Suyun Ötesindeki Garip ve Ramazan

Bir insanın mârifet ve muhabbeti derinleştikçe ibadet iştiyakı da artar. Onun içindir ki, gerçek bir Hak yolcusu, seyr u sülûk-i ruhânîde terakki ettikçe, ibadet ü tâata karşı şehvet ölçüsünde bir düşkünlük göstermeye başlar.. hatta zamanla öyle bir hâl alır ki, artık o, oturur-kalkar hep Cenâb-ı Allah'ı anar, sürekli dualarla coşar; Hak dergâhının bir bülbülü olarak kalbinin diliyle bitevî O'nu terennüm eder ve adeta ibadetle nefes alıp verir, ibadetle yaşar.

Böyle bir kul, her meselede "azîmet"lere sarılır; nefse zor gelse de, Allah'ın emirlerini en mükemmel şekilde yapmaya ve ibadetlerini kılı kırk yararcasına, eksiksiz eda etmeye çalışır. Bir özre ya da zarurete binaen meşru kılınan ve "ruhsat" olarak adlandırılan kolaylıklardan dahi uzak durur. Bir hâdisede, azîmet ile ruhsat arasında seçme durumunda kalınca, o daima azîmet yoluna yönelir. Başka insanlara fetva vermesi ve yol göstermesi söz konusu olunca, "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin!" beyan-ı nebevîsine uygun olarak hep kolaylık tavsiye eder, dinin genişliğinden istifade etmeyi salıklar. Fakat, kendi nefsiyle başbaşa kaldığında zora talip olur ve azamî takvaya tutunur.

Bu ibadet aşıklarından biri olan, Abdullah ibn Amr ibn As, üzerine aldığı sorumlulukları ve nafile ibadetlerini ancak Allah Rasûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ısrarları neticesinde azaltmış; fakat, yine de hayatının sonuna kadar gün aşırı oruç tutmayı ve her gecenin üçte birini ihya etmeyi sürdürmüştür. Öyle ki, yaşlılığın getirdiği zorluklar karşısında, "Keşke Rasûl-ü Ekrem'in sözünü dinlese ve yükümü biraz hafifletseydim. Artık bu şekilde devam ettirmeye tâkat bulamıyorum ama yine de nafile olarak yaptığım amelleri aksatmak istemiyorum. Allah Rasûlü'nün, beni bıraktığı gibi bulmasını arzuluyorum." demiştir.

Her hafta Kırık Testi'mize en temiz su kaynaklarından âb-ı hayat taşıyan ve o muhrik sesiyle herbirimizin Bamteli'ne dokunan Hak Dostu da başkaları söz konusu olunca ruhsatları göstermekte ama kendisi ile ilgili hüküm verirken hep azîmetler kuşağında dolaşmaktadır. Senelerdir dost olduğu hastalıklarına rağmen, ibadet hayatındaki çizgisini korumakta, önce müslümanların sonra da topyekün insanlığın problemleri karşısında ızdırapla kıvrandığı geceler boyunca dua dua Allah'a yalvarmakta, her anını O'nu görüyor ve O'nun tarafından görülüyor olma şuuruyla yaşamakta, bütün hareketlerine yansıyan bu şuurla kullukta derinleştikçe derinleşmekte ve sürekli ziyadeleşen bir iştiyakla ibadetlerine sarılmaktadır. Öyle ki, ibadet onun tabiatının bir yanı haline gelmiştir. "Melekler tesbih, tehlil ve tekbirle yaşarlar; nebiler ise tebliğle soluklanırlar." hakikatinin bir devamı olarak, Hak katının makbul ibâdı da daimi kullukla ve ibadetle canlı kalırlar dense sezâdır ve bu ifade suyun ötesinde bereketli ama buruk bir Ramazan geçiren Muğterib'in durumunu özetlemektedir.

