Müfredat mânâsı (1-5. âyetler)

Müfredat mânâsı (1-5. âyetler)

Şimdi de mukattaâttan başlayarak dar bir çerçevede, kelime kelime âyetlerin müfredat mânâları üzerinde duralım.

Tefsirlerde mukattaâtla alâkalı farklı bilgiler mevcuttur. Bazı tefsirlerde, müteşâbihâtın bir parçası sayılan mukattaât hakkında genişçe malumat verilmiş, hatta bunların, bir kısım remiz ve işaretler ihtiva ettikleri mülâhazası dile getirilerek bunlar vasıtasıyla bazı bâtınî ilimlere ulaşıldığı iddia edilmiş; bazı tefsirlerde ise bunların mühmel, mânâ ihtiva etmeyen bir kısım harflerden ibaret olduğu ileri sürülmüştür. Bu arada diğer bir kısım müfessirler her mevzuda olduğu gibi bu konuda da esas olanın sırat-ı müstakim çizgisinde hareket etme olduğunu ve bu noktadan hareketle hurûf-u mukattaanın pek çok mânâlarının bulunabileceğini ancak onlardaki hakiki mânâ ve murad-ı ilâhiyi tayin etmenin beşer idrâkinin üstünde olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, hurûf-u mukattaadaki murad-ı ilâhî etrafında –tabi Kur’ân-ı Kerim’deki temel disiplinlere ters olmamak kaydıyla– bazı şeylerin söylenebileceğini; Kur’ân-ı Kerim’in zâhirî mânâsının yanında bir de bâtınî hakikatinin bulunduğunu, zâhir ve bâtının bir ahenk içinde kabul edilip ona göre hareket edilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir.

Konuya böyle yaklaşanlar, mukattaât’ın Kur’ân-ı Kerim’e taksimine bakıldığında göze çarpan esrarengiz bir durumdan söz ederler. Şöyle ki, Arap alfabesinde hemze ve elif ayrı sayıldığında yirmi dokuz (29) adet harf vardır. Kur’ân-ı Kerim’de de 29 sûrenin başında mukattaât bulunmaktadır. Şayet hemze ve elif aynı sayılacak olursa Arapçadaki harflerin sayısı yirmi sekiz (28) olacaktır. Mukattaa harflerinin toplamı da 14 olup, Arap alfabesinin yarısına denk gelmektedir.

Hurûf-u mukattaa, Arap alfabesinin yarısını ihtiva ettiği gibi, dikkatle incelendiği zaman görülecektir ki, mehmûse,[1] mechûre,[2] şedîde,[3] rahve,[4] müsta’liye,[5] münhafıda,[6] muntabika,[7] münfetiha[8] gibi harf türlerinin ihtiva ettiği harflerin de hep yarısını ihtiva etmektedir. Bir türü teşkil eden harflerin adedi çift ise tam yarısını; tek ise sert olan türlerin harflerinin az olan kısmını, yumuşak olanlarının da çok olan kısmını almıştır.

Bütün bunların yanında, mukattaa harfleri Arap alfabesinde diğer harflere göre daha çok kullanılan harflerdir. Mesela, lisana da hafif gelen Elif ve Lâm harfleri en çok kullanılanlardır.

Netice itibarıyla bu kadar ihtimal içinden seçilerek alınıp Kur’ân-ı Kerim’in bir kısım sûrelerinin başına birer şifre mahiyetinde konan bu harfleri tesadüf olarak izah etmek asla mümkün değildir. Bunların böyle bir ihtiyar ve intihap ile bazı sûrelerin başına yerleştirilmesi bir hikmet tezahürü ve bir işaret olsa gerek. İşte bu açıdan hareket ederek mukattaa harflerinin de işaret ettikleri bir kısım hususların olduğunu söylemek her zaman mümkündür.

Esasen harf mevzuu çok mühimdir. Öteden beri ehl-i hakikat ve ehl-i tasavvuf, elif harfinin lafz-ı celâleyi ima ettiği üzerinde durmuş, Allah’ın (celle celâluhu) ismini elifle işaretlemiştir. Bu şekilde, Türkçemiz ve sair dillerde olduğu gibi, kelimenin sadece baş harfi alınarak onunla yetinilmiş demektir. Bunun gibi, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) de nokta ile yorumlamış veya noktayı da Efendimiz’in remzi saymış ve “Eğer nokta olmasaydı elif de bilinmezdi.” demişlerdir. Onlar, bu tasavvurla noktaya izafi bir hüviyet vermiş ve onunla elifi tanımaya çalışmışlardır. Bu nükte için “Ene Risalesi”ndeki[9] ifadelere bakılabilir.

Bu, beşerî imkân darlığı içinde bir kısım sınırlar tespit ve tayin edip, “Tayin ve tespit edilen sınırların verâsı Allah’a aittir.” hükmüne vardıktan sonra, kendisi için tayin ve takdir ettiği sınırlardan da vazgeçerek hiçliğini veya acz u fakrını vurgulama adına bir mülâhaza sayılabilir. Şurası da unutulmamalıdır ki bunlar sadece birer remiz ve işaretten ibarettir.[10]

Şimdi isterseniz geriye dönelim. Evet harf, insanların düşüncelerini anlatırken kullandıkları temel unsurdur. Düşünceler, mülâhazalar belli mânâlarla anlatılır. Mânâlar kelimelerle, kelimeler de seslerle ifade edilir. Dolayısıyla mânâlar, kelimeler ve sesler, idrâkin yani “kavrama” denilen hususun rükünleri veya diğer bir ifadeyle lisanı durumundadırlar. Ayrıca bu lisanın lisanlarından biri de kişinin duygu ve düşüncelerini, aklına gelen mânâları ve tasavvur ettiği kelimeleri yazı yoluyla dile getirmesidir. İşte Kur’ân-ı Kerim, mukattaa harflerini değişik sûrelerin başında zikretmek suretiyle bütün bu temel hususlara işaret etmektedir.

Her dilin kendine göre bir alfabesi vardır ve bu alfabelerde “a, b, c” gibi harfler terkip ve heyet hâlinde değil de parça parça harfler hâlinde dikte edilir. Bu itibarla da insanların düşüncelerini ifadeye dökmelerindeki en temel rükün, harflerdir. Bu açıdan harflerin hemen her dil için böylesine büyük bir ehemmiyet ve kıymeti vardır. Bütün bunlar nazara alınınca Cenab-ı Hakk’ın değişik sûrelerin başında hurûf-u mukattaa ile “harf” gerçeğine dikkat çekmesi, harflerin beyan adına ne kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Evet, Sûre-i Bakara’nın en başında zikredilen ا، ل، م harflerinde Kur’ân-ı Kerim’in mucize bir kitap olduğuna dair bir telmih vardır. Yukarıda da kısmen ifade edildiği gibi Kur’ân, daha başlangıçta zikrettiği bu harflerle âdeta, “Bu şanı yüce kitap, sizin de çok iyi bildiğiniz ا، ب، ت gibi harflerden müteşekkil bir kitaptır. Eğer muaraza davanızda sâdık iseniz, haydi siz de onun misli bir kitap meydana getirin!” diyerek meydan okumaktadır.

