Ateş Böceklerinin Yanıp Sönen Işıklarına Aldanmayız

Uzun yıllar bir ipek böceği gibi dutluğunuzda kozanızı örerken, şimdilerde alımlı bir kelebek misali kanatlandınız. Bu uçuş nereye?

Doğrusu iyi, alımlı bir kelebek olmayı ben de arzu ederim... Kelebek, kendisi için yaşamayan bir varlıktır. Eğer vaktinde derdest eder, pişebileceği bir kazan içine atarlarsa, ölür ve beyni insanlara kalır... Uçarsa eğer, bir metamorfoz geçirir, ipek böceği iken kelebek olur; semalarımızda pervaz eder... Mesela Osmanlının Söğüt'ün bağrında gelişmesi bir şair-i şeirimiz tarafından kelebeğe benzetilmişti. Bir kurt söğüdün bağrında tabii gelişmesini tamamladı ve bir kelebeğe döndü, afaki alemde arzı endam etmeğe başladı şeklinde. Bir de kelebeğin ışığa uçma meselesi bahis mevzudur...

O halde bahse mevzu olan ışığa uçma açısından kendinizi nasıl konumluyorsunuz?

Meseleye o yönüyle yaklaşılacak olursa, zaten biz emredildiğimiz şeyleri yapıyoruz. Aksiyonun fikirlerimizi belirlemesi çok önemli. Aksiyonumuzla da biz emrolunan şeylere tabiyiz. Ve sonra, aksiyonun içinde fikirler belirleniyor.

Yani teori aynı zamanda pratiğin içerisinde mi oluşturuluyor?

Evet birlikte oluşuyor. Ve bütün bunlar rıza-ı ilahi istikametinde gidiyor. Rıza-ı ilahi istikametinde uçarken köylere, kentlere uğranabiliyor. Bazen değişik devletlere de uğranabilir. Dünyada, ufukta tur atılabilir. Ama bunlar hiç bir zaman hedef değildir. Bunlar ancak büyük gayeyi yakalama istikametinde hareket ederken uğranılan birer küçük konaklardır; dünya gibi... Biz bu konaklara uğrarken, konaklar ne kadar büyük, ne kadar muhteşem, hatta bazılarının nazarında ne kadar göz kamaştırıcı da olsa, Efendimizin verdiği espiri ile hareket ederiz. 'Ben bir ağacın altında oturup muvakkaten gölgelenen bir insandan farksızım' der efendimiz. Muvakkaten oturur, orda dinlenir ve zamanı gelince orayı bırakıp gider... Dünyaya ait en parlak şeylere karşı mülahazamız budur. Bu konaklar Allah'a doğru arkadaşlarıyla yürüyen, samimi insanların işin tabiatı icabı ara sıra uğradıkları yerlerdir. Bu ara-sıra uğramada bazılarının gaye edindiği şeyler bile aşılır.

Mesela, neler aşılır?

Bazıları devlet olmayı, cihanın fethini gaye edinirler, bunlar bile aşılır... Kalpler Allah rızasına kilitlenir, dünyadan semere beklenmez, hatta ahirette bile bir şey beklenmez. Çağın büyük mütefekkirinin yaklaşımı içinde 'Gözümde ne cennet sevdası, ne cehennem korkusu, milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım' mülahazasıyla yaklaşırlar. Bunların dünyevi hiçbir şeyle alakaları yoktur, ama Allah dünyayı bunların arkalarından koşturur, her şeyi ayaklarının ucuna getirir ve icabında onlara sultanlık bile bahşeder. Onlar da bunu tenezzül sayarlar...

Yani kelebekler nereye uçuyor?

Mesut Uçakan Bey'in ifadesiyle 'Kelebekler sonsuza uçar...'

Peki sonsuza açılan bu menfeze girişinizde, zamanlamanızı belirleyen ne oldu?

İşin başında da belirttiğim gibi bizim düşünce hayatımızı, plan ve projelerimizi, icmali fikirden sonra, genelde aksiyon belirler (Emredildiğimiz şeyi yapma Allah'ın rızasını elde etme meselesi...) Bu arada, bu mastır plan içinde, küçük küçük projeler tahhakkuk ettirilir. Ve biz kendimizi gayr-i ihtiyari bazı turnikelerin içinde buluruz. Böyle demeyi ben Rabbime karşı minnet borcu bilirim... (Son cümleyi ifade ederken Hocaefendi'nin gözleri doluyor...)