2002 senesinde, ızdırap dolu günlerin yorgunluğuna dayanamayan kalbinin teklemesi neticesinde onu acilen hastaneye kaldırmıştık. İlk müdahaleden sonra hemen yoğun bakım odasına alınmıştı. Doktorlar, boğazıyla boynunun birleştiği noktadan girip Muzdarip İnsan'ın hüzün dolu kalbine ulaşmış ve herhangi bir ani değişiklik ihtimaline karşı geçici pil bağlamışlardı. Onlar, o anlık işlerini bitirir bitirmez, o gözlerini açmış; "Namazımı nasıl kılacağım?" demişti. Vücudunda, elbisesinde ve üzerindeki örtüde kan izleri vardı. Kolları iğne ve serumlardan dolayı adeta delik deşikti ve hâlâ yoğun bakım odasındaydı. Fakat, şartların münasebetsizliğine rağmen, oracıkta teyemmüm yapmış, namazını ima ile tamamlamış ve sonra da "Kulluğumu böyle eksik yaptığımdan dolayı Rabbimden çok utanıyorum. Ölmeden namazlarımı bir kaza edebilseydim!.." diye iç dökmüştü. Doktorlar uykuya sebep olacak bir ilaç verecekleri zaman "Ne olur dozunu öyle ayarlayın ki, namaz vakitlerinde uyanıp vazifemi yapayım, daha sonra tekrar uyuyayım!" demiş ve namazını kaçırmamak için nöbet tutmamızı istemişti.

Aslında, onun başka türlü davranması da düşünülemezdi. Zira, onun rehberi, son anlarını yaşadığı zaman diliminde, ufûle yüz tutmuş bir güneş gibi başını Hazreti Âişe annemizin dizlerine koyan, ara sıra bayılıp kendinden geçen, başından bir kova su dökülünce gözlerini açar açmaz "Cemaat namazı kıldı mı?" diye soran ve "namaz" diyerek yaşayıp "namaz" diyerek ötelere yürüyen Allah Rasûlü'ydü. O, sinesinden yediği hançerle koma hâlinde uzanmış yatarken "Ya Ömer! Bir şey yemek, içmek ister misin?" diye soran arkadaşına ancak kaşıyla "hayır" işareti yapabilen, yani ağzını açacak kadar dahi derman bulamayan, fakat ezan sesini duyar duymaz "Namazım!.." diyerek hemen doğrulan, namazda hançerlenen ve "namaz" diye diye can veren Hazreti Ömer gibi ibadet tutkunu seleflerinden ders almıştı..

İşte biz, oruca başladığımız ilk günden beri böyle bir ibadet iştiyakına ve kulluk anlayışına bir kere daha şahit oluyoruz. Belki son yirmi senedir hemen her Ramazan başlangıcında olduğu gibi, bu sene de Kur'an ayı şafakta tüllenmeye durduğu günlerden itibaren doktorlar:

"Efendim, oruç tutmanız tehlikeli olabilir; Allah korusun, şeker krizi ve kanın pıhtılaşmasına bağlı damar tıkanıklığı ihtimali var." diyorlar. Böyle bir ikaz karşısında, ibadet aşığı Zat, bir kere daha tabiatını seslendiriyor: "Doktor bey, oruç tutmazsam o zaman zaten ölürüm!"

Aslında ona, ağır bir hastalığa yakalanan, iyileşme umudu olmayan hastaların ve oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlıların durumunu sorsanız, mutlaka onların oruç tutmaları gerekmediğini ve tutamadıkları "her bir oruç için bir fakiri doyuracak" kadar "fidye" vererek bu vazifelerini yerine getirmiş sayılacaklarını söyleyecektir. Ne var ki, kendisi hakkındaki hükmü farklıdır; o, dinin belirlediği azîmet çerçevesine sadık kalmak suretiyle mutlaka orucunu tutacak ve Abdullah ibn Amr ibn As gibi, "Rabbimin huzuruna sözümü tutmuş olarak çıkayım; Efendimin yanına kulluk vaadimde durmuş olarak varayım!" diyecektir. Tabii bu hüküm pek çok zorlukları da beraberinde getirecektir:

