Dünya-ahiret dengesi

Fethullah Gülen: Kürsü: Dünya-ahiret dengesi

Hz. Üstad’ın ifadesiyle, dünyanın üç yüzü vardır. Birinci yüzü, Cenab-ı Hakk’ın isimlerine bakar ve onların aynasıdır. Allah’ın sonsuz Cemal tecellilerine ayna olarak O’nun muhabbetine vesile olduğu için dünyanın bu yüzü sevgiye layıktır. Rabb’imizi tanıma, O’nun kapısının önünde bulunduğunu düşünme ve sonra O’nu, kâinattaki hadiselerin tarrakalarıyla tanıma lütfuna erme öyle zevkli bir şeydir ki insana, “Ne güzelsin ki merak içinde intizar ettiğim Rabb’imi bana tanıtıyorsun.” dedirtir. İşte dünya bu yönüyle sevilir ve sevilmelidir de.

İkinci yüzü, ahirete bakar ve hadisin ifadesiyle o, ahiretin tarlasıdır. Burada ektiğimiz şeyleri orada biçeceğiz. Yani ahiret hayatının saadeti bu dünyada kazanılacaktır. Şayet ahiret olmasaydı dünyanın hiçbir kıymeti olmayacak ve burada yapılan sa’y ve gayretler de bâd-i heva gidecekti. Dünyanın bu yüzü de sevilmeye lâyıktır ve sevilir.

Üçüncü yüzü de, insanın fani heveslerine bakar. Geçicidir ve aldatıcıdır. Bu yönüyle dünyayı sevmek, insanı Allah’tan ve yaratılış maksadından uzaklaştırır, felâkete sürükler. Buna mukabil o fani dünya da elimizde durmaz, kaçar gider. Evet, dünyadaki bütün güzellikler, nefislerinden ötürü seviliyorsa geçicidirler ve lezzetleri ölçüsünde elemleri de vardır.

Dünya yörüngeli hayat

Öteler düşünülmeyip de hayat hep dünya yörüngeli yaşandığı takdirde insan, kaybettiği her anı tahattur ettikçe damla damla içine elem damlayacaktır. Mesela âşıkane kendinizi ona saldığınız bir baharda, öyle bir bahar ki ortalık çemenzâr, hayvanat koşuyor, koyun ve kuzular meliyor, şakır şakır sular akıyor; bu atmosfer, şairleri dile getiriyor ve onlara destanlar yazdırıyor. İliklerine kadar zevkle dolu bu havayı yaşayanın birden gözlerinin önünde ürperten bir hazan esiveriyor. İşte o zaman bütün zevkler, elemlere inkılab edecek ve o, “Şu hazan mevsimi de nereden hortladı. Benim şu lezzetlerimin içine acı ve elem damlatmaya başladı” deyip inleyecektir. Evet, yok olup giden şeyler sevilmez. Peygamberler babası Hz. İbrahim “Batıp gidenleri sevmem” (En’âm, 6/76) sözüyle bu hakikati ifade etmiştir. Yani gurûb edenler derdime derman olamaz. Onlara gönül verilemez ve onlar âşık olmaya değmez.

Öyleyse zatından dolayı gönül verdiğimiz her şey, bizim için, birer acı, ızdırap ve elem unsurudur. Hâlbuki dünyanın mukabili uhrâ (ahiret) olsa, burada bulunanlar bitip tükenecek ama yeni bir ahiret sabahı doğacak, her zaman kışı yeni bir bahar takip ettiği gibi bir gün, ahiret baharı gelecek ve orada çiçekler asla solmayacaktır. Binaenaleyh böyle bir inanç zaviyesinden bakınca, dünya kıymet kazanır. İnsan, “Dünya, sen ne güzelsin ki burada solup batmanla içimde solup batmayana aşk ve iştiyak hâsıl ediyorsun. Fâni sevgililerin beni terk etmesine mukabil içim tam kan ağlayacağı zaman, “Ey Ezelî ve Sermedî mahbup olan sevgili! Âlem beni terk etti. Ben kapına geldim. Anladım ki Sen’den başka vefalı ve hakiki dost yok. İçimi sana dökmek, dertlerimi Sana şerh etmek istiyorum. Ağaran saçlarıma, bükülen belime, sağa-sola inhiraf etmeden içine girmeye doğru koştuğum kabrin elemlerini, bitip tükenmeme, kabrin karanlığına derman, derman sahibi dermanın yanında ey Rahman Sana geldim” der, içi birdenbire sürurla dolar ve bütün hüzünler gidiverir.

Ahirete iman olmasaydı?

Herhalde bugün bütün insanlık böyle bir duygu ve düşünceye muhtaçtır. Onun için Allah’a hamd ederiz; az dahi olsa bütün mü’min gönüllerde her zaman bu duygu nümâyândır. Ölümü düşündükçe ara sıra belki ölümün dış yüzündeki çirkin taraf görülebilir. Buna rağmen en mücriminiz olan ben, parmağın ucuyla biraz dokunup perdeyi kaldırdı mı, çok defa şöyle diyorum: “Ne zaman ya Rabbi, şu yükü sırtımdan alıp da beni de vuslata erdireceksin. Eğer bu isyan olmasa ve buradan gitmeye kendisinin rızası bulunsa, hayatımın bütün cürümlerine rağmen çok noktalarında beni şu hacâlet ve mahcubiyetten halas eyle. Huzuruna al. Gerçek lezzetlere ereyim, aşk ve şevkini ruhumda duyayım.” Evet, bir mü’min kalbi için elemin, hüznün, kederin yeri yoktur. Öyleyse dünyayı dünya yapan ukbadır, ahirettir. Bu da meselenin bir başka yönüdür.

