Deveye mi binelim?

Bir dostumuz soruyor: Geçen yazınızdan sonra biz şimdi deveye mi binelim?

İyi niyet, sorudaki garabeti ve mantık hatasını görmemize mani oluyor. Ancak bu düşünce, Müslümanların bir çelişkisi olarak her zaman gündemdeki yerini koruyor. Müslümanlık zengin olmaya mani midir? Takvanın ölçüsü fakirlik midir? "Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz" lafı doğru ve İslami bir düşüncenin ürünü müdür? Sorular böyle uzayıp gidiyor.

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Müslümanların dünya ve içindekilerle münasebetleri "zühd" kavramıyla ifadelendiriliyor. Zühdü veya zahidâne hayatı dönem dönem farklı yorumlayanlar oldu. Ama zühdle alakalı en yanlış anlayış her halde onu "bir lokma ve bir hırka"nın içine sıkıştıran anlayıştı. Bediüzzaman Hazretleri, zühdü "dünyayı kesben değil kalben terk etmek" olarak tarif ediyor. Demek ki dünya malını kazanmak, zengin olmak zühde mani değil. Esas olan kalbi o dünyalıklara bağlamamak, dünyalıkları kalbin hakiki sahibinin yerine koymamak.

Süfyan-ı Sevrî Hazretleri zühdü, âdî şeyler yiyip basit elbiseler giymekten ziyade, kalbi Hak rızasına göre programlamak ve hayatı dünyevî beklentiler üzerine inşa etmemek olarak anlatıyor. Dolayısıyla dünyevî imkânlar, zenginlik ve makam zühde engel teşkil etmiyor. Elverir ki insan, onlara karşı hâkimiyetini korusun ve onların mahkûmu olmasın.

O yazıda eleştirilen zenginlik değil, zenginliğe esir olma halimizdi. Bir araya gelindiğinde yapılan konuşmalarda maddi meseleler ana gündemi oluşturuyorsa dünya kalbimizi işgal etmiş demektir. Kalbin sahibi tektir. Dünya varsa bir kalbde O (cc) yoktur, O (cc) varsa dünya yoktur.

O halde, ebedi olan ukbâ saadeti için geçici dünya lezzetlerine talip olmama hali zühddür. "Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun!" vecizesinde ifade edilen hakikat tam da budur. Peki, başlı başına bir kalb ameli olan zühdü elde etmek için neler yapmak gerekiyor?

İlk adım, haram ve helallere karşı hassas olmaktan geçiyor. Haram ve helal deyince biz daha çok yeme ve içmeyle alakalı helal ve haramları anlıyoruz. Hâlbuki hayatın her alanını içine alan bir değerler manzumesidir haramlar ve helaller. Yediğimiz etlerin nerede ve nasıl kesildiğinden yiyeceklerde kullanılan katkı maddelerine kadar her şey bu kapsama giriyor. Vakit geçirdiğimiz ortamlar, beraber oturduğumuz arkadaşlar, konuştuğumuz konular, dinlediğimiz müzikler, izlediğimiz diziler, reklamlar vs. Hepsi haram ve helal çerçevesinde bize faydası ya da zararı dokunan faktörler.

İkinci adımsa, Muhterem Hocaefendi'nin ifadeleriyle meşru ve mubah şeylerde bile kılı kırk yararcasına titiz yaşamaktır. Acaba içine haram karışmış mıdır, şüpheli bir durum var mıdır diye titiz davranmak zühdün bir fıtrat haline gelmesi için olmazsa olmaz şart olarak ortaya konuyor.

İnternetin ve sosyal paylaşım ağlarının da hayatımıza girmesiyle neredeyse mahremiyet ortadan kalktı. Böyle bir dünyada kalbi Allah'tan başka şeylere kapatmak oldukça zor. Bu zor ama hiç direnmeden teslim olmak da insana acı veriyor. Şeklî Müslümanlık'la yetinmek, kulluğun ruhuna, batınına inmemek kalbi temizlemeye yetmiyor. Eğer bir pardösü markasını, eşarp modelini, arabalardaki teknolojileri, tatil planlarını konuştuğumuz kadar günlük evradımızı, nafile namazlarımızı, teheccüdlerimizi, pazartesi perşembe oruçlarımızı, cevşenimizi, kırdığımız kalpleri, çiğnediğimiz kul haklarını konuşmuyorsak kalbimizi nasıl arındırırız? Kulluk adına daha derinleşmek, Allah'la irtibatımızı daha nitelikli hale getirmek istişarelerimizin, konuşmalarımızın mevzuu değilse neden yaşıyoruz?

İmam-ı A'zam Ebû Hanife Hazretleri dünyalık itibariyle de oldukça zengindi. Kumaş ticareti yapar ve oldukça yüklü miktarda gelir elde ederdi. Ama hazret, kazandıklarıyla yaklaşık dört yüz talebesine burs ya da maaş verirdi. Onların sadece ilimle meşgul olmaları için varını yoğunu sarf ederdi. Aynı zamanda sabahlara kadar da başını secdeden kaldırmazdı. Tabiîn ve tebe-i tabiîn devrinde pek çok insan maddi refaha ermişti ama hepsi de zahidâne bir hayatı tercih etmişlerdi. Hatta ilk tasavvuf akımları böyle bir zühd arayışının neticesinde ortaya çıkmıştı.

Mesele dünyaya teslim ve esir olup onun elinde oyuncak olmak değil, onu ve içindekileri Allah'ın rızasını kazanma istikametinde kullanmaktır. Kazanırken bunun için kazanmak, araba alırken bunun için almak, evimizi daha fazla hizmete vesile olsun diye geniş tutmaktır. Kur'an kurtuluşa ermiş mü'minleri anlatırken "Onlar zekât vermek için çalışırlar" (Mü'minûn, 4) buyurarak zengin olmada önemli bir ölçü ortaya koyuyor. Lüksü zaruret haline getirmeden ihtiyaçlarımızı giderecek kadarla yetinmeye çalışmak en esaslı yoldur.

Bu bahsi Mevlânâ'nın ifadeleriyle noktalayalım: "Dünya nedir? O Hudâ'dan gafil olmaktır. Dünya, kumaş, gümüş, evlat ve kadın değildir. Eğer dünya malını Hak rızası için omuzlarsan, ona Hz. Resûl: 'İyi insan için iyi mal ne güzeldir!' buyurmuştur. Geminin içindeki su, geminin helakine sebep, geminin altındaki su onun hareketine vesiledir." Malı kalbine doldurursan seni batırır, ayağının altında tutarsan yüzdürür.