Hüzünlü Gurbet'in Garibi, gün boyu şeker ve tansiyonunu dengede tutabilmek için çok gayret ediyor. İftarda ve sahurda ani şeker yükselmesini engellemek maksadıyla insülin iğnesi kullanıyor. Gün içinde meydana gelebilecek hipoglisemiye (hâlsizliğe, aşırı terlemeye ve hafif baygınlığa yol açacak şekilde kanda normalden daha az şeker bulunması haline) mani olmak için insülini belli bir dozda alması gerektiğinden dolayı her gün ince ince hesaplar yapıyor; iftarda kısa ve uzun tesirli karışım insülini, sahurda da sadece kısa tesirli olanını alarak kan şekerini normal sınırda tutmaya çalışıyor. Şeker düzensizliğinden ve susuzluktan dolayı kanın pıhtılaşma eğilimi artması sebebiyle damar problemleri yaşamamak için içtiği suyun miktarına bile çok dikkat ediyor. Ani şeker düşmesi ihtimaline binaen, tehlike anında hemen alabileceği konsantre şekerini de yanından ayırmıyor ama ağız yoluyla bir şey alıp orucunu bozma yerine, ihtiyaç halinde şırınga yaparak kefaretten kurtulup sadece kaza tutma düşüncesiyle glucagon iğnesini de masasında hazır bekletiyor.

Düşünebiliyor musunuz, biz elimizde hurma iftar etmeyi beklerken, o insülinin aksine şekeri yükselten glucagonla ezan vaktini intizar ediyor ve bazı günlerde orucunu onunla açtığı da oluyor.

Genellikle, öğle namazından sonra ayakta kalacak derman bulamıyor. Namazı en arka safta, zorlukla tamamlıyor. Nafileleri oturarak kılıyor.

Ah o iftar vakitleri...

Gün guruba kayınca, artık kafasını taşıyacak kadar bile mecali olmuyor. Koltuğa yaslanıyor, başı bir tarafa düşmüş vaziyette durup ezanı bekliyor. Fakat o anda bile dudakları kıpırdıyor; vücudu yorgun olsa da gönlü dipdiri, Allah'a yöneliyor, derdini O'na döküyor, istek ve ihtiyaçlarını bir bir O'na arz ediyor... Onu o halde görenlerin kimileri, derin bir nefis muhasebesi ve "Ben de oruç mu tutuyorum ki?" şeklindeki iç hesaplaşmasıyla, onun dualarına "amin" diyorlar; kimileri de aynı istek ve talepleri yanaklarından süzülen gözyaşlarına yükleyerek hal diliyle terennüm ediyorlar. Kalbler ortak hislerle atıyor; o an tek bir duygu benlikleri sarıyor: "Ne olur Allahım, sadece Senin rızanı arayan ve ona ulaşmak için bunca sıkıntıyı şerbet gibi yudumlayan şu kulunun dualarını kabul eyle!.."

Evet, o itmi'nâna ulaşmış ruh, bu hayatın bir gün mutlaka, ebedî bir mutluluğa inkılâb edeceğini, burada, Allah'ın hoşnutluğu istikametinde gösterilen fedakârlıkların, çekilen sıkıntıların, hatta bunların en önemsizlerinin bile, ötede değerlerüstü değerlere ulaşacağını çok iyi bildiğinden açlığa, susuzluğa ve cismanî arzularla yaka-paça olmaya derin bir ibadet neşvesi içinde katlanıyor. Hastalıklarını, varlığını daha derinden duymaya ve şükür hisleriyle dolmaya vesile sayıyor. Rahatsızlıklarından dolayı hiç şikayetçi değil, o sadece kulluğunu tam eda edebilme heyecan ve helecanını yaşıyor.

İftardan sonra, biraz durgun geçen günün acısını çıkarırcasına çalışmaya başlıyor. Daha çayından bir-iki yudum alır almaz, birkaç kişiyle beraber İbn Hacer Hazretleri'nin Fethü'l-Bârî adlı eserini takip ederek hadis okuyor. Ders arasında bir tepegözden duvara yansıtılan, ricale (hadis nakleden büyüklere) dair malumatı okurken bütün dertlerini ve rahatsızlıklarını unutuyor; adeta onlarla buluşuyor, onlarla hasbihal edip dertleşiyor ve onlarla huzur buluyor.