Meselenin diğer yönüne gelince, eğer ahirete iman olmazsa ve öbür âlemde Mevla’nın huzurunda hesaplaşma ve muhasebe duygusu bulunmazsa, bu dünyada çocuklar ızdırap çekecek, mallar pâyimâl ve servetler târumâr olacak, kimse malından ve canından emin olamayacak ve böylece dünyanın tadı tuzu da kalmayacaktır. Aksine ahirete iman duygusu, bir kalpte zuhur ettiği zaman çocuklar bile sevince gark olacak ve “Öldü ama cennete gitti” diyerek içleri huzurla dolacaktır. Ayrıca bir genç de nefsinin galeyanı, kanının tuğyanı hengâmında ancak haşre iman ve Mevla-yı Müteâl’e hesap verme sayesinde nefsini frenleme imkânını bulur.

Hâsılı, dünyayı dünya yapan ahiret inancıdır. Ahireti kazanmak ise burada Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmaya matuf ameller yapmaya bağlıdır.

Bazen hasen ahsenden güzeldir

Bazen bir doğru, pek çok doğrudan daha iyi olabileceği gibi bir güzel de onun ötesindeki pek çok güzelden daha iyi olabilir. Binaenaleyh daha çok doğruyu ve pek çok güzeli elde etme yolunda münakaşaya düşülüyorsa, o zaman çok doğruyu ve çok güzeli terk edip, doğruda ve güzelde mutabakata varmak gerekmektedir. İnanan insanların birbirleri ve çevresiyle olan münasebetlerinde mutabakat ve sulh çizgileri doğruda ve güzelde oluşacaksa, çok güzelde münakaşaya düşmeden güzelde mutabakata varmak gerekir.

İçtimâî hayata tatbik edilmesi mümkün olan bu prensip zamanla yanlış anlaşılıp yanlış yorumlanmış ve mü’minler arasında çok defa nifaka, şikaka sebebiyet vermiştir. Mü’minler şer’î ölçülerle dört bir yanı tespit ve tahkim edilmiş güzel bir yolu bulup bu yolda yürüyerek Cennet’e gitme ihtimalleri belirince; asgari anlaşmanın mümkün olduğu çizgide mutabakata varmaları elzemdir. Aksi takdirde teferruatın münakaşasına girilince her zaman karşılıklı anlaşmazlıkların olabileceği katiyen akıldan çıkarılmamalıdır. Mesela herkesin cübbesinin rengine, sakalının boyuna ve saçlarının uzunluğuna takılıp kalan birisi böyle yapmayanlarda yümün, bereket ve hayrın olmadığını da iddia ederse, o zaman usulde, feraizde ve vaciplerde kardeşleriyle anlaşması mümkünken, ahseni ve ehakkı istediğinden, onlarla kesinlikle anlaşamayacak ve diğer mü’min kardeşleriyle asla bir birleşme noktası bulamayacaktır. Zannediyorum meselenin bir yönü budur ve günümüzdeki münakaşaların çoğunun sebebi de yine budur. Bugün herkes kendi meşrebi ile alakalı olarak “Seninki daha iyidir”, “Benimki daha iyidir” demektedirler. Hatta diyebiliriz ki, keşke böyle deselerdi! Aksine şimdilerde bağnazlıklar öyle bir dereceye ulaşmıştır ki “Benimki en iyidir, benimkinden başka da iyi yoktur, binaenaleyh benim meşrebim üzere hareket etmeyen de kurtulamaz” denebilmekte ve bu şekilde farkında olmadan felaketli bir yola girilmektedir.

Bu bakımdan inanan her bir mü’minin diğer kardeşleriyle aralarındaki anlaşmayı ve uzlaşmayı kurması adına diyebiliriz ki, mü’minler anlaşabilecekleri bir yol bulduktan sonra eğer o yolun daha iyisinde münakaşaya ve huzursuzluğa düşüyorlarsa katiyen o yola gitmemeli ve anlaşabilecekleri çizgide kalmalıdırlar.

Haftanın duası

Ya Rab! Bütün maksutların ve mahbupların ötesinde yegâne matlup Sen’sin! Kalpler de perçemler de Sen’in elindedir. Bütün her şeyin, varıp dayanacağı biricik merci de yine Sen’sin. Bir kere daha huzuruna dehalet ederek aczimizi, fakrımızı ve çaresizliğimizi Sana, sadece Sana arz ediyoruz. Sen’in kapından başka hiçbir kapının dilencisi olmayalım ve Sen’den gayrı hiçbir şeye gizli-açık kullukta bulunmayalım.

Sözün özü

Bu dünyayı bir ticaret pazarı kabul edip hayatımızı ona göre düzenleyemez ve aksine her şeyi cismanî arzulara bağlı götürürsek, bir gün semer vurup sırtımıza binerler ise hiç şaşırmayalım. Aslında ufuksuz, emelsiz, başı göklerde ve burnu havada kimselere yapılacak muamele de herhalde böyle olacaktır. İnsanın değeri, Allah’a intisabı ve O’nunla münasebetlerini içten devam ettirmesiyle doğru orantılıdır.