Burada şu şekilde bir soru akla gelebilir:

“Elif, Lâm, Mîm’in Kur’ân-ı Kerim’in hemen başında zikredilmesinin hikmeti nedir?”

Bu soruya şöyle cevap vermek mümkündür: Kur’ân-ı Kerim, parçalarının birbirinin tefsiri olması, muhteva bakımından hepsinin birbirine yakın veya aynı hakikatleri icmal veya tafsil suretinde ifade etmesi gibi hususiyetleriyle –her ne kadar parça parça nâzil olmuşsa da– bütünlük arz eden bir kitaptır. Evet, Kur’ân-ı Kerim’in âyet ve sûrelerine bakıldığında, parça ve bütün her birinin, ışığıyla karanlıkları delip geçen bir yıldız gibi tek başına oldukları, hepsi birden nazar-ı itibara alındığında da birbirleri arasında ciddi bir vahdet bulunduğu müşâhede edilecektir. ا ، ل ، م harflerinin zikredilmesi, bir yönüyle; “İşte bunlar da sizin kullandığınız hece harfleridir. Eğer gücünüz yetiyorsa, siz de aynı malzemeyi kullanarak Kur’ân’ın misli bir kitap meydana getirin!” diyerek herkese meydan okuma mânâsına mâtuf olduğu gibi; bir diğer yönüyle bu harfleri, bir terkip ve cümlede, bir isim veya lakabın kısaltılmış şekli olarak mütalâa etmek de mümkündür.

Mesela, tefsirlerin hemen hepsinde Arap şairinin قُلْتُ لَهَا قِفِي فَقَالَتْ قَافُ “Ben ona (sevgiliye) “dur” dedim. O da bana “durdum” dedi.” sözü bu mevzuya misal olarak gösterilmektedir. Bu sözde kâfiye olarak mısranın sonunda gelen قَافُ (ق)muhtasarı, aslında وَقَفْتُ kelimesinin kısaltılmış şeklidir ve bu, bütün Arap dünyasında bilinen bir ifade tarzıdır. Burada şairin muhatabı, وَقَفْتُ yerine sadece قَافُ demekle iktifa etmiştir. Yani cevap, bir ق (kâf) harfiyle ifade edilmiştir. Aslında bu durumu hemen hemen bütün dillerde görmek mümkündür. Bunun gibi, bazen yazıda kısaltmalara gidilir ve mesela şair-i şehîrlerimiz Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek’in isimleri kısaltılarak M. A. Ersoy, N. F. Kısakürek şeklinde yazılır. Evet, bu açıdan bakıldığında da Kur’ân-ı Kerim’de 14 sûre-i celîlenin başında zikredilen mukattaa harflerinin mânâsız olduğunu düşünmek doğru olmasa gerek.

Bir başka açıdan “Elif, Lâm, Mîm”, bir malum-u meçhulü anlatır. İnsan, Kur’ân-ı Kerim’i derinlemesine incelediğinde pek çok hakikate âşina olur. Fakat nasıl ki, çeşitli ilimlerde ihtisas yapanların, bilmedikleri hususlar karşısında, “Biz açtığımız her malum sahanın ötesinde bir meçhulle karşı karşıya kalıyoruz; bildiğimiz şeyler, daima bizim karşımıza bilmediğimiz pek çok yeni şey çıkarıyor.” demeleri gibi, hurûf-u mukattaa ile karşılaşan bir kişi de, Kur’ân-ı Kerim’in içindeki bütün sırları ve hakikatleri öğrense de, hakkıyla onun iç derinliği ve ledünniyatına vâkıf olamayacağını, bildiği şeylerin, bilmediği nice şeyleri gösterdiğini idrâk ederek Kur’ân karşısında her zaman aczini ifade etme durumunda kalacaktır.

Burada dolaylı olarak şu hususu ifadede yarar görüyorum: Filozofların “Künh-ü Bârî, nâkâbil-i idrâktir.” şeklindeki ifadeleri bir mevcud-u meçhulü işaretlemektedir. Evet, bazı muhakkik ve mütefekkirler, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının şöyle-böyle bilinebileceğine dair bir hükme varmışlarsa da, –esas itibarıyla biz, ilâhî sıfatlar karşısında dahi “hayret”te bulunuyoruz.– Zât-ı Baht hakkında bir şey söylemekten kaçınmışlardır. Evet Allah (celle celâluhu), “isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhât, Zât’ıyla nâkâbil-i idrâk” diye tarif edebileceğimiz bir mevcud-u meçhuldür. Yukarıda temas ettiğimiz gibi aslında biz, sıfât-ı Bârî’yi de tam bildiğimizi söyleyemeyiz.

Kur’ân-ı Kerim ve sair vahy-i ilâhîye gelince bunlar, Cenab-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatının tecellilerinden ibarettir. Dolayısıyla biz, Kelâm sıfatından gelen her şeye de hakkıyla muttali olduğumuzu iddia edemeyiz. Kitabullah’ı ne kadar bilirsek bilelim, bizim bilgilerimizin ötesinde, menbaına râci olması itibarıyla bilemediğimiz pek çok şey vardır. Diğer bir ifadeyle, nasıl ki, künh-ü Bârî, nâkâbil-i idrâktır, aynen onun gibi Kelâm sıfatı ve Kelâm sıfatının mazharı bir kelâm-ı ilâhî –Kur’ân-ı Kerim– de “künhü itibarıyla nâkâbil-i idrâktir” ve onda da bizim bildiklerimizin yanında bilemeyeceğimiz pek çok husus vardır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim, malumiyeti içinde meçhuldür ve meçhuliyeti içinde bizim bildiğimiz pek çok şeyin bulunduğu da bir gerçektir.