Her sene olduğu gibi bu Ramazan'da da teravihini hatimle kılıyor. Kıraatini gücü yettiği kadar ayakta yapıyor; çok rahatsız olduğu zamanlarda oturarak kıldığı da oluyor ama yine de hatimle namazını aksatmıyor. (Geçen sene gizlice teheccüd Kur'an'ını takip edip her teravihte dört cüz okuduğunu görmüştük ama bu sene henüz o takibe muktedir olamadık.) Gece boyunca hemen hemen hiç uyumuyor; Kur'an ve dua ile meşgul oluyor. Belli bir zamanını da tashih etmekte olduğu kitaplarına ve yazdığı makalelerine ayırıyor. Ayrıca, Ramazan'ın vazgeçilmez bir esası olan mukabele sünnetine de mutlaka riayet ediyor. Çevresindeki insanlara her sabah bir cüz okutup dinliyor.

Muzdarip İnsan, kendi dert ve sıkıntılarından daha çok diğer insanların durumlarıyla alakadar oluyor. Elden geldiğince misafir kabul etmemeyi yeğliyor; çünkü, gelen birkaç kişiyle bile gerektiğince ilgilenemediği düşüncesiyle kederleniyor. Aylık yazılarını zamanında yetiştirememiş olması onun için ayrı bir üzüntü sebebi.. "Bir kere yazmaya başlamış ve millete bir söz vermişim, yazmazsam olmaz; ama hastalıklarım koymuyor ki yazayım!" deyip teessürünü dile getiriyor.

Ramazan ayında cömertliği kat kat artan Peygamber Efendimiz ve selef-i salihîn efendilerimiz gibi, o da uzak yakın çevresini değişik ihsanlarla sevindiriyor. Malının bir kısmını gece bir kısmını gündüz, birazını gizli birazını da açıktan veren Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ali efendilerimize ittibaen, bazen duyulmasına ses çıkarmayarak bazen de gecenin karanlığından bile saklayarak infakta bulunuyor. Pakistan depremiyle alakalı haberleri seyredemiyor; daha gördüğü ilk sahnede gözleri doluyor. Sevenlerini de teşvik etmek için oraya gönderdiği yardımın insanlar tarafından bilinmesine razı oluyor. Televizyonda, diş taktırmak için hastaneden gün almak isteyen ama kendisine iki sene sonraya randevu verilen yaşlı bir insanın hali anlatılırken, herkes onu bir haber olarak dinliyor; fakat o, hemen Türkiye'ye telefon ettiriyor, "Adamcağızın haline acıyıp "vah" edeceğimize, tedavisine yardımcı olalım" diyor ve masrafları kendisinin karşılayacağını vaad ediyor. Kimi zaman da, muhtaç olduğunu zannettiği birine kimsenin görmeyeceği anları kollayarak yardımda bulunuyor, hatta bir başkasının eliyle onun ihtiyaçlarını görerek kendisi hiç işin içinde yokmuş gibi davranıyor.

Bulunduğu yerde Süleymaniye, Sultan Ahmet ve Kocatepe gibi hiçbir mâbet yok. Burada minarelerin o büyülü sedası duyulmuyor; mâbetlerden o coşkulu salavât ve tekbir sesleri yükselmiyor. Dolayısıyla o, okyanus ötesi uzaklarda da olsa, bizim her zaman uhrevîlikle tüllenen camilerimizi, onları lebâleb dolduran Hakk'ın sadık kullarını, onlardaki haşyet, saygı ve mehâbeti hayal ederek teselli olmaya çalışıyor. Bazen, gözlerini kapayıp, kendini ya bir şadırvan başında, ya melekler gibi saf bağlamış insanlar arasında, ya bir kürsüde, ya da bir mihrapta tahayyül ediyor; bazen de Ramazanlaşan dünyayı evlerimize aksettiren Samanyolu Televizyonu vesilesiyle mâbetlerden yükselen o saf ve dupduru seslerden ve gönüllere inşirah olup akan manzaralardan payını alma heyecanı yaşıyor.