Duygulandınız...

...Hali hazırdaki işleri kendi anlayışımıza, kendi idrakimize versek, ben şirke girme endişesini taşırım. Çünkü zannediyorum gelecekte bu işin felsefi tarihini yazanlar söyleyecekler; 'Bu gibi şeyler bir kaç dahinin altından kalkamayacağı kadar büyük iştir...' Belli ki bu işi işleyen tığ ve mekik, inayet-i ilahidir. Ben evvela bunu itiraf etmeliyim. Bir ikincisi bu hizmet, insanla, insan kültürüyle, 'Habil ve Kabil'le veya Goethe'nin ifadesiyle 'Faust, Mefisto' ile başlayan problemi, köklerine inerek yine insanla çözmeye, görünmez, bilinmez bir şekilde, çok erken dönemlerde başlamıştır.

Yani bu vetireye çok erken dönemlerde girilmiş. Ama toplumun değişik kesimleri ile diyaloğa geçmek, yine çağın mütefekkirinin yaklaşımıyla; 'Hayatın ünitelerine girmenin şimdi vakti merhumudur, şimdi zuhur edecektir' şimdilerde olmaktadır. Bir dönemde inanmış insanlar çok önemliydi, Mekke dönemi gibi. Daha sonra ruhlarda imanın perçinlenmesi, sökülüp atılamaz hale gelmesi ve hayat adına ifa edilecek bu önemli misyon anlatılır dönmeyi lügatlarından çıkartıp atan insanların misyonu- ve bir yerde noktalı virgülünü kor ve derki: 'Biz ahirzamanda hayatın her ünitesinde bu işi temsil edecek zatlara zemin hazırlıyoruz...' İman önemli bir zemindir, hiç bırakılmaz, hep devam edilir. Değişik, dünya çapındaki oluşumlar ve tekevvünler içinde mevcudiyetini kendine has ağırlığıyla devam etirir ama, fasıllar başkalaşır. Bir nihavendin veya hicazkarın başka faslına girersiniz, tizleşir veya pesleşirsiniz...

Yani iman faslından, hayat faslına mı geçildi?

Öyle zannediyorum. Hayatın bütün ünitelerinin fethedilmesi faslı... Tarihi bir olgu olarak insanımız ekibi ile, finansman kaynaklarıyla, o kerteye geldiğini tıpkı yumurta kabuğundan sıyrılmak için civcivin kireç tabakasına 'tık tık' gagasını vurması gibi dışardan bile hissettiriyor. Bakıyorsunuz çevrenizde öğretmenlik yapacak binlerce insan var. İnanmış, sizinle aynı duygu, düşünceyi paylaşan. Bakıyorsunuz her yerde coşmuş himmetler var. Bunların her birerleri tek başına okul yaptırtacak seviyede. Ve bakıyorsunuz Türk toplumu bu meseleyi göğüsleyecek şekilde bu işe amade. Ve yine bakıyorsunuz, demokrasi arayışı, demokrasi tarz-ı telakkisi, sizin bu işleri yapmanıza müsait bir zemin teşkil ediyor... Bütün bunların üzerine diyorsunuz ki: 'Bu fırsatlar sumuh etmiştir, değerlendirmeli...' Eğer zamanlama adına yerinde kararlar verildi denecekse, genel tablo bunun böyle olmasını gerektiriyordu...

Dünya konjonktüründe meydana gelen değişim de bu tablonun oluşmasında belirleyici olmadı mı?

Dünyada meydana gelen değişimler de bu süreci hızlandırmıştır.

Arkadaşlarımız Rusya'da ki çözülme ciddiyet çizgisine gelmeden, oraya gidip geliyorlardı. Ve hatta çözülme süratlendiğinde bizim arkadaşlarımız Bakü'de idi. Tam vaktinde girdiler. İstikbalin devlet adamlarıyla temasa geçtiler. Biz de 'çok iyi' dedik. Çünkü biz bu dinamizme sahibiz...