* * *

Buraya kadar mukattaa harfleri hakkında söylediklerimizi özetleyecek olursak; الٓمٓرٰ, الٓمٓصٓ, الٓمٓ gibi mukattaâtın hepsinin birer mânâsı vardır. Hatta bazılarınca bu harflerin bir kısmı ilâhî isimler olarak kabul edilmiş, bir kısmının terkibinde ise daha farklı şeylerden söz edilmiştir. Mesela, hem mütekaddimîn ve hem de müteahhirîn müfessirlerin birçoğunun ifade ettiği gibi, her biri mukattaa harfi olan ve ayrı ayrı üç sûrenin başında bulunan نٓ, حٰمٓ, الٓرٰ harfleri bir araya getirildiğinde Cenab-ı Hakk’ın اَلرَّحْمٰنُ ismi ortaya çıkmaktadır ki, ilmin kapısı olan Hazreti Ali de (radıyallâhu anh), doğrudan doğruya hurûf-u mukattaayı “Cenab-ı Hakk’ın isimleri” kabul etmiştir.[11] Ayrıca Hazreti Ali, hurûf-u mukattaadan كٓهٰيٰعٓصٓ ve حٰمٓ ۝ عٓسٓقٓ harflerinin Allah’ın ayrı ayrı birer ismi olduğunu söylemiş ve her kitabın bir özeti bulunduğu gibi Kur’ân’ın özetinin de bu hecâ harfleri olduğunu söylemiştir.[12]

Bundan başka, aktâb ve müceddidîn, bu terkiplerde, zalim, kâfir ve fâcirlerin ağızlarını bağlama gibi bir haslet müşâhede etmişler, –her ne kadar biz bunları o istikamette kullanmayı tecviz etmesek de– bu isimleri virdleri içinde hep söyleyegelmişlerdir. Mesela Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretleri’nin Mecmuatü’l-Ahzâb adlı dua kitabındaki pek çok hizipte bu mübarek iki terkibi görmek mümkündür.

Mevzuyla alâkalı olarak Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), “Cenab-ı Hakk’ın her kitabında bir sırrı vardır. O’nun Kur’ân-ı Kerim’deki sırrı da sûrelerin evvelidir.”[13] buyurarak hurûf-u mukattaanın sırlı bir şifre olduğuna işaret etmiştir. İşte bu noktaya binaendir ki, Abdullah İbn Abbas’a (radıyallâhu anh) göre الٓمٓ’in mânâsı, أَنَا اللهُ أَعْلَمُ “Ben Allah’ım, en iyi bilenim.”[14] şeklindedir. Ancak bu mânâlar, bir bakıma tefekkür, tetkik ve tedebbürün geliştirilmesi sonucunda inkişaf etmektedir. Böyle olmayanlar için müteşâbihâtın içine girip o müteşâbihâtı anlama neşvesine nâil olmak mümkün değildir.

Bunlardan başka, mukattaa harflerinin ebced hesabıyla bir kısım sırlara işaret ettiğini söyleyen müfessirler de vardır, ama biz burada ebced meselesini uzun uzadıya ele alıp izah etmekten ziyade mevzuyla alâkalı olarak İbn İshak’ın, İbn Abbas ve Cabir İbn Abdillah İbn Riâb’dan (radıyallâhu anhum) naklettiği bir hadisi zikretmekle iktifa edeceğiz:

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Bakara Sûresi’nin baş tarafını (الٓمٓ) okurken Benî Nadîr Yahudilerinden Ebû Yasir İbn Ahtab da dinleyenler arasındadır. Hemen kardeşi Huyey İbn Ahtab’ın yanına gider. Huyey o esnada birkaç Yahudi ile beraber bir mecliste bulunmaktadır. Ebû Yasir, “Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine indirilen şu âyetleri okuduğunu duydum.” der ve الٓمٓ۝ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ “Elif, Lâm, Mîm. İşte o Kitap! Şüphe yoktur onda. O bir rehberdir müttakilere.” âyetlerini okur.

Bunun üzerine Huyey, kardeşine: “Sen bunu O’ndan işittin mi?” der. “Evet” cevabını alan Huyey İbn Ahtab beraberindeki Yahudilerle birlikte Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelir ve:

“Ey Muhammed! Sana indirilenler içinde الٓمٓ۝ذٰلِكَ الْكِتَابُ diye bir şey olduğunu duyduk, doğru mu?” diye sorarlar. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevap verir:

– Evet.

– Bunları Sana Cebrail, Allah katından mı getirdi?

– Evet.

– Yâ Muhammed, Allah Senden önce de peygamberler göndermişti. Ama Senden önce hiçbir peygambere, hâkimiyetinin ne kadar devam edeceğini ve ümmetinin ömrünü bildirmedi.

Ardından Huyey İbn Ahtab, beraberinde bulunanlara yönelerek:

“Elif 1, Lâm 30, Mîm 40. Bunların toplamı 71 yıl yapar. Şimdi siz, bu dine girecek misiniz? O’nun hâkimiyeti ve ümmetinin ömrü sadece 71 yıldır.” der.

Daha sonra Allah Resûlü’ne yönelerek:

– Yâ Muhammed! Bundan başka âyetler de var mı?”

– Evet.

– Nedir o?

الٓمٓصٓ[15]

– Vallahi bu ondan daha ağır ve daha uzun. Elif 1, Lâm 30, Mîm 40, Sâd da 90’dır. Bu da 161 sene eder. Bundan başkası var mı?

– Evet: الٓرٰ[16]

– Bu daha da ağır ve uzun. Elif 1, Lâm 30, Râ 200. Bu da 231 eder. Dahası var mı yâ Muhammed?

– Evet: الٓمٓرٰ[17]

– Vallahi, bu hepsinden ağır ve uzun. Elif 1, Lâm 30, Mîm 40, Râ 200. Bu da 271 sene eder.

Aldığı bu cevaplardan sonra Huyey sözü daha fazla uzatmaz ve: “Ya Muhammed! İşin doğrusu, bu işin içinden çıkamadık, ümmetinin ömrünün az mı, çok mu olduğunu bilemedik.” şeklinde mırıldanarak kalkıp giderler.

Daha sonra Ebû Yasir, kardeşi Huyey İbn Ahtab ve beraberinde bulunanlara: “Ne belli, belki de Muhammed’e bunların hepsi birden verilmiştir. 71, 161, 231, 271 toplam 734 sene yapar.” deyince onlar: “Vallahi, bu işten pek bir şey anlamadık.” derler.[18]

Vâkıa, hâdisenin ravileri arasında Kelbî bulunmaktadır.[19] Kelbî, tefsirde imam sayılsa da hadiste mevsuk olmayan bir zattır. Esasen böylelerinin “kizb”i sabit olsa da bu, her söylediği söz yalan demek değildir. Ayrıca Yahudilerin ebced hesabında oldukça ileri bir seviyeye ulaştıkları öteden beri bilinen bir gerçektir. Ebced, aynı zamanda cahiliye devrinde de bilinen bir meseledir. Kaldı ki, o gün bilinmese de daha sonra bu mesele üzerine bir kısım kitapların tedvin edilmesi, ebced vasıtasıyla ölüm ve doğum tarihlerinin düşülmesi, fetihlerin bunlarla müjdelenmesi ve onun bu ümmet arasında bir ilim hâline gelmesi de göstermektedir ki ebced, öyle kabul edilmeyecek gibi de değildir. İşte bu mülâhazalar çerçevesinde mukattaâtın da ebced hesabıyla bir kısım esrara işaret etmesi ihtimal dâhilindedir.

