Kasetlerdeki Sözler Montajla Çarpıtıldı

Sohbetler ve Ölüm...
Gülen, ikindi vaktinden sonra zaman zaman gelen birkaç misafiriyle sohbet ediyor. Bu sohbetlerin birisinde söylediği şu cümle bana çok anlamlı geldi: "Kâfire kâfir demek müminin vazifesi değil. Kâfir demek insanın insanlığına saygısızlıktır." Gülen, o ikindi sohbetlerinde ölümden, ahirette büyük buluşmadan, şuurlu kul olmaktan, kul hakkından, hayatın manasından, insanın derinliğinden, İslamı iyi temsil etmekten ve elbette Türkiye'den çok bahsediyor. Ölüm vurgusu, onda büyük bir özlem olarak karşılık buluyor. Ölümü böylesine arzulayan bir başka insan hiç görmedim. Korkup kaçma değil, koşup kavuşma gibi algılıyor Gülen ölümü. Ölümü anlatırken elini şakağına dayadı ve "Akif'in ölümünden kısa bir süre önce böyle bir fotoğrafı var" demişti ki, Arda Yavuz bu fırsatı kaçırmadı...

Kasetlerdeki yer alan sözler hakkında ne diyeceksiniz?

Kasetlerde anlattıklarım bazıları tarafından kesildi, biçildi, değişik montajlarla farklı kalıplara sokuldu ve sözlerimde çıkarmalar, eklemeler yapılarak hiç düşünmediğim şeyler söylemişim gibi neşredildi. Mesela o kasetlerin bir yerinde "Allah CHP'nin belâsını versin, diyemezsiniz" diyorum. Cümlenin sonundaki "diyemezsiniz" kelimesini çıkarmış ve ben "Allah, CHP'nin belasını versin.." demişim gibi neşretmişlerdi.

Ayrıca, kullandığım bazı kelime ve kavramlar yanlış yorumlanmış veya kasten çarpıtılmıştı. Mesela, "mâmelekimi satma" şeklindeki sözüm, "memleketi satma" olarak medyada yer almıştı. Halbuki, "mâmelek" şahsî, ferdî mülk demektir. Hemen bütün itham ve iddialar bu tür çarpıtmalara dayandırılıyordu.

Ayrıca, Türkiye'de maalesef herkesin kabul ettiği ve son birkaç yılda açıkça ortaya çıktığı üzere, kısmen de olsa kirlenmiş bir yapı vardı. Bu yapıdan menfaat umanlar ve yükselişlerini, geleceklerini bu yapının devamında görenler mevcuttu. Mesela, rüşvet gibi bir ahlaksızlığı irtikap edenler, rüşvete "haram" diyenleri kendi bulundukları yerde istemiyorlardı. Bunlar, belli mevkilerde temiz, dürüst, âdil, dindar idareci ve memurların bulunmasına tahammül edemiyor ve onların varlığından rahatsızlık duyuyorlardı. Ben de milletimin her ferdi gibi devlette temiz ve dürüst memurların bulunmasını istemişsem; bunun hakkımın ötesinde bir vazifem olduğu düşünülmeli ve sözlerim önyargıyla değil de bu zaviyeden ele alınmalıydı.

Dinin de nihai hedefinin devlet olduğu fikri çok işlendi, işleniyor. Siz 90'lı yılların başlarında İslam'ın emirlerinin yüzde 95'i bireye bakar, kalanı devletle ilgilidir demiştiniz. Dinin tam anlamıyla yaşanması için bu yüzde 5'lik dilimin önemi, anlamı nedir? Müminin hedefi aynı zamanda devlet mi olmalı?

O söz Bediüzzaman'a aittir. Ben de zannediyorum, demokratik çerçeve içinde kalınsa, "Kamusal alan" gibi kayıtlar koyarak daraltmalara gidilmese, insanlar dininin yüzde 95'ini, belki de yüzde 97'sini kimsenin endişelenmesine mahal bırakmayacak şekilde yaşar. Diğer kısma, yani yüzde 3 ya da 5'lik kısma gelince, bazıları "Din ve vicdan işidir" derler; ben buna iştirak edemiyorum.