Kaynağı nedir bu dinamizmin?

Evvela dinimiz. Saniyen finans kaynakları, eğitimciler ve rehberler, salisen bazı mevkuteler, mecmualar, gazeteler... Bir toplum için gerekli olan bütün dinamikler mevcuttu ve buralara açılabiliriz mülahazası vardı. Rabbim denk getirmiş, iyi bir zamanlamayla iyi bir açılma olmuştur inşallah.

Buna paralel bir açılma da Türkiye'de mi oldu?

Evet, Türk toplumu, demokratik gelişmeler, insan hak ve özgürlüklerine saygı, toplumun bir kesiminin diğer kesimiyle diyalog arayışı içinde bulunduğu dönemde yine Allah'ın rast getirmesiyle böyle bir süreci yaşadı. Medyaya arkadaşlarımızla çıkma durumu oldu...

Bu çıkışa nasıl karar verdiniz?

İster sayın Başbakan ve siyasilerle görüşmemizde, isterse bazı gazetecilerle, sizinle şu anda yaptığımız gibi mülakat meselesinde, arkadaşlarımla beş-on defa görüşme yaptım. Demek ki bunun mevsimi gelmiş. Belki benim aklıma yatıyordu. Bazı endişelerim de vardı. Genelde arkadaşlarımız, 'Mevsimidir, çıksak bazı şeyleri anlatsak' dediler. O kadar çok dostumuz bana bu meseleyi ifade etti ki, ileri seviyedeki arkadaşlarımızdan birisi 'Ne olur, Allah aşkına çıkın artık' dedi. Bunların hepsinin benim içimde bir azim, bir ceht, bir niyet halinde olan bu nüvelerin ateşlenmesine vesile olduğunu, onları bu işe vesile kılan Allah'a minnet ve şükran borcu olarak ifade etmeği vecibe bilirim. Buna aynı duygu ve düşüncelerin belli bir yerde buluşması, kesişmesi de diyebiliriz.

Bu kesişmenin sonucunda yaptığınız temaslarda ilk gördüğünüz ne oldu?

Gördük ki; ortada, ters istikamette, şurada veya burada görünen, dünya kadar insan var ve bu dünya kadar insanla paylaşacağımız yine dünya kadar müştereğimiz var. Hepsiyle diyalog için o kadar çok fasl-ı müşterek var ki... Ayrılıkları nazar-ı itibare alarak, ayrılıklıklar etrafında birbirimizi şamar oğlanı gibi kullanarak bu ayrılıkları büyüteceğimize, bu uçurumları derinleştireceğimize, bence fasl-ı müşterekler üzerinde durmalı. Kürt-Türk, Sünni- Alevi, Sağ-Sol... gibi ayrımları şimdilik, muvakkaten medarı bahs etmeyelim. Diyaloğa götürücü düşünceler üzerinde ısrarla duralım. En az birlik ve beraberlik kadar ihtiyacımız olan büyüklüğe sıçrama faslında (bir rampaya binmiş, amudi yükselmeğe sıçrama faslında) küçük şeylere takılıp yollarda kalmayalım...

Peki bahsettiğiniz tığ ve mekik ile, etrafınıza 'bir kaneviçe gibi ördüğünüz' özgül alemden, yeni bir aleme geçişiniz zor olmadı mı?

