Allah Bilinebilir mi, Tarif Edilebilir mi?
Allah hakkında, biz bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu mevzuda aklın yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle bir misalle anlaşılır hâle getirebiliriz:
Meselâ; bizler bir çatı altında oturuyoruz. Bir aralık kapının vurulduğunu duyduk. Evet, hakikaten kapı vurulu yordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşılanı aşarak, bir kısım mütalâalarda bulunmaya başladılar: "Efendim kapıyı vuran şöyle bir zattır, böyle bir zattır." ilh... Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir diğer grup ise, böyle bir meselede, aklın tasavvur etmeye mecâli yoktur. Akla düşen şey, kapının vu rulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tasdik; fakat kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vurmak suretiyle ken dini bize tanıttırmak isteyen zata bırakmak olacaktır. Biz buna teakkul (akletme), anlama diyoruz.
Bu misali, mevzumuza şöylece tatbik edebiliriz: Biz Allah'ı (celle celâluhu) eserlerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecellî-i Zât'a yükselerek tanımağa çalışırız.
Yani, eserlerinde tecellîden isimleriyle tecellî etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların tecellî ufkuna ulaşır; gayptan şuhûda yükseliriz ve müşâhede zevkimiz arttıkça, tecellî-i Zât için sermest ve bîhûş çırpınıp dururuz. Gâh cemal ve şefkat esintileriyle inbisat eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehâbet ve korku içinde ra'şedâr olup ürpeririz.
Görülüyor ki; Zât-ı Bârî hakkında, bizim "mârufumuz" ve "malumumuz" ölçüsü içinde bir şey diyemiyoruz. O'nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi içinde, şehadet ve gayp âleminin birleşme noktası olan vicdana bırakıyoruz. Evet, Allah isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhât, zâtıyla mevcuttur; Hz. Sıddîk 'ın ifadesiyle: O'nu idrak , idrakten acz ifadesi içindedir. Veya en büyük Tarifçiye isnat edilen bir söz deki itirafla, "Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf."[1] ölçüsüyle bir Mâruf ve Malum'dur.
Kur'ân-ı Kerim 'in, O'nun ef'âli ve icraatına dair verdiği tariflerde ise, O'nu ef'âl ve sıfatlarıyla bir Mâbud-u Mutlak tanır; kemal sıfatlarla bilinebileceğine kalben yükselir, cemal de (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemalini (mutlak eksiksizlik ve kusursuzluğunu) görürüz.
Öyle ise, ahd ü peymânımızı bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Mâbud-u Mutlak!... Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha yakın olduğun ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semavatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzumesi arasında vaz'et tiğin şiirimsi âhengi, ruhumuza bir nurlu yol kabul yüz binlerce menzilde Sana ait eserlerle Zât'ını tecellîlerinle bütünleşiyor ve itminana eriyoruz.
Bîhûş - Sermest: Aklı başından gitmiş, kendinden geçmiş.
Gayb: Alâmet ve emare ile bilinme yen, his ve akıl ötesi âlem.
İnbisat: Açılma, ferahlama.
Mâbud-u Mutlak: İbadete lâyık tek ve yektâ Zât.
Ra'şedâr: Titreyen, ürperen.
Mehâbet: Heybet, ihtişam; saygıyla ka rışık çekinme, ürperme.
Muhât: Kavranan, ihata edilen.
Şehadet: Görünen âlem, duyu organları ile kavranılan varlıkların, gerçeklerin, hâdiselerin âlemi.
Şühûd: O'na ait emarelerin sezilip duyulduğu âlem.
Tecellî-i Zât: Hazreti Zât'ın hiçbir isim ve sıfatı mülâhazaya alınmaksızın, keyfiyet ve kemiyet olmaksızın Zâtî tecellîsi.
[1] el-Münâvî, Feyzu'l-kadîr, 2/410.
4 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii
- tarihinde hazırlandı.