Hoşgörü mü, horgörü mü?

Bir bardak suda fırtına koparmak" sadece Hollywood filmlerine has değil; bizim ülkemizde yaşanan gerçek hayatın birçok karesinde bunu görmek mümkün. 28 Şubat sürecinde yaşananları ifade için şimdilerde çok sık kullanılan "niyet okuma" ile gerçekleşen bu fırtına, meselenin künhüne vâkıf olmayan birçoklarını "poyraz rüzgârı" gibi önüne katıp sürükleyebiliyor. Malum kuzeydoğudan esen sert ve soğuk rüzgâra verilen isimdir poyraz.

1994'ü başlangıç kabul edecek olursak neredeyse 20 yılı bulan süreç içinde "hoşgörü" kavramına yüzlerce, binlerce defa getirilen itirazlar vesilesi ile yaptım bu girişi. Yanlış anlaşılmasın; hoşgörü kavramı ilk defa 1994'te kullanıldı demiyorum; aksine o kavram binlerce yıldır zaten bilinen ve kullanılan bir kavram. En basitinden Yunus'un "Yaratılmışı hoş gördük, Yaradan'dan ötürü" dizesini halkımız arasında bilmeyen yoktur. Kastım, Hocaefendi'nin 1994'te Yazarlar Vakfı'nın basın-yayın kuruluşlarının katılımları ile gerçekleşen diyalog programlarında bu kavramı kullanması. Kaldı ki Hocaefendi, o güne kadar aynı kavramı cami kürsülerinde, kahve sohbetlerinde kim bilir kaç defa kullandı. Kullandı ama bu ölçüde kamuoyuna mal olmadığı için dikkatleri çekmedi.

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin açıklamaları, izahları içinde hoşgörüyü hangi manada kullandığını ifade eden bir şey yok mudur? Soruyu şöyle de sorabiliriz; Hocaefendi hoşgörü derken, dinin hiçbir sabitesini kale almamakta, ötekileri kabul, birlikte yaşama vs. için dini değerlerimize aykırı her şeylerini mi kabullenmektedir?

Hoşgörüye itiraz edenlerin dayandıkları çok basit bir mantık var. Yanlış veya doğru demiyorum, onun kararını siz vereceksiniz; sadece dayandığı mantığın alabildiğine basit olduğunu söylüyorum. Şöyle yapıyorlar; hoşgörü kavramının mefhum u muhalifini esas alıp 'horgörü' diyor ve ardından küfre rızadîde olmamayı ifade eden ayet, hadis ve selefi salihin uygulamaları ile bu görüşlerini destekliyorlar.

Halbuki mesele bu kadar basit değil ve olamaz. Her şeyden önce; madem İslamî temeller ekseninde bu kavrama bir yer arayacağız -ki bu, doğru bir yaklaşımdır- ilk sorum şu; aşağıda zikredeceğim Arapça kökenli kelimelerden hangisi hoşgörü kelimesinin bire bir karşılığıdır? Müdâra, tesâhül, müsamaha ve tahammül... Malum bunların her biri hem lügat hem de ıstılahî açıdan farklı manaları muhtevidir. Birbirlerine yakın manaları ihtiva etseler de aralarında nüanslar vardır ve bu nüanslar işin tabiatı gereği siyah-beyaz ölçüsünde farklı sonuçlara ulaşmaya sebebiyet verebilmektedir.

Hoşgörü tolere etmek midir?

Bununla beraber şu yaklaşıma katılıyorum; hoşgörünün Batı dillerinde en yakın karşılığı "tolerans" kelimesidir. Bu ise muhatabını kabul etmemekle beraber ona çeşitli zaruretler sebebiyle mecburen katlanmayı ifade etmektedir. Öyleyse hoş görme, aslında hor görmedir. Şartlara bağlı olarak -mecburen dedik bunu ifade için- bugün muhatabını hoş gören bir insan yarın şartların değişmesine bağlı olarak onu hor da görebilir. Nitekim sırf bu sebepten dolayı insan haklarını anlattığı kitabında Thomas Paine, toleransı yani hoşgörüyü istibdat olarak nitelendiriyor.

Doğru mu bu yaklaşım? Tabii ki, kelimelerin sadece lügat manasından hareket edecek olursanız, o kavramın tarihi süreçte dini ve ahlaki değerlerle kazandığı kültürel mana ve muhtevayı, pratik hayat içindeki uygulamalarını nazara almazsanız doğru. Çünkü tolere etme ancak muhatabını ötekileştirdikten sonra ortaya çıkar.