Tamamıyla bir vicdan işinden ibaret değildir o, zira dinin sosyal hayatın içinde de, değişik dönemlerde idarenin içinde de yeri olur. Fakat bu konuların belli ölçüde izafi tarafları, tarihsel tarafları vardır. Mesela, ne seçim şekli, ne de idare konusunda tek bir şekil gösterme imkânı yoktur. Tarihi sürece bakarsak, Hz. Ebu Bekir halk tarafından seçilmiştir; ama Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir tarafından aday gösterilerek seçilmiştir. Hz. Osman, Hz. Ömer'in işaret ettiği aşere-i mübeşşere grubu içinden seçilmiş, Hz. Ali'nin seçimi biraz da muhalefetli olmuş, dolayısıyla Şam idaresine meydan açılmış ve Muaviye'ye fırsat doğmuş. Emeviler döneminde babadan oğula geçmeye başlamış, nitekim Osmanlılarda da öyle olmuş. Demek ki dinin usulü mahfuz bir kısım muhkematı (kesin hüküm) vardır, bunlara hiç müdahale edilmemiştir; ama onun dışında izafi hakikati olan kısımlar içtihat alanları, istinbat (hüküm çıkarma) alanları olarak açık bırakılmıştır ki, şartlara ve ihtiyaçlara göre değerlendirebilsin.

Hâkimiyet milletindir sözü neden tartışmalara neden oluyor?

Bazıları onu ilahi hâkimiyete karşı bir alternatif olarak görüyor olabilirler; ama "Hâkimiyet bila kayduşşart milletindir" sözü Meclis'te söylendiği zaman, orada Tahiru'l-Mevlevi, Mehmet Akif, Hasan Basri Çantay gibi kimseler vardı ve bir karşı tavırları olmadı.

Demek ki o dönemde alternatif olarak algılanmadı ya da onların başka bir bildikleri vardı. Belki de onlar bu sözü monarşik idarenin alternatifi olarak görüyorlardı. Hz. Ebu Bekir döneminde olduğu gibi seçimi halkın yapmasını ve o dönemde olduğu gibi cumhuri bir sistemin olmasını anlıyorlardı. Eğer bu mevzu Allah hâkimiyetinin alternatifi şeklinde görüldüğü halde seslerini çıkarmadılarsa haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan olmuş olurlar. Oysa onların içinde sükût etmeyecek kadar imanı polat insanlar vardı. Meseleyi çok iyi tespit etmek lazım; zannediyorum bu çerçevede bakılırsa problem kalmayacaktır.

Fakat birileri sekülerleşme mevzuunda çok ifrata düşüyorlar. Laikliği farklı anlıyorlar. Din-devlet ayırımından daha ziyade dine Descartes'in ilim ve din arasında bir hat koyup bir kırmızı çizgi çekip birbirlerinin alanlarını ihlal etmesinler mülahazası gibi bakıyorlar. Yani problem tek taraflı değil. Farklı noktalardan besleniyor.

Haberlerde İlhami Erdil Paşa'yı mahkemede sanık sandalyesinde hâkim karşısında gördüğünüzde neler düşündünüz?

Mahkemesi devam eden bir davada fikir beyan etmek uygun düşmeyeceği için sorunuza başka bir zaviyeden cevap vermek istiyorum. Kanaatimce birbirine karıştırmadan icaplarını yerine getirmeye azami hassasiyet gösterilmesi lazım gelen iki husus vardır: Birincisi, hakkın ve adaletin yerini bulması meselesi, ikincisi de, yargı önüne çıkarılanların insani durumudur. Sormuş olduğunuz konuda adaletin yerini bulması için azami gayret sarf etmek lazımdı. Çünkü, milletimizde, başka hiçbir ülkede olmadığı kadar askere karşı bir alaka ve güven vardır. Bu konuda daha önceleri yapılan anketler, güvenirlilik açısından TSK'nın ilk sırayı aldığını gösteriyordu. Böyle bir müessesenin aleyhinde ileri geri sözler ortaya çıktığı zaman, kurumun yıpranmaması için kendisini aklayacak yollara başvurması çok önemlidir.

