki, aradaki inkıtalar sezilememektedir. Aslında, O’ndan gelen ışıklarda varlık cilveleri görülmektedir; ancak bu ışıklar inkıtasız geldiği için insan, varlığın devam ve temadi ettiğini zannetmektedir. İbn Arabî’nin bu görüşü, Allah, her şeydir; O’nun berisindeki şeyler, O’nun varlığının gölgesinin gölgesidir şeklinde özetlenebilir. Bu yaklaşım da müessirden esere düşünce tarzının başka bir versiyonudur.

Erbabına göre, mesele bu zâviyeden mütalâa edildiğinde, müessirden esere gitmenin selâmetli bir yol olduğu söylenebilir. Ancak çok defa bu seviyeyi elde etmek ve bunu kazanabilmek de eseri tetkik etmekten geçmektedir. Şöyle ki, insan evvelâ esere nazar ederek şöyle bir mütalâada bulunur: “Ben, bir insanım; mükemmel bir anatomim, elim-ayağım, gözüm-kulağım... gibi yerli yerinde uzuvlarım var.” der. Sonra tesadüfün elini-ayağını koparır, tabiatın boynunu kesiverir, sebepleri bir yere hapseder; sonra da her şeyi doğrudan doğruya O’nun kudret-i bâhiresine bağlar. Bir an gelir ki, vicdanında kendisinin de eriyip gittiğini duyar ve “Meğer ‘ben’ dediğim şey de boşmuş. Bende tecellî eden de Senmişsin!” deyiverir. Evet, pek çok insan için ilk plânda böyle bir yolda yürüme zarureti vardır.

Şöyle de diyebiliriz: Cenâb-ı Hak, insanın kalbine iman nurunu atınca, mârifet adına gönderdiğiniz bütün unsurlar orada mayalanarak, sizin hesabınıza bir mârifet peteği oluşturur. Siz, bir arı gibi zihninizi kâinattaki âyât-ı tekvîniye satırları arasında dolaştırdıkça gözleriniz mârifet hüzmeleriyle geriye döner ve kalbiniz bir mârifet peteği hâline gelir ve size ne duyulmazları duyurur. Aksi takdirde kuru ve sığ mütalâarda bulunmuş olur ve “Allah birdir, eşyayı yaratan O’dur.” derken bile taklitten sıyrılamamış olursunuz. Marifete ermiş birinin nazarında, şairin ifadesinde az bir tasarrufla, “O, öyle bir zâhirdir ki ne idüğü bilinmez / Ve öyle bir bâtındır ki hiç kimseden gizlenmez.” Bu arada içinizde vesvese ve tereddütler olabilir, ama o makama erinceye kadar inanmanız gerektiği şeylerle alâkalı takviyeden takviyeye koşmanız şarttır. Her şeye rağmen vicdanında o seviyeye ulaşmamış kimseler için bunun anlaşılması bir hayli zordur.

İsterseniz şimdi de buraya kadar anlattıklarımızı iki paragraf ile hulâsa edelim:

İnsanın içinde Allah’a ait mârifeti arttırması iki yolla olmaktadır: Birisi, Cenâb-ı Hak, insanın kalbinde iman şuasını yakıp, iman ışığını tutuşturmuşsa o sayede insan, kâinatı ve kendisini çok daha iyi anlayabilir ve sık sık kendini yenileyerek bir mârifet kahramanı hâline gelebilir.

İkincisi ise, biraz daha objektiftir ve ön yargısız her insan için geçerlidir. Bu yolda her insan, eserden müessire giderek, Allah’ın eserlerini izleyebilir. Çöldeki bedevî, bu yolla Allah’a ermiş ve bu gerçeği, “Yerdeki ayak izleri bir yürüyene, deve tersi de oradan bir devenin geçtiğine işaret ederken, vadi vadi yeryüzü, burç burç sema ve dalga dalga deniz, Latîf ve Habîr olan bir Allah’ın varlığına işaret etmez mi?..” ifadeleriyle gayet veciz şekilde resmetmiştir. İşte bu da şeriat kitabının, âyât-ı tekvîniyenin tetkiki ve teemmülüdür. Bununla başlar, sonra vicdanda sonsuzluğa kadar derinleşir ve insan her an Allah’ı (celle celâluhu) kendisiyle beraber duyar ve hisseder.

Allah (celle celâluhu) sakatatımızı af buyurup bizi duyguda, düşüncede sırat-ı müstakime hidayet eylesin…

[1] el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/15, 5/212; ed-Deylemî, el-Müsned 3/174.