İyi de acaba Anadolu insanının dilinde hoşgörü bu manada mı kullanılmaktadır? Batılı tolerans derken ötekileştirmiş olduğu kişi, düşünce veya topluma zorla katlanmayı kastediyor olabilir. Paine'nin toleransa istibdat manasını vermesinde bunu görebilirsiniz. Ama Yunus'tan Mevlânâ'ya, Hocaefendi'den sokaktaki insanına kadar hoşgörü diyenler, aynı manayı mı kastetmektedir?

Zannederim Türkçeyi bilen ve hayatın tabii akışı içinde kullanan hiç kimse bu soruya evet cevabı vermeyecek, veremeyecektir. Zira Anadolu insanı, bunu tamamıyla müsbet manada kullanmaktadır ve belki de sözünü ettiğimiz yaklaşım ve yorumların hiçbirisinden haberdar bile değildir.

Pekâlâ, Hocaefendi'nin açıklamaları, izahları içinde hoşgörüyü hangi manada kullandığını ifade eden bir şey yok mudur? Soruyu şöyle de sorabiliriz; ki bu hoşgörü ekseninde Hocaefendi'ye yöneltilen itirazlarda -daha doğru bir kelime kullanacak olursak maalesef iftiradır, ithamdır bunlar- Hocaefendi hoşgörü derken, dinin hiçbir sabitesini kale almamakta, ötekileri kabul, birlikte yaşama vs. için dini değerlerimize aykırı her şeylerini mi kabullenmektedir?

İki soruya arkası arkasına cevap verecek olursak, tabii ki vardır ve tabii ki dini değerlerimize muhalif yaklaşımlarını hoş görmemektedir. İşin garibi, söz konusu edilen açıklama ve izahları kendisine yöneltilen itirazlar sebebiyle cevaben yapmıştır Hocaefendi. Ama niyet okuma esas olunca, bir bardak suda fırtına koparma asıl olunca, yapılan açıklamaların bir anlamı kalmamakta ya da yok sayılmaktadır.

Hoş görmek faziletin zirvesidir

Bakın ne diyor Hocaefendi: "Hoş görmek, faziletin zirvesidir. Dinin dinamiklerine aykırı olmamak kaydıyla insanın kendi yorumlarına ters düşen şeyleri hoş görmesi fazilettir." İki kısa cümle içinde çok net bir şekilde düşüncesini ifade ediyor. Hoş görme fazilettir diyor; böylece onu müsbet manada kullandığını belirtiyor. Mefhum u muhalif denilerek yapılan felsefi izahlarla kazandırılan ya da Batılıların kastettiği manayı değil. İkincisi "dinin dinamiklerine aykırı olmamak kaydıyla" diyor.

Bir başka vesile ile bu düşüncesini daha net bir şekilde anlatır Hocaefendi. Der ki: "Dinin temel kaynaklarına aykırı olmamak kaydıyla içtihad, istinbat, istihsan, maslahat-ı mürsele gibi zamanın yorum alanı içinde olabilecek şeylerde bana ters gelen, nâhoş gelen şeyleri hoş görmek lazım. Ama mesele dinin temel disiplin, usul ve ümmehâtına aykırı ise tabii ki orada hoşgörü olamaz."

Ne kazandıracak bize bu yaklaşım diyebilirsiniz? Farklı zeminlerde dile getirdiği birkaç kazanımı aktarayım. "Hoş görmeyi başarabilmiş insanlar, bütün hayatlarını sevgi, şefkat ve kucaklama ile örgülemiş olurlar." "İnsan kendini böyle hoş görmeye bağlayınca bir taraftan vahdet-i ruhiye tesis etmiş olur, diğer taraftan gücünü, kuvvetini ilâ etmek istediği şeye sarf eder ve fikren dağılmaz. Yoksa güftü gu ile fikri, aklı, mantıki kabiliyetlerini dağıtıverir." "...Evet, hoş görmek esas olmalı... en azından nâhoş görmemeli... hiç olmazsa nâhoş görülen şeyleri sindirmeli ve başka şekilde birilerine karşı değerlendirmemeli... yüzlerine çarpmamalı... gerilime sebebiyet vermemeli... sinelerde mekni gayzı, kini, nefreti tetiklememeli... boş yere insanları birbiriyle vuruşturmamalı..." Ve son iktibas: "Toplumumuz çok yaralı... Toplumun bünyesi metastaz olmuş bir kanser hastası gibi... Ne kemoterapi ne de radyoterapi fayda vermez buna. Buna fayda verecek şey mülayemettir, hoşgörüdür, diyalogdur ve şefkattir."

Son sözü Kur'an söylesin; "İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan sıcak bir dost oluvermiştir." (Fussilet, 41/34)