Genelkurmay'ın göstermiş olduğu hassasiyeti, bu açıdan yapılması gereken, yerinde bir davranış olarak görüyorum. İnsani boyuta gelince; ben hiçbir zaman düşmüş bir insanın –ister paşa olsun isterse sıradan bir kişi- onurunu kırıcı, onu rencide edici tavırlara girilmesini tasvip etmedim.

Erdil Paşa'yı görünce neler düşündüğünüzü almakta ısrar etsem...

Paşa'yı eşi ve kızıyla birlikte sanık sandalyesinde, kameraların karşısında mahcubiyet içinde görünce yüreğim yandı. Onun emekli olduğu müessesede insanlar itibarları konusunda çok hassas davranırlar.

Bugün onların mahcubiyetini afişe edenler, görevde bulunduğu zamanlarda saygıda kusur etmiyor, belki de bu konuları bildikleri halde söylemeye cesaret edemiyorlardı. Ama şimdi düşünce, düşmüş bir insanın kafasına basıyormuş gibi bir tavır almak, nesi var, nesi yoksa her şeyi ortaya dökme peşindeymiş gibi davranılması doğru değil.

Hukukun gereğini ihmal etmeden daha yumuşak bir yol bulunmuş olmasını isterdim. Ayrıca medyada bu meselenin daha dikkatli verilmesini isterdim.

Bir de onların icraatlarından dolayı canı yananlar açısından bakarsak..

Öyle de olsa yine bu iki husus birbirine karıştırılmamalıdır. Adaletin yerini bulmuş olması yeterlidir zannediyorum. Bir kere, önemli bir vazifeyi deruhte eden büyüklerimizden birisi ile aynı mekânda bulunmuştuk. Etraftakiler bana biraz fazla alaka göstermişler ve o da bu alakadan rahatsız olmuş, sonra da o rahatsızlığın etkisi ile yapmaması gereken bazı şeyler yapmış. Elimde olmayan bir şeyden dolayı bana karşı yaptıkları tabii ki üzücü oldu. Sonra o şahsın başına bir facia geldi ve çok utandırıcı bir şekilde derdest edilişi medyada da intikal etti. Onun bu halini görünce çok üzüldüm. Çünkü bana yaptığı yanlışlık başkadır, devletin üst makamlarında vazife yapmış insanların rezil edilmesine meydan vermeden yargılanmaları başkadır. Keşke bir yol bulunsa, adaletin gereği yerine getirilirken bir zamanlar milletin önünde yer almış kimseler rezil edilmese, onurlu insanları hasta edebilecek davranışlara girilmese.

O zaman ayrıcalıklı davranılmış olmaz mıydı?

Türkiye hukuk devletiyse herkes eşit olacaktır; ama bazı insanlar konumları ve temsil yönleriyle sadece bir şahıs olmaktan çıkmışlardır. Onlar sadece suç işlemiş bir insan olarak görülürse yapılan muamele sınırları aşarak başkalarının da zan altında kalması ve bir nevi cezalandırması gibi –en azından psikolojik- bazı sonuçların doğmasına sebep olabilir. İnsanların aklında "bu şahıs yakalandı ama kim bilir yakalanmayan nice insan aynı şeyi yapıyor; bu müessesede kırk haramiler var! gibi düşüncelerin doğmasına, belki de hiçbir yolsuzluğu usulsüzlüğü olmayan insanlar hakkında bile kötü düşüncelerin oluşmasına sebebiyet verebilir. Hasılı, mutlaka hakkın yerini bulmasını sağlamak gerektiği gibi bazı hususi durumların dikkate alınması da lazımdır.