Kur’ân’ın gurbeti
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde altı garipten bahsetmiş ve şöyle buyurmuşlardır: “Mescid, namaz kılmayanlar arasında; Kur’ân-ı Kerim, fâsıkın kalbinde; yine Kur’ân, onu okumayan birinin evinde; Müslüman, sâliha bir kadın, zâlim, kötü huylu bir adamın nikahı altında; Müslüman sâlih bir erkek, serkeş, arsız bir kadının yanında; ve âlim, onu dinlemeyen ve ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasında gariptir.”
Bugün Kur’ân bir gurbet hayatı yaşamaktadır. Kur’ân’a sahip çıkmak demek, onu kadifelere sarıp cinlere, şeytanlara mâni olsun diye yataklarımızın başına asmak; çeyiz sandıklarında ihtimamla korumak değildir. Mutlaka bir yerlere asılacaksa o, mânevî hayatımızı mahveden ifritleri kovmak için kalblerimizin en mûtena köşesine asılmalıdır.
Müslümanların Kur’ân’a karşı takındığı tavır, İslâm dinini ve onun yüce kitabını istemeyen hasımların arzu ettiği bir tavırdır: Kur’ân lâfız olarak okunsun, evlerde aksesuar olsun; ama o bir toplumun şuurlanması, hayatının gayesini öğrenip o istikamette yaşaması için kullanılmasın. Şuurlanma olacaksa, Durkheim’a göre olsun, Comte’a göre şuurlanma olsun; ama Kur’ân’a göre bir şuurlanmadan asla bahsedilmesin.
Maalesef, günümüzde Kur’ân, hayattan tecrit edilip bir kenara itilmiş; onu durgunlaştırmak suretiyle kıymet-i harbiyesinden bir kısım kayıplara maruz kalmasını planlayanlar tarafından hayatın dışında tutulmaya çalışılmıştır. Bu suretle hem İslâm dini, hem de Kur’ân statik (durgun, hareketsiz) hale getirilmiştir. Herhangi bir felsefî ekolün ortaya koyduğu kurallar ve nazariyeler gibi kabul edilir hale getirilmiştir. Oysa, Kelâm-ı İlâhî, işlerken; kendi elemanlarıyla senaryosu ortaya konulurken anlaşılır. Aktörler o senaryoya inanmış olarak vazife başında bulundukları zaman onun kıymeti anlaşılır. Yoksa, âyet-i kerimeler bugün bütün canlılıklarıyla yaşamaktadır ve yarın da yaşamayı vadetmektedirler.
Kur’ân’da, itikat, ibadetler ve muamelât peş peşe yer alır. Bu yapı, toplumu sürekli hareket halinde ve canlı tutar. Dini, sadece vicdana bağlamak ya da yalnızca “Kıl namazını, tut orucunu…” şeklinde çok basit anlamak bu dinamikliği öldürür. Zaten meselelere bütün halinde bakmama, mutlaka ya ifrat ya da tefrite sebebiyet verir. Günümüzde ilimlere de bütüncül nazar dediğimiz küllî nazarla bakılıyor. Yani, küllî kaideler esas alınıyor; ama varlık, küll-cüz münasebeti içinde değerlendiriliyor. Küllî kaidelere bakmadan, yalnızca cüz’iyâta göre değerlendirme yapılırsa mesele dağılır; genel ahenk bozulur.
Bununla beraber, her bir küllî kaidenin ortaya çıkması için o istikamette bir kısım cüz’î emirler olması gerekir; o emirlerin hepsi birden mütalâa edilince o küllî kâide ortaya çıkar ve meseleleri çözerken, ortaya çıkan bu kaide mihenk olarak ele alınır. Mesela, “Allah, dini hangi hikmete binâen vaz’etmiş?” sorusuna, bütün küllî kaideleri ona irca edebileceğimiz temel bir disiplin vardır: Menfaat ve maslahatları celbetmek, mefsedetleri defetmek. Bütün emirlerin ve nehiylerin temelinde bu vardır. Bu küllî bir kaidedir. Fakat bazen cüz’iyatta buna muhalif bazı şeyler olabilir. Onu çözebilmek için de mutlaka bir küllî kaideye bakmamız, küllî kaideyi esas almamız gerekir.
Pozitif ilimlere de küllî bir nazarla bakmak icab eder. Mesela, tıp sahasında uzmanlaşma, ihtisaslaşma oluyor. Bu konudaki bir endişemi eskiden beri hep izhar ediyorum; biz insana, kalbini kafasından ya da sinir sisteminden tecrid ederek bakamayız. Organizma bir bütündür; organlar da, her biri diğeriyle irtibat halindeki azalardır. Öyleyse, burada da küllî nazar esas alınmalıdır; bir kalb doktoru, kalbi bildiği gibi vücudun diğer yanlarını da bilmelidir ki, daha sıhhatli konuşabilsin. Bugün insan vücudu bu mânâda çok parçalanmıştır. Baktığınızda bir hükme varamayacağınız küçük parçalara ayrılmıştır. Mesela, bir göz hususunda dahi pek çok branş vardır. Eğer her mesele konsültasyon (birkaç tabibin bir araya gelerek bir hasta hakkında görüş alış verişinde bulunmaları) halinde halledilmez, orada vücudun tamamı nazara alınmazsa, gelecek vahimdir.
İşte, Kur’ân’ın mesajına da bu ölçüler içerisinde bakmak lâzım. Maalesef, sadece bir âyeti ele alıp onu da tam anlamadan Kur’ân’a saldırıyorlar. Oysa, o âyeti, Kur’ân’ın bütünüyle tefsir etmeden, ondaki ilâhî hikmetleri gözetmeden söylenilen her söz yanlış olacaktır. Kâinatı kusursuz bir düzenle yaratan Cenâb-ı Allah, “Kitab-ı Kerim”inde, kâinatın bir misal-i musaggarı (küçük bir örneği) olan insan hayatı için de kural ve kaideler vaz’etmiştir. Bu “İlâhî Kelâm”a bütün olarak bakıldığında onun canlı ve ter ü taze olduğu görülecektir.
Kur’ân’ın gurbetini ve yaşadığı vahşeti izale etmek de, ancak onu bu ölçüler içerisinde tefsir eden kitapları okumak ve bu şekilde Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını anlamaya çalışmakla olacaktır.
- tarihinde hazırlandı.