Fakat tabii bir seyir içinde oldu. Biz bir kitle meydana getirmek, kitle ruh haletinden istifade etmek gibi çok defa karışıklığa sebebiyet veren bir yolda yürümedik. Bir Mekke, Medine dönemi mülahazasıyla bu işin tabii gelişmesi, maşeri vicdanda hüsn-ü kabul görmesi yolunu intihab ettik. Biraz peygamberane mülahaza, ceht ve azim yolunu tercih ettik. Diğer tarafta bir çok gayr-i memnunu kitle psikolojisini kullanarak etrafınızda toplayabilirsiniz. Ama Tarih sosyolojisine vakıf olanlar bilirler ki, gayr-i memnunlardan müteşekkil bir toplum ile tahribat, yıkma olmuştur da; yapma olmamıştır. Elli defa Roma İmparatorluğunu gayri memnunlar yıkmışlardır ama, bir kere Roma İmparatorluğu kurmamışlardır. Hatta kendi yaklaşımım içinde eski durumu 80 hane, şimdi 60-70 hane olan bir Korucuk köyü bile kuramamışlardır. Bu açıdan da ben gayr-i memnunlarla gidilen yola enbiya yolu, evliya yolu, asfiya yolu, ebrar yolu demiyorum. O yol, iktidara yürüme mevzunda hırs yoludur. Bu açıdan işin tabii büyümesi içinde öyle bir kerteye gelinmişti ki, eğer bir metamorfoz yaşandıysa şayet, yusufçuğun çok fazla sancı çekmeden dar bir mesafeyi atlaması gibi bir şey oldu. Yani zaten sert kabuk ayrılacak hale gelmişti. Hafif bir ceht ile, bir kaç inilti ile rahm-i maderde ki yavrusunu doğum esnasında bir kadının cehti neyse, o kadar bir sancıyla o küreden, küreye geçme tahhakkuk etti.

Bu geçiş çok fazla da fark edilemedi herhalde...

Belki bu işin fikri durumunu bilenlerin dışındakiler çok da bu geçişin farkına varamadılar. Tabii bir sürecin faslıydı dediler. Birden bire bu gelişmenin içinde buldular kendilerini, bir zorlanma olmadı...

Rahatsız olanlar olmadı mı?

Belli uçlarda, bazı kimseler rahatsızlık duymuş olabilirler. Ziya Paşa'nın ifadesiyle 'Eskiden yoktu, yeni çıktı' gibi mülahazaya kapıldılar. Oysaki bu anlayışta ki insanlar eskiden beri vardı. Ama başkalarının sahnede bulunduğu ölçüde yoktu. Görünme arzusunda olan insanların, göründüğü ölçüde yoktu. Sizin de işaret ettiğiniz gibi tıpkı bir ipek böceği gibi o, kozasını örüyordu. Yaşatmak için çalışıyordu. Yaşama sevdasını atmıştı kafasından. İstikbalin kelebeği, mevsimi gelince de ortaya çıktı.

Kelebekler çok narindirler. Bugünün kelebekleri olarak temaslarınızın odağını ise 'medya ve siyaset' oluşturdu. Yaşadığımız çağın iki problemli alanı olarak kabul edilen 'medya ve siyasete' ile temasa geçmek bu narin kelebekleri, 'çelik kanatlı kelebeklere mi dönüştürdü?

Estağfirullah... Şimdi bir medyaya alet olma meselesi var, bir de kendi düşüncelerinizle medyayla bütünleşme veya en azından bütünleşme noktalarında temasa geçme meselesi var. Siyaset içinde aynı şey söz konusu. Bir; siyasetçilerin kendi mülahazalarıyla onlarla diyalog içinde olma, hatta onların cazibelerine kapılma durumu vardır, bir de kendi mülahazalarınız içinde....

Siz temaslarınızı hangi kategoride görüyorsunuz?

