Bugüne kadar neredeydin?

Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinde özellikle imanı kurtarmanın üzerinde çok durur. Her bir talebenin vazifesinin önce kendi imanını kurtarmak, sonra da başkasının imanını kurtarmaya çalışmak olduğunu söyler.

Kendi hayatı da bunun en güzel örneğidir zaten. “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum... Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum.” ifadeleri her nur talebesinin gönül dünyasında sürekli yankılanır.

Rabb’leriyle buluşturmak

Bugün de gündem değişmiş değildir. En mühim vazife insanları Rabb’leriyle buluşturup tanıştırmaktır. Kalbî ve ruhî hayatına, manevi letaifine ve iradesine karşı lâkayd kalmış, nefs-i emmâresinin güdümüne girmiş, aklı gözüne inmiş, maddeden başka bir şey görmeyen, tamamen hayvaniyetini ve cismaniyetini yaşayan insanlarda manevi duyguları uyarmaktır. Bunu yaparken de ilk anlatılacak şeyler imana dair meseleler olmalıdır. Buna herkes aynı ölçüde hüsn-ü kabul göstermeyebilir. Ancak çok zor olan bu vazifenin de mutlaka yapılması lazımdır.

Muhatabın kabul edip etmemesi bizi ilgilendirmez; elverir ki biz usulünce anlatalım. Kaldı ki Rabb’imize binlerce hamd ve sena olsun, O’nun lütfuyla az bir şey anlatılan insanlar bile hemen hadiselere ve kâinata bakışlarını değiştirebiliyorlar.

Her şeyi maddede arayan, manayı hiç görmeyen günümüz insanının bir kısmı ihmal neticesinde bu hale gelmiştir. Bu insanların imdatlarına hemen koşulabilse çok çabuk netice alınacağı muhakkaktır. Samimi bir çay davetine hayır demeyip gelecek insan sayısı hiç de az değildir. Pek çok istidatlı kimse sırf yetiştikleri kültür ortamı itibariyle rahat anlaşılacak meselelerde bile zorluk yaşayabilir. Bu seviyede bazılarına hakikatler bir lise talebesi seviyesinde bile anlatılınca, sanki o işe teşne imiş gibi hemen dize gelip “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” diyeceklerdir.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hayatları bunun örnekleriyle doludur. Efendimiz, Halid bin Velid Müslüman olduğunda ona iltifatlarda bulunmuş ve Hazreti Ömer’e söylediği aynı şeyleri söylemişti: “Şaşırıyordum; nasıl olur da Halid gibi bir insan şirkte bu kadar ısrar eder?” Bu sözlerle Allah Resûlü, onun çarçabuk Müslüman olmasını ve küçük bir ameliye ile tasaffî edip som altın haline geldiğini ifade ediyordu. “İnsanlar madenlere benzerler, cahiliyede altın olanı, Müslüman olduktan sonra da altındır.” sözü de söz sultanına ait ayrı bir hakikat incisi. Aradaki fark şudur: Cahiliyede bu altın, taş toprak içindedir; Müslüman olunca da tasaffî etmiş yirmi dört ayar som altın haline gelir. İşte Ömer, işte Halid neticede ikisi de birbirinden yiğit. Hep pozitif kutupta bulunup, daima pozitifliği temsil eden bu iki zat, yer yer cahiliye devrinde birbirlerine karşı olmuşlardır; ama sarrafı bulunca birer meleğe dönüşmüşlerdi. Cenab-ı Hakk’ın İslam adına yenilmez hale getirdiği bu iki müstesna simada mutlaka bir benzerlik vardı ki, bunlar Efendimiz’in huzuruna çıktıklarında Nebiler Serveri (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) ikisine de benzer şeyler söylemişti.

Bu iki müstesna insan, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi’s-salâtüve’s-selâm) ile tanışıp onun yaydığı nurdan istifade etmeye başlayınca hep derinleşti ve hiç ters düşmediler. Hazreti Halid zinetler içinde Efendimiz’in huzuruna gelmişti. Orada bütün zinetlerini çıkardı ve “Huzurunuzun edebine muhaliftir ya Resûlallah” deyiverdi. Bunları bir yerden öğrenmemişti ama fıtratı çok selimdi. O müthiş fıtratın tutuşup etrafa nur saçması için sadece küçük bir kibrite ihtiyacı vardı. Bu kibrit Efendimiz’in herkesi eriten muhteşem atmosferi oldu.

Meyhaneden mabede

Günümüzde de böyle dimağlar var. Geçmişinde karanlığın peşinde yılmadan koşan, iman ve Kur’an nurlarından habersiz binlerce insan bugün Allah’ın lütfu ve inayetiyle Allah adına yapılan çalışmalarda en önde bulunuyorlar. Bunlar arasında ilhaddan gelmiş, imanı en ulvî manada temsil eden öyle kıymetli kimseler var ki, insanın bazen “Bizim de geçmiş hayatımız öyle olsaydı da biz de onlar gibi Allah için koştursaydık.” diyesi geliyor. Allah dedirtmesin, zira küfür çok çirkin bir şey. Ama meyhaneden gelip füze hızıyla mabede, oradan da Kâbe’ye koşan insanlar, insanın aklına bunları da getirebiliyor.

Şunu da unutmamak gerekir, muhatabın kabul edip etmemesi bizi ilgilendirmez; elverir ki biz usulünce anlatalım. Kaldı ki Rabb’imize binlerce hamd ve sena olsun, O’nun lütfuyla az bir şey anlatılan insanlar bile hemen hadiselere ve kâinata bakışlarını değiştirebiliyorlar. Bugün insanların kalbinde imana ait meşaleyi yakma, geçmişe göre çok daha kısa zamanda ve kemmiyet planında daha fazla bir muvaffakiyet şeklinde gerçekleşiyor. Hiç kimseyi daire dışında bırakmadan, “Bunu çağırsak da gelmez” gibi bir kısım önyargılara girmeden herkese el uzatıp iman kurtarmak en büyük ve en şerefli iştir. Bu, Allah’ın ne büyük lütfudur ve bu lütuf karşısında Alvar İmamı gibi “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir” demek veya Muhterem Hocamızın ifadeleriyle “Sinelerimizi ummanlar gibi herkese açıp, el uzatılmadık hiçbir gönül bırakmamak” lazımdır.