İftar ve Sahur programlarında Kur'an ve ezan okuyan samimi insanları dinledikçe ve hele ilmiyle akıllara hitap ederken tevazu ve mahviyetiyle de gönüllere seslenen ilahiyatçılara şahit oldukça çok seviniyor, memnun oluyor ve ekranda gördüğü o hak tercümanlarına dua ediyor. Dünyanın dört bucağında birer meşale tutuşturma aşkıyla rekabetsiz yarış yapan eğitim gönüllüleriyle alakalı bölümleri gözyaşlarıyla, takdir hisleriyle ve hayır dualarıyla seyrediyor. Yine en karanlık diyarlarda bile hoşgörü ve diyalog çatısı altında bir araya gelip barış ve dostluk mesajlarıyla etrafa ışık saçan bahtiyarları "diyaloğun meyveleri" olarak hayranlıkla izliyor ve "Allah kem nazarlardan muhafaza etsin; ihlas ve istikametten ayırmasın!" demeyi de ihmal etmiyor. Hele Konya'da evladını hicrete uğurlayan anne-babalar için verilen iftar yemeğindeki tablo ve o fedakar insanların yürek yakan sözleri karşısında sofra başında dökülen gözyaşları var ki onu yazmaya ve ifade etmeye ne yüreğimiz ne de ifade gücümüz kifayet eder.

Hasılı, suyun ötesindeki Garip, hastalıklarla içli dışlı yaşasa ve sevdikleriyle arasında çok uzun mesafeler bulunsa bile, Ramazanlaşan herkesi ve her şeyi, kendine has şivesi, kendine has üslubuyla tasavvur etme ve tamamen uhrevîleşen o atmosferi bütün zenginlikleriyle duyma gayretinde.. o, Ramazanı bütün benliğiyle hissetmeye çalışıyor; Kur'an ayı da ona, en içli, en duygulu, en derin anlarıyla kâse kâse sevgi, alâka ve heyecan ikram ediyor.. hele bu mübarek günleri fırsat bilerek en karanlık noktalarda dahi bir çerağ tutuşturma cehdindeki kahramanların güzel haberleri ve ekrana yansıyan göz kamaştırıcı halleri salkım salkım ümit ve emeller sunarak onun bütün üzüntü ve kederini gideriyor, mağmum yüzünü güldürüyor.

Tabii, takdir edersiniz ki, Hocamız için çok zor geçen bu günlerde alışageldiğimiz sohbetler olmuyor. Ramazanın başından beri, onbir ay boyunca istifade ettiğimiz ikindi yağmurlarına hasretiz. Artık o bereketli sohbetlerin eskisi gibi devam etmesi için Ramazan sonrasını bekliyoruz. Dolayısıyla, her hafta, o yedi gün içindeki sohbetleri size ulaştırma sözümüzü muvakkaten yerine getiremiyoruz. Aslında, elimizde eski kayıtlar var; onlardan bazılarını seçip Kırık Testi ya da Bamteli olarak sizinle paylaşabiliriz. Ne var ki, sayfamızda en son ve en taze sohbetlere yer verme esasımızı ihlal etmek istemiyoruz. Elimizde kayıt cihazımız ve bilgisayarımız, hem Bamteli'nize dokunmak hem de Kırık Testi'yi doldurmak için sabah akşam fırsat kolluyoruz. Allah nasip ederse, yeni kayıtlara muvaffak olur olmaz, onları da size arz edeceğiz.

Son olarak şu hususu da belirtmeliyim: "Haftanın Ezber Hadisi"ni ve "Haftanın Duası"nı size ulaştırmak için gerçekten çok samimi gayret gösteren arkadaşımız, her şeye rağmen muhterem Hocamızın kapısını çalmaya devam ediyor. Hocamız da onu kırmıyor ve yine her hafta için bir dua yazıyor ve bir hadis-i şerife dikkatlerimizi çekiyor, ezberleyip iyice öğrenmemize vesile oluyor.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.