Bundan başka, Üstad Bediüzzaman’ın da İşârâtü’l-İ’câz’da ifade ettiği gibi,[20] mukattaâtın, bu mübarek sûrelerin başında bulunmasında şöyle bir mânâ da murad olabilir: Bu birbirinden kopuk harflerin mürekkep şeklinde yazılıp da mukattaât olarak sûrelerin başında bulunması, müsemmânın vâhid-i itibarî olup terkib-i mezcî olmadığına delâlet eder. Mesela الٓمٓ, Bakara’nın ismi ise müsemmâsı Bakara; Kur’ân-ı Kerim’in ismi ise müsemmâsı Kur’ân-ı Kerim’dir ve muhteva itibarıyla Kur’ân-ı Kerim, bir vâhid-i itibarîdir. Kur’ân-ı Kerim’in parçalarına birer yıldız kümesi nazarıyla bakılabilir. Onun parçaları arasındaki irtibat, “terkib-i mezcî”de olduğu gibi birbiriyle mânâ bakımından çok alâkaları olmadığı hâlde şöyle böyle bir araya gelmiş de bir bütün oluşturmuş cüzlerin irtibatı değildir. Onlar; bir bütünün, aralarında her yönden çok fâik bir tesânüd, teânuk, tecâvüb bulunan parçaları gibi bir vahdet sergilerler.

الٓمٓ’in, terkibe girmemiş olması itibarıyla i’rabda mahalli yoktur. Çünkü elfâz-ı mevzûanın i’rabda mahallinin olması için terkip içinde yer alması gerekir. Bu harflerin başına ya “Yemin ederim, oku, dinle...” gibi mahzuf bir fiil, ya da “Bu, Elif, Lâm, Mîm’dir” mânâsına ذٰلِكَ veya هٰذَا gibi mahzuf bir mübteda takdir etmek suretiyle, mahzuf fiilin mefûlü veya mahzuf mübtedanın haberi olduğu şeklinde bir takdir söz konusu olabilir. Elif, Lâm, Mîm, mahzuf mübtedanın haberi olarak mütalâa edildiğinde Kur’ân’ın ismi olur. Farklı bir açıdan da ذٰلِكَ الْكِتَابُ ifadesi, الٓمٓ mübtedasının haberi olur ve “Elif, Lâm, Mîm, işte o mukaddes, şanı yüce olan kitaptır.” şeklinde mânâ verilir.

Burada önemli bir hususa daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy gelirken değişik keyfiyetlerde geliyordu. Allah Resûlü bunlardan en ağır olanının çan sesine benzer bir ses formatında gelen vahiy olduğunu bildirmektedir.[21] Bundan da anlaşılmaktadır ki, keyfiyeti bizce meçhul olan vahyin nüzulünde sadece Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) muttali olduğu bir ses vardı ve etrafındakiler asla bu sesi duymuyorlardı. Öyle ise değişik sûrelerin başında bulunan mukattaa harflerinin, o sûrede meknî bulunan hakikatlerin ağırlığına bir alâmet ve işaret olarak değişik tecelli dalga boyundaki bir ihtizazı ima ediyor olduğu söylenebilir. Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), الٓمٓ sesleriyle işittiğimiz bu harfleri, vahiy telakkisi içinde ancak O’nun âşina bulunduğu bir sesle algılayıp, bunun neticesinde ne olup biteceğini ve kendisine “Elif, Lâm, Mîm” denildiğinde ardından muhteva itibarıyla nelerden bahsedileceğini hemen anlıyordu.

الٓمٓ hurûf-u mukattaa –lâ teşbih velâ temsil– tıpkı mors alfabesiyle gönderilen bir mesajda, kendisinden sonraki mesajı çözen, ilk bakışta mânâsız gibi görünen fakat daha sonra gelecek beşerli harflerin mânâlarını hâvî bulunan ve o şifrenin çözülmesinde anahtar sayılan beş rakamlı şifre gibi, kendisinden sonra gelecek mesajlar için bir şifre mahiyetinde gibidir. İşte Bakara Sûresi’nin başında bulunan “Elif, Lâm, Mîm”, kendine has ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlayabileceği ses ve edayla âdeta “Bu harf, bu ses ve bu soluklar, o şanı yüce Kitab’ın şifreleri” demektedir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi الٓمٓ’den önce mahzuf bir mübteda takdir edilecek olursa الٓمٓ onun haberi; farklı bir açıdan da ذٰلِكَ الْكِتَابُ ifadesi, الٓمٓ mübtedasının haberi olur ve “Elif, Lâm, Mîm, işte o mukaddes, şanı yüce olan kitaptır.” şeklinde mânâ verilir.

ذٰلِكَ kelimesindeki ذَا, Arap gramerindeki ifadesiyle, ism-i işarettir ve mahsüsü gösterip, gözle görülebilen bir nesneyi işaretler. Buradaki ل lâm-ı imâd, uzaklık harfi olup Kur’ân’ın kemaline delâlet ve onun ulvî mertebesine işaret etmektedir. ك ise hitap zamiridir. ذٰلِكَ ile Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitap edilmekte ve bununla bir mahsüs gösterilmektedir.

Ayrıca الٓمٓ۝ذٰلِكَ الْكِتَابُ ifadelerinde çok latif bir belâgat nüktesi daha vardır. Şöyle ki, her şeyden önce bu kelimeler arasında çok iyi bir tesânüt ve tecâvüb mevcuttur. Yani kelimeler birbirine dayanmakta, biri diğerinin ifade ettiği hakikate yardım etmekte ve bir mânâda onu da anlatmaktadır. Mesela, tıpkı bir yolda giderken değişik renk ve ışık cümbüşüyle yanıp sönen reklam panolarının ta uzaktan insanın dikkatini çekmesi gibi, mânâ ve hakikatini tam kavrayamadığımız “Elif, Lâm, Mîm”deki ses, soluk ve mânâlar da göz kamaştıracak şekilde daha sonra gelecek olan yüksek hakikatlere dikkat çekmektedir. “Elif, Lâm, Mîm” esrarengiz hüviyetiyle gözümüzün önünde nuranî bir meşale gibi yanıp söndükten sonra dikkatler bu ses ve soluğa doğru çevrilmektedir. Daha sonra karşımıza الٓمٓ ile sıkı bir irtibat içinde olan ve hem mahsüsiyet hem de uzaklık ifade eden ذٰلِكَ çıkmaktadır. Nihayet bundan sonra da bu iki nuranî kelimenin nazarlarımızı asıl çevirmek istedikleri ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), ona sımsıkı tutunduğumuz takdirde asla helâk olmayacağımız ve dalâlete düşmeyeceğimiz müjdesini verdiği,[22] bir ucu ve esası Allah’ın (celle celâluhu) nezdinde olan o Kitab’a dikkatler çekilmekte ve Kur’ân-ı Kerîm’e işareten اَلْكِتَابُ kelimesi gelmektedir.