Mevlana'nın yaklaşımıyla ele alacak olursak, bir ayağımızı merkeze sağlamca basarak, diğer ayağımızla 72.5 millet içinde dolaşma mülahazasına sahip olmalıyız. 'Eğer siz bazı şeylere hevesleniyorsanız' der Mevlana ve bir meyvenin ağaçtan düşme benzetmesiyle bu meseleyi anlatır; 'Arzın cazibesine kapılıp kendinizi salıyorsanız, kendinizi çürümeğe terk etmiş sayılırsınız. Ama bir yönüyle çok sağlam bir nokta-i istinat buluyor, bir çekirdek halinde bir yere düşüyorsanız, kimsenin sizi yok etmeğe gücü yetmeyecektir. Çünkü bugün olmasa bile yarın salkım saçak bir ağaç halinde orada gelişeceksiniz...' Yani önemli olan ayağınızı yere sağlam basmanızdır. Önemli olan düşüncelerinizin, ideallerinize göre belirgin olmasıdır. Bir siyasi lider de; 'Hocam, siyasetle aranızdaki mesafeyi herhalde eskisi gibi koruyamıyorsunuz?' demişti. Ben de onlara, 'Fevkalade müsterih olunsun, çünkü ben ilk görüştüğüm zaman siyasetle aramdaki mesafe neyse, şimdilerde o mesafeyi on kat daha aştım..' dedim. Siyasetçilerle temasa geçmek ayrı bir şeydir, arada ki mesafeyi kaybetmek ayrı bir şeydir. Bazı müşterek meselelerimizde, ülke-millet meseleleri mülahazasıyla tıpkı kuyruklu yıldızların yörüngelerinde bazen güneşin etrafındaki peyklerin yörüngelerine girmesi gibi bir temas, maslahat-ı mürsel olarak olabilir. Bunlar da gayet tabii olduğundan, biz hiç kimseyi bir cazibe merkezi kabul ederek, cazibelerine girmedik. Hiç kimsenin vesayetine girmedik. Eğer o narin kelebek uçacağı yeri çok iyi belirlemişse, yani ışığın arkasına takılmışsa, ateş böceklerinin yanıp-sönen ışıkları zaten onu aldatamayacaktır. O yürürken, onların aralarından geçecektir ama, hangi cazibe merkezine göre planlanmışsa hep o istikamette gidecektir. Bu açıdan da çelik kanat mülahazası düşünülebilir. Dilerim Allah bize aczimizi heran hatırlatsın. Sürekli 'La havle vela kuvvete illa billahi', bir cennet cephanesi, bir cennet hazinesi olarak kullanalım. İnsanların gelip geçici, güç ve kuvvetlerine itibar etmiyelim. Aczimiz, fakrımız bizim için önemli bir nokta-i istinad, nokta-i istimdad olsun. Ve böylece hep kazanma kuşağında kazanalım, kaybetme kuşağında ise, yine kazanalım. Şevkle çoşalım ve şükürle gerilelim. Allah'ta üzerimizdeki nimetlerini arttırsın. Yolumuz bu dört esas üzerinde yürüsün gitsin ve bunlar bize çelik kanat olsun...

Gayr-i memnunların sosyolojik olarak hiçbir zaman yapıcı olmadığından bahsettiniz. Bunun mefhumu muhalifinden hareket edersek sizin öncülüğünüzde oluşan memnunlar topluluğu mu?

Gayr-i memnunlar bir şeyler yapamazlar. Bunun mefhum-u muhalifi olarak memnunlar, memnuniyet etrafında biraraya gelenler, çok şeyler yapmışlardır, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 'Sizin öncülüğünüzde oluşan memnunlar topluluğu' dediniz müsaade ederseniz bu konuda öncelikle tavzihte bulunmak isterim. Ben hiçbir zaman en küçük meselede öncülük yaptığım iddiasında bulunmadım. Cenab-ı Hakk'ın bizlere olan lütuflarının en büyük duası, en büyük vesilesi, en büyük davetiyesi, biraraya gelmiş bu kalplerin, müşterek çığlıkları, duaları, münacaatları olduğunu hep kabul ettim. Hey'eti Allah'ın lütufları şeklinde gördüm. Her zaman Allah'ın bize olan lütufları üzerinde 'Yedullahi meal cemal' gerçeğini görmek istedim. Allah'ın eli, inayeti, kudreti, kuvveti, hıfzı toplumla beraberdir. 'Yedullahi fevke eydihim', Kur'an'a ait bir cümledir, Allah'ın eli; Hudeybiye'de Peygamber'in elinin üstüne ellerini koyan insanlarla beraberdir. Kenetlenmiş, bünyan-ı marsus haline gelmiş, kurşunla perçinleşmiş gibi, bir birlik ve beraberliğe ulaşmış bu cemaata Allah'ın lütfudur. Eğer esbab planında ille de fanilere izafi bir tesir verilecekse, ben o tesiri Allah'ın bize lütfunun bir buudu olan, bu cemaate veririm. Ve bu cemaatte Allah'ın inayetine bir duadır, bir davettir, bir çağrıdır. Bu açıdan ben arkadaşlarımla istişare ettim. Onların güç ve kuvvetlerini, Allah'ın kudret ve kuvvetinin gölgesi ve gölgesinin gölgesi gördüm. Cenab-ı Hakk'ın bu siyanetten bizi ayırmamasını diledim. Ve onları hep takdir ettim...

Bütün bu yaptıklarınız da sizin öncü tavrınızdan kaynaklanmıyor mu?

Eğer, bu haliyle buna, öncülük denecekse, böyle bir öncülük olabilir. Ama genel manada öncü, lider deyince çok farklı şeyler anlaşılıyor. Yedi dünya bilsin ki o manada bir öncülükten ben, fersah fersah uzak bulunuyorum. Allah şimdiye kadar lutfetti. Müsbet düşünceler etrafında toplanan -cemaat tarifi içinde verdiğimiz espiri ile- bu insanlar biraraya gelmiştir demek, daha uygun olur.

Cemaatle, cemiyet arasında ki ayrıma mı dikkat çekiyorsunuz?

Evet, cemaatla cemiyetin farklılığı var. Cemaat; duygu ve düşüncenin, cebri buluşmalarla bir araya getirdiği insanlardan müteşekkildir. Duygu, düşünce, inanç ve aynı şeyleri paylaşma... Mesela bayram namazının vacip olduğuna inanan insanların ellerinde değildir, bayramda bir caminin kubbesi altında bir araya gelmemek. Haccın farziyetine inanan insanların bayramdan bir gün evvel, arefe günü Arafatta bir araya gelmemeleri düşünülemez. İnandıkları şey, belli bir yerde onları bir araya getirir. Cemiyet ise lügat manası ile, falan etmek - filan etmek, filanı ortaya koyma, filanı değiştirmek gibi unsurları içerir. Mesela bir dönemin meşhur 163. maddesinin tarifi içinde görebiliriz cemiyeti. Ne diyordu bu madde; 'İktisadi, siyasi devletin temel nizamlarını, dini temeller üzerine oturtmak maksadı ile bir cemiyet kurma...' Belli bir gayeyi gerçekleştirmeye matuf ama, kimle kuruyorsunuz bu cemiyeti, bunların içinde gayr-i memnunlar, aynı duygu ve düşünceyi paylaşmayan insanlar da olabilir. Kimisine altyapı vadedersiniz. Kimisine elektrik, su getireceğinizi söylersiniz. Kimisinin kazasına il yapacağınızı vadedersiniz. Sizinle aynı duygu ve düşünceyi paylaşmıyorlardır ama, geçici de olsa sizinle bir cemiyet teşekkül edebilirler. Bunlara toplum demekten ziyade çok küçük gayelerle, menfaatlerle bir araya gelmiş kitleler demek daha uygundur. Bir araya geldikleri gibi de çarçabuk dağılabilirler. Cemaate gelince çok ciddi faktörler olmadan dağılmazlar. Onlar aynı duygu ve düşünceyi paylaşırlar. Hatta bazı çıkarlar uğrunda aralarında kavgalar olsa bile yine temel meselelerde bir araya gelirler. Can alıcı hasım gibi davransalar bile bu bir camide bir araya gelmelerine mani değildir. Arapların Türk düşmanlığı yaptıkları, Farsların Arap düşmanlığı yaptıkları dönemde bile herkes Arafat'ta toplanmış Metaf'ta toplanmış, Müzdelife'de toplanmış, ellerini açmış müşterek bir imamın arkasında Ümmet-i Muhammed diye dua etmişlerdir. Bu espiriyle anlatılabilecek bir cemaatse şayet, bir araya gelmiş mübarek bir topluluğu, değişik adlarla ifade edebiliriz...

Mesela?

'Kudsiler', mübarekler topluluğu diyebiliriz mesela. Ahir zamanda insanlığa yeni bir diriliş üfleyebilecek, Sezai Bey şair-i şehirimizin ifadesiyle 'Fecir Süvarileri' diyebiliriz. Sizin yaklaşımınızla memnunların bir araya getirilmesi de denebilir ki, bu kalıcıdır. Doku uyumuyla dikilmiş, bir araya getirilmiş, bütünleştirilmiş, birleştirilmiş dokuların bir arada bulunması gibi bir şeydir bu. Ama bu nesiç uyumu çok yoksa şayet mesela yüzde onlarda, yirmilerdeyse şayet, bunu siz ibrişimlede, kurşunlada dikseniz hatta vücut mukavmeti kurmak için dünya kadar hapta yuttursanız, vücut o yabancı şeyi atacaktır. İşte gayr-i memnunların bir araya gelmesi de öyledir. Memnunların bir araya gelmesi ise, doku uyumu gerektirir ki çok ciddi fesat faktörler olmazsa bunlar bozuşmazlar ve dağılmazlar. Bu hizmete dilbeste olmuş ve aşkla hizmet etmeğe teşne bu cemaat bir memnunlar cemiyeti, ve o cemaatin bir araya gelmesini sağlayanlarda bir yönüyle istişareyi gerçekleştiren kollektif şuurdur diyebiliriz ve gelecek inşaallah ona emanet olsun...

Siz temaslarınızı Türkiye Cumhuriyetinin bir vatandaşı olarak yaptığınızı belirtiyorsunuz. Bütün bunların ötesinde temsil ettiğiniz düşünce Türkiye'de ve dünyada neye tekabül ediyor?

Temsili düşüncenin, dünyada da, Türkiye'deki tesiri ölçüsünde tesiri olacaktır. Hemen her yerde, bir nüfuz etme zemini bulacaktır. Ancak her iş böyle çalımlı, samimi, yürekten başlar da, asıl o işin, o güçte yürümesi için, daha yüksek performans, seviye gerekir. Eğer işi o hale getiren seviye, hasbilik, diğergamlık korunamıyorsa, çok iyi bir peşrevle meydana çıkmış bir güreşçinin, güreş esnasında aynı performansı gösterememesinden dolayı tuş olması gibi bir şey olur. Allah bu işi güzel başlatmıştır ve bizim insanımızı bu mevzuda istihdam ediyor. Ama bu işin gerektirdiği yaşatma arzusu aynı kıvamda devam etmezse, başkaları için var olma mülahazası, aynı ölçü ve seviyede devam etmezse, Türkiye'de fiyasko olur. Bu tabi yine bu hizmetin, bu cemaatin değişik bir nüfuz sahası olan dünyada da yine fiyasko olur. Türkiye'nin kendi konumu itibariyle geliştireceği her ses, her soluk, adeta bir yankı merkezinde bulunuyormuş gibidir. Burdan bir ses versek dünyanın değişik yerlerinde hemen yankı bulacaktır. Ve hususiyle uzun zaman bağlı bulunduğu bir ruha, Türkiye'deki bu seslere, müstağni kalınmayacaktır...

Bu noktada size bazılarınca sorulan 'Neden başka yer değil de Ortaasya?' sorusu gündeme geliyor...

Evet, bir başka yerde de fakire sormuşlardı, 'Niye Asya da, islam dünyası değil?' diye. Asya bana göre elden kaçırılacak ülkelerdendir. Eğer Türk yatırımcısı, müteşebbisi, eğitimcisi gidip Asya'ya sahip çıkmazsa, başkaları oraya dökecekleri menfaatlerle Asya'yı ele geçirebilirler. Ve sonra sizin girmeniz çok zor olabilir. Alman, İngiliz, Amerikalı oralara yerleşirlerse, o ülkelerin insanı, yeni demokrasi sürecinde, yeni bir asimilasyon yaşarlarsa, bir daha 'ağzım-burnum' diyemezler. Bu açıdan onlara karşı yapılacak işlerde ahesterevlik etmemek lazım. Biz de bir an evvel sahip çıkmak gerekiyor diye düşündük... İslam dünyasına gelince Türk aleminin meydana getireceği bu güçlü vakum karşısında, zaten arkadan gelecektir islam dünyası. Bu açıdan gelecekte Türkiye topyekün bir cazibe merkezi olacağa benzer, Allah'ın inayet ve keremi ile. Başta bir mastır plan olarak, kaderi bir plan olarak bu işi hazırlayan Allah celle celeluhu, çağın kudsilerine böyle bir misyon yüklemiştir, Üstadın 17. Sözde dediği gibi 'O engin rahmetinden baid değil ki bulunmasın...' Allah onu da bu cemaate lütfedecek, bağışlayacaktır inşallah...