اَلْكِتَابُ’daki اَلْ, onun malum, maruf bir kitap olduğunu işaretlemektedir. Burada “Mutlak zikir kemaline masruftur.” fehvasınca, kitap denildiğinde ilk akla gelenin o olduğu ifade edilmektedir ki, böyle bir üslupla, başka kitapların bütün güzelliklerini kendisinde toplamakla benzerlerinin üstünde olan Kur’ân-ı Kerim anlatılmakta ve onun azametine işaret edilmektedir. Binaenaleyh malum ve emsalinin fevkinde olan bu Kitap (Kur’ân-ı Kerim), tefsir kitaplarımızda özet olarak: “Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) her sûresi, her âyeti mucize olarak peyderpey inen, O’ndan da bize tevâtüren naklolunup bu şekilde mushaflarda yazılı bulunan bir kelâm-ı beliğdir.” şeklinde tarif edilmiştir.

Kur’ân’ın, muhtevası itibarıyla tarifi yapılırken şimdiye kadar onun pek çok derinliklerine temas edilmiştir. İşârâtü’l-İ’câz’da da onun muhtevası göz önünde bulundurularak şu şekilde tarif edilmiştir:

Kur’ân; şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercümân-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri.. zeminde ve gökte gizli esmâ-i ilâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı.. sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakâikin miftâhı.. âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı.. ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan, âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i sübhâniyenin hazinesi.. ve şu İslâmiyet âlem-i mânevisinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası.. Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u ilâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhân-ı kâtıı, tercümân-ı sâtıı ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi.. insaniyet-i kübra olan İslâmiyet’in mâ ve ziyası.. ve nev’-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hâdîsi... ve insanlara hem bir kitâb-ı şeriat, hem bir kitâb-ı dua, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir, hem insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitâb-ı mukaddes.. hem bütün evliyâ ve sıddıkînin ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına layık ve o meşrebi tenvir edecek; ve her bir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitâb-ı semavîdir.

Kur’ân; Arş-ı Âzam’dan, ism-i âzam’dan, her ismin mertebe-i âzâmından geldiği için, –“On İkinci Söz”de beyan ve ispat edildiği gibi– o, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudâtın ilâhı unvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem bütün semavât ve arzın Hâlık’ı namına bir hitaptır. Hem rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmaniyedir. Hem ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i âzam’ın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzam’ın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşân bir kitâb-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki; Kelâmullah unvanı kemal-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor.

Kur’ân’dan sonra, sair enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı ilâhiyenin ise bir kısmı dahi; has bir itibarla, cüz’î bir unvan ile, hususi bir tecelli ile, cüz’î bir isim ile ve has bir rubûbiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zâhir olan ilhamât suretinde bir mükâlemedir. Evet, melek, beşer ve hayvanâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.

Kur’ân; asırları muhtelif bütün enbiyânın kitaplarını ve meşrepleri muhtelif bütün evliyânın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihât-ı sittesi parlak, evham ve şübehâtın zulümâtından musaffâ ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî; hedefi ve gayesi, bilmüşâhede saadet-i ebediye; içi, bilbedâhe hâlis hidayet; üstü, bizzarure envar-ı iman; altı, biilmelyakîn delil ve bürhan; sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan; solu, biaynelyakîn teshîr-i akıl ve iz’an; meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinân; makamı ve revâcı, bilhadsissâdık makbûl-ü melek ve ins ü cân bir kitab-ı semavidir…”[23]

Bu tarif ve yaklaşımlar şu anda elimizde muhteva, mahiyet ve hakikatiyle bulunan Kur’ân-ı Kerim’in, kelâm-ı ilâhî ve Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâzil olmuş bir kitap olduğunu göstermektedir. Bu tariflere göre Kur’ân-ı Kerim’in hem lafzı hem de mânâsı kelâm-ı ilâhidir. Vâkıa kitabet, kitap ve yazıya ait bir husustur. Bununla beraber bu unvan, ibare denilen lafza ait nazma da denilir. Birincisinde kitap, bir yere yazılmış olan yazının tamamı, ikincisinde ise yazılan yazı ile anlatılan “ibare” demektir. Mesela “Falan kişinin kütüphanesinde şu kadar kitap var.” denildiği zaman birincisi; “Filan kişinin ezberinde on tane kitap var.” denildiğinde ise ikincisi söylenmiş olur. Ne var ki, o kişinin kafasında nazm-ı lafzî bulunmakla birlikte yazılı bir şey yoktur. Aksine lafızlarıyla beraber mânâ vardır ve o kişi, ezberinde olan şeyleri okurken lafızlar onun nazarında belirleniverir.

Kur’ân, hem lafız hem de mânâ cihetiyle Allah’a aittir. Allah’ın kelâm sıfatı, O’nun Zâtı ile kaim bir mânâdır. Hâlbuki mânâ ne yazılır ne de okunur. Yazılıp okunması için nazma dökülmesi gerekir. Yazılıp okunmayana kitap da denilemez. Öte yandan, “Kur’ân-ı Kerim, sadece lafız itibarıyla kelâm-ı ilâhidir.” görüşü de yanlış bir anlayıştır. Zira Kur’ân-ı Kerim, sadece kuru bir lafızdan ibaret değildir. Onun lafzıyla birlikte bir de muhtevası vardır. Binaenaleyh o, hem lafzı hem de mânâsı itibarıyla kelâm-ı ilâhidir. Bu mesele Kelâm kitaplarında “Kelâm-ı ilâhî, kelâm-ı nefsîdir.” şeklinde izah edilmiştir. Kelâm-ı nefsî, Cenab-ı Hakk’ın lafız, harf ve ses olmayan zatî kelâmıdır ve ezelîdir. Kur’ân’ın ezeliyetiyle ilgili tarih içerisinde ifrat ve tefrit denebilecek bazı anlayışlar olmuşsa da, her meselede olduğu gibi Ehl-i Sünnet ulemasının ekserisi hep sırat-ı müstakimi göstermişlerdir.

لَا رَيْبَ فِيهِ ifadesinde لَا, “nâfiye li’l-cins” yani bir cinsin bütün efradından bir hükmü nefiy için kullanılan bir edattır. Yani لَا رَيْبَ فِيهِ şüphenin her türlüsünü nefiy mânâsına olur ki, “Ne kadar şüphe cinsi varsa hiçbiri Kur’ân-ı Kerim için vâki ve vârid değildir.” anlamına gelir.

Evet, لَا رَيْبَ فِيهِ, şüphe adına her şeyi reddetmektedir. Zira Kur’ân’ın nâzil olduğu devirde cihanın her yanında korkunç bir şüphecilik hükümfermâ idi. Menşei ve çıkış yeri Batı olsa da o günkü septistler, âdeta bütün insanlığın efkârına hâkim olmuşlardı. Öyle ki şüphecilik; ilim, fikir, amel ve ahlâk olmak üzere hayatın hemen her alanına yayılmıştı.

İlimde şüphecilik, ilmî realiteler görmezlikten gelinip; her şeyle alâkalı “şu da olabilir.. bu da olabilir” şeklinde demagojilere girme;

Tefekkürde şüphecilik, âfâkî ve enfüsî düşünceyle bir yere varılamayacağı iddiasında bulunma;

Amel ve ahlâkta şüphecilik ise “Buraya kadar şu şekilde bir yol takip ettik, faydasını göremedik. Bundan sonra yapacağımız şeylerin neye yarayacağını bilemiyoruz..” gibi mülâhazalarla yol ve yöntem değiştirip durma türünden şeylerdir.

Evet, işte bütün bunlar fıtrata ters olup, ahlâkta telafisi zor yaralar açan problemlerdir. Bu düşüncelerin bir yansıması olarak, bir kısım kimselerin yazdıkları, zamanın değişmesiyle akide, amel, muamelât, ahlâk ve dünya görüşündeki değişikliklere göre kaleme alınan kitaplar ciddi bir şekilde incelendiğinde, bunların lebâleb tereddüt ve şüphelerle dolu olduğu görülecektir. Dahası en rasyonalist görünen yazarların dahi, sofistlerin ve septistlerin fikirlerinden etkilendikleri ve kendi eserlerinde kendileriyle çelişkiye düştükleri müşâhede edilecektir.

Kur’ân-ı Kerim ise baştan sona bütün âyetleri itibarıyla tutarlı, şüphe ve tereddütten tamamen uzak bir beyan abidesidir. Mesela Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın birliği, meleklerin ve haşrin varlığı... gibi akideyle alâkalı meselelerin hiçbirisinde şüphe ve tereddüde mahal bırakmamış ve ele aldığı bu meseleleri dosdoğru ve tereddütsüz bir şekilde ortaya koymuştur. Keza o Kitab-ı Kerim, Allah’ın (celle celâluhu) insanın mâbudu, kulun da Allah’ın abdi olduğunu ve mâbuduna her zaman kullukta bulunması gerektiğini hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir ciddiyetle anlatır.

O Zikr-i Mübin’in ciddiyetle üzerinde durduğu mevzulardan biri de ahlâktır. Akide ve amelde şüphecilik olursa ahlâkta istikamet ve istikrarın olamayacağı açıktır. Evet Kur’ân-ı Kerim’in, insanların Allah’a karşı olan vazifeleri, nefislerine ve yakınlarına karşı muameleleri, mükemmel bir aile kurup evlatlarını en güzel şekilde yetiştirmeleri gibi ahlâkî konularda ortaya koyduğu esaslarda, olabildiğine açık, evrensel ve sabit prensipler ihtiva etmektedir.

Denebilir ki Kur’ân-ı Mübin, hayatın bütün üniteleriyle alâkalı şüpheciliği tamamen reddetmekte ve her meselesini müşâhede ve yakîne bağlamaktadır.

* * *

Şimdi isterseniz yeniden geriye dönüp لَا رَيْبَ فِيهِ cümlesi ile ذٰلِكَ الْكِتَابُ beyanı arasındaki irtibata kuşbakışı bir göz atalım: Evet Kur’ân-ı Kerim, nuraniliğiyle mümtaz ve ذٰلِكَ kelimesi ile müşârun bilbenan olan (parmakla gösterilen) kendi mahiyetine dikkatleri çektikten sonra, لَا رَيْبَ فِيهِ ile de âdeta, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) müstesna, insanların içine gelebilecek muhtemel tereddütleri def etmek istenmiştir. O bakımdan لَا رَيْبَ فِيهِ ya bir haber, ya haberden sonra ikinci bir haber ya da müstakil bir cümledir.

لَا رَيْبَ فِيهِ müstakil bir cümle kabul edildiği takdirde mukadder bir suale cevap yeni bir cümle olur. Yani لَا رَيْبَ فِيهِ, o günkü tefessüh etmiş yığınlara bakıldığında, “Şu, kimisinin bir, kimisinin iki, kimisinin ise daha fazla puta taptığı; bazı kimselerin Kâbe’yi çıplak, bazılarının daha başka garip şekillerde tavaf ettiği; bazı kadınların bir, bazılarının üç, bazılarının on, bazılarının daha fazla erkekle evlendiği; toplum içinde fuhşiyatın alabildiğine yaygın olduğu, ahlâkî prensiplerin tamamen yıkılıp gittiği… işte böylesi korkunç bir ahlâkî belirsizliğin hüküm sürdüğü bir devirde, biz bu insanlara Kur’ân-ı Kerim’de şüphe olmadığını ve onun bir ‘Allah kelâmı’ olduğunu nasıl anlatırız?” şeklinde zihinlere gelebilecek muhtemel bir şüpheye çok mânidar bir cevap teşkil etmektedir.

Şu bir gerçektir ki, insanlar, yaşadıkları çağın efkârına ne tür bir düşünce hâkim ise karşılarına çıkan her meseleyi o perspektiften ele alır ve ona göre tahlil ederler. Mesela, günümüzde insanların kafalarında hâkim olan düşünce, ilim ve teknolojidir. Günümüzün insanı değerlendirmeye tâbi tuttuğu şeyleri ilim ve teknolojiyle irtibatlandırarak değerlendirme eğilimindedir. Dolayısıyla onlara şöyle-böyle anlatılan hususlar, onların büyük gördüğü şeylere bir değer atfetmiyor ve edip eyleyeceği hususları onlarla irtibatlandırmıyorsa muhatapları nazarında bunların –hakikatte değerleri ne kadar büyük olursa olsun– bir kıymeti yoktur.

Binaenaleyh günümüzde birçok insan, Kur’ân-ı Kerim’i ve geçmiş Müslümanları bu zaviyeden değerlendirdiklerinden dolayı onlar hakkında sordukları “Niçin füze yapmadılar.. niye atomu bulmadılar.. neden elektriği icat etmediler?” gibi sorularla her şeyi teknolojik hususlara bağlayıp kalmış ve Kur’ân-ı Kerim’in diriltici ikliminden istifade edememişlerdir. Hâlbuki bunlar, ilim adına bir kısım izafî değer ifade eden şeylerdir. Bugün için birer teknoloji harikası olarak görülen bu icatlar miadı dolunca geçip gidecek ve yerlerini çok daha mükemmel şeylere bırakacaklardır ki, ihtimal bunlar, gelecekte olacaklara nispeten kağnı arabalarının düştüğü seviyeye düşeceklerdir. O zaman da aynı zihniyette olanlar, “Bu insanlar atomdan, füzeden ve gezegenlerden... bahsettikleri hâlde neden şu esrarengiz şeylerden bahsetmemişler?” diyeceklerdir.

Bundan da anlaşılmaktadır ki, her devre belli bir düşünce hâkim olmuş ve o devrin fikirleri az-çok bununla yoğrulmuştur. Bu mülâhaza ile denebilir ki, bugünün hastalığı, eşya ve hâdiselere materyalist bir perspektiften bakmak olduğu gibi, cahiliye asrının marazı da her şeyi şüphe ve tereddüt zaviyesinden değerlendirmekti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlara mucizevî bir kitap takdim etmiş olmasına rağmen onların fikir ve nazarları tereddüt ve şüphecilikle malûl ve hasta olduğundan o Hakikat Güneşi’ni, o Şems-i Sermedî’yi görememiş ve O’nun nuranî tecellisine muttali olamamışlardı. Şüpheciliğin böylesine dorukta olduğu bir dönemde Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) için olmasa da tâli muhatapların kafasına Kur’ân’a karşı böyle bir şüphe esintisi gelebilirdi. İşte buna meydan vermemek için Cenab-ı Hak, لَا رَيْبَ فِيهِ “Ne kadar şüphe cinsi varsa hiçbiri Kur’ân-ı Kerim için söz konusu değildir.” buyurarak, onları ve bizi bu türlü şeytanî düşüncelere karşı tedebbür, tefekkür ve teyakkuza sevk etmektedir.

Bu âyetin ilk muhatabı bizzat Efendimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Biz Kur’ân-ı Kerim’in içini tetkik ettiğimiz zaman, ancak derin bir tefekkürden sonra onda hiçbir şek ve şüphenin bulunmadığını bir ölçüde sezebiliriz. Ancak Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakan yönüyle durum aynı değildir. Burada insanın aklına, “İçinde hiçbir şüphe ve tereddüt bulunmamasına rağmen âyetin ilk muhatabı olan Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben لَا رَيْبَ فِيهِ buyrulması nasıl anlaşılmalıdır?” şeklinde bir soru gelebilir.

Malum olduğu üzere ilmin kaynakları, “havâss-ı selime, akıl ve haber-i mütevatir (yalan üzerinde ittifakları imkânsız olan bir topluluğa dayanan haber)” olmak üzere üçtür. Bir şahsın sahip olduğu bilgilerin şüphe ve tereddütten uzak ve doğru olması için her şeyden önce o şahsın “havâss-ı selime” denilen sağlam duyularının olması, bu duyularla aldığı malumatı, aklın muhakeme imbiklerinden geçirmesi ve daha sonra da onu dinî ve aklî temel disiplinlerle test etmesi gerekmektedir. İşte bu şekilde oluşan bilgi, yani mükemmel muhakemesi olan, aklî kıstaslarla meseleyi ele alan ve iç-dış ihsaslarından geçirdiği şeyleri ele alıp değerlendiren, bunlarla beraber haber verdiği meseleleri ötelerle irtibatlandıran bir zatın şüpheye açık olması asla söz konusu değildir.

İşte bu mânâda Cenab-ı Hak, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben, لَا رَيْبَ فِيهِ, yani âdeta, “Senin içinde, Sana nâzil olan Kur’ân-ı Kerim hakkında herhangi bir şüphe ve tereddüt bahis mevzuu değildir. Öyleyse münkirlerin Kur’ân hakkında ortaya attıkları şüphe ve tereddütler Seni mahzun etmesin!” demektedir.

Evet, Nebiler Serveri’nin Kur’ân’la alâkalı herhangi bir şüphe ve tereddüdü olmamıştır. Zira Allah Resûlü, her an لَا رَيْبَ فِيهِ atmosferinde yaşamaktaydı. Yine O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine vahyi getiren Cibril’i (aleyhisselâm) görüyor, onun getirdiği vahyi duyuyor, ağzıyla okuyor ve sonra da vahyin geldiği o sıklet ânında dahi kendisine vahyedilen ilâhî mesajı kavrama melekesine sahip bulunuyordu. Zaten O’nun getirdiği hakikatlere bakıldığında selim aklın ve vicdanın reddedeceği hiçbir meselenin olmadığı da açıktır. Ayrıca, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâzil olan hakikatler, sadece O’na değil, kendisinden önce pek çok peygambere de gönderilmiş ve onlar da hayatları boyunca aynı hakikatleri tebliğ etmişlerdi. Aynı zamanda kadimden günümüze kadar gelip geçmiş sayısız ehl-i hakikat de peygamberlerin getirdikleri bu hakikatler üzerinde ittifak etmişlerdir ki, bütün bu irşad erlerinin yalanda ittifak etmeleri mümkün değildir. İşte Cenab-ı Hak, لَا رَيْبَ فِيهِ ifadesiyle, başta bu beyanın ilk muhatabı olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere bütün insanlığa Kur’ân-ı Kerim hakkında hiçbir şüphe ve tereddüdün mevzubahis olamayacağını ihtar etmektedir.

* * *

Şimdi geriye dönüp buraya kadar hecelemeye çalıştığımız, kullanılan kelimelerin bir tek hakikat etrafında nasıl birleştiklerini bir kere daha arz edelim:

Yukarıda da bir nebze üzerinde durulduğu gibi, الٓمٓ۝ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ ifadeleriyle Kur’ân-ı Kerim’in yüceliği anlatılmaktadır. Zira “ittikâ edenler”in Kur’ân-ı Kerim’e sarılmaları ve onun rehberliği altında hidayete erebilmeleri için, onların nazarında Kur’ân’ın kıymet-i harbiyesinin bilinmesi lazımdır. Öyleyse burada matlup olan, Kur’ân-ı Kerim’in yücelerden yüce oluşunu hem kafamıza hem ruhumuza hem de hislerimize sindirecek şekilde gösterme olmalıdır. Mesela, ilk bakışta gözümüzün önünde rengârenk hâliyle tele’lü eden الٓمٓ’e bakalım. Mukattaât hakkında yukarıda verilen bilgiler yanında, ister الٓمٓ’in ebced yönüyle bir kısım esrara bakışı; ister onun أَنَا اللهُ أَعْلَمُ şeklinde ele alınışı; ister ا’in Allah’a, ل’ın Latîf’e, م’in Melik’e delâlet etmesi ve isterse “Allah-Cebrail-Muhammed” hakikatine işarette bulunması gibi remizler, ehl-i tahkik tarafından değişik şekillerde tespit edilip ortaya çıkarılagelmiştir ki, bu yönüyle Kur’ân-ı Kerim’in büyüklüğü ilk bakışta göze çarpan الٓمٓ ile apaçık müşâhede edilmektedir. Zira ilâhî kelâm, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir vasıta ile gelmiştir. Esasen vasıta, bir teminatın ifadesidir. Bu vasıta, bütün peygamberlere vahiy getiren Cibril-i Emin’dir. O Cibril-i Emin ki, مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلهِ وَمَلَۤائِكَتِه وَرُسُلِه وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرِينَ O’na ve Mikâil’e düşmanlık yapanı Allah kendine düşman saymıştır.[24] Cibril-i Emin’in kelâm-ı ilâhiyi getirdiği Zât ise, herkes tarafından “el-Emin” olarak tanınan Hazreti Muhammed’dir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), selim bir fıtrata, sorgulanamaz bir iffete ve eşsiz bir sıdk u emanete sahiptir. O kadar ki, kendisine vahiy geldiği zaman, kimse O’na hıyanet ve yalancılık isnadında bulunamadı ve O’nun doğru sözlü olduğunu inkâr etme yolunda herhangi bir söz söylemedi. Her ne kadar bazı cahil densizler O’na –hâşâ– “mecnun”, “sihirbaz” dediler ise de esasen bu tür yakıştırmalara kendileri de inanmıyorlardı. Bazıları ise, saygısızca, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hastalığa tutulmuş olabileceğini iddia ediyorlardı. Binaenaleyh insan الٓمٓ’e bakar bakmaz, bir tarafta Vacibu’l-Vücud, ortada Allah ile elçisi arasında bir vasıta olan Hazreti Cibril-i Emin ve beri tarafta da sıdkı ve fetanetiyle eşsiz, kimsenin kendisine yalan ve hıyanet töhmetinde bulunamayacağı kadar emanette mümtaz bir şahsiyet olan İnsanlığın İftihar Tablosu Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunmakta olduğunu anlar ki, şüphenin bu hakikat surlarını aşması mümkün değildir.

الٓمٓ, kelâm-ı ilâhinin büyüklüğüne bu şekilde delâlet ettikten sonra, hemen ardından gelen ذٰلِكَ الْكِتَابُ bu mânâya cevap vermekte ve o da mazmunuyla Kur’ân’ın ulvî ve muhteşem bir kitap olduğunu gözler önüne sermektedir. Kur’ân-ı Kerim, bu yüceliği ifade ederken, هٰذَا “bu” ism-i işaretini veya هُوَ “o” zamirini değil de, bunların yerine özellikle ذٰلِكَ’yi kullanmıştır. Hâlbuki yerine göre هُوَ’nin ifade ettiği mânâlar çok büyüktür. Çünkü هُوَ “mutlak” mânâda O’na delâlet eder. Fakat bu ifade, هُوَ الْكِتَابُ şeklinde söylendiğinde ذٰلِكَ الْكِتَابُ ile ifade edilen belâgat nükteleri kayboluverir. Zira هُوَ, ıtlaka (herhangi bir kayıt koymayıp genel bırakma) delâlet eder ve Zât-ı Bârî için söz konusudur. Zât-ı Bârî’yi, ism-i hâssı olan lafz-ı celâlesi ile anmadan sonra belki söylenilmesi en mukaddes veya insanın içindeki zulümâtı dağıtıp, O’ndan gelecek nurların kişinin iç dünyasına nüfuz etmesi bakımından en elverişli bir isimdir. Onun için ehl-i tarikat, هُوَ veya يَا هُوَ ifadelerini çok defa vird-i zebân etmiş ve halka-i zikir ve hatme-i hâcegânlarında يَا هُوَ ile yetinmişlerdir. Ne var ki هُوَ, ıtlakıyla Kur’ân-ı Kerim’e de baksa ذٰلِكَ ile anlatılan mânânın enginlik ve ulviyetini ifade edemez. Çünkü ıtlakta ihata edememe vardır. Mutlak ihata edilemez. Hâlbuki Kur’ân, insanlar için nâzil olduğuna göre muhataplarının onu ihata etmeleri lazımdır. Bunun için burada ذٰلِكَ özellikle seçilerek kullanılmıştır.

Ayrıca ذٰلِكَ kelimesinde şöyle bir nükte daha vardır: Yukarıda da ifade edildiği gibi, ذٰلِكَ’deki ذٰ, nahiv ifadesiyle, ism-i işarettir ve mahsüsü gösterip, gözle görülebilen bir nesneyi işaretler; ortadaki ل uzaklık harfi olup Kur’ân’ın kemaline delâlet eder ve ulviyetini gösterir; sondaki hitap zamiri ك ise Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakmaktadır. Burada uzaklık işaretindeki nükteyi işaretlemede de yarar var: Varlığı Kendinden olan Cenab-ı Vacibü’l-Vücud, Rahmaniyet ve Rahimiyetiyle bize bizden yakın olmasına rağmen, biz O’na O’nun azamet ve ulûhiyeti cihetiyle olabildiğine uzak bulunuyoruz. Dolayısıyla burada kelâm-ı ilâhî, Allah Teâlâ Hazretleri’nden gelmesi itibarıyla özünde uzaklık işareti olan ذٰلِكَ ile gösterilmekte ve bununla hem Kur’ân’ın makamının yüceliği ve yüksekliği hem de çok âlî makamlardan nâzil olduğu ifade edilmektedir. Aynı zamanda hitap zamiri olan ك ile, Efendimiz’in, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda bulunduğu ifade edilmiş, Kur’ân’ın O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhatap aldığı belirtilmiştir.

Burada kelâm-ı ilâhî, Zât-ı Vacibü’l-Vücud ve Efendimiz arasındaki münasebet öyle beliğâne ortaya konmuştur ki dahası olamaz. Evet, Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın muhatabı olarak, âdeta huzurunda O’nu müşâhede etmektedir. Binaenaleyh Allah’ın, kullarına yakınlığı, Kur’ân-ı Kerim’in makamının yüceliğiyle beşere uzaklığı ve aynı zamanda Zât-ı Vacibü’l-Vücud’un onu muhatap olarak alması itibarıyla kendi yakınlığını ifade etmesinde sonsuz bir bu’d (uzaklık) içinde sonsuz bir kurb (yakınlık) esprisi görülmektedir.

Ayrıca burada şöyle bir belâgat nüktesi de söz konusu olabilir: Cibril-i Emin, vahyi, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenab-ı Hakk’ın gözetimi altında ulaştırmaktadır. Aynı zamanda başta Cibril-i Emin’in kendisi olmak üzere, diğer melekler de Nebiler Serveri’ne nâzil olan bu vahye mahkeme-i kübrada şahitlik edeceklerdir. Dolayısıyla Allah Resûlü’ne inzâl buyrulan vahyin içine hiçbir şüphe ve tereddüt giremez ve hiçbir cin ve şeytan da ona kat’iyen hiçbir şey katamazlar. Dolayısıyla bu çerçevedeki ilâhî vahye inanan insanlar da âdeta melekler gibi onda hiçbir şek ve şüphenin olmadığına inanırlar. İşte Kur’ân’ın, ذٰلِكَ kelimesinde ذٰ ile mahsüsü işaret ve iması, hemen ardından ل ile uzaklığı ifade etmesi ve daha sonra da ك hitabı ile yakınlığa delâleti türünden hususlar başlı başına bir mucize gibi görünmekte ve bir kere daha selim fıtratlara هَذَ كَلَامُ اللهِ dedirtmektedir.

Daha sonra ise, الٓمٓ ve ذٰلِكَ ile anlatılan, harf-i tarifle bilinirliğine işaret edilen الْكِتَابُ gelmektedir. Malum olduğu üzere kitaplar, göze bakan yönüyle, daha ziyade hacim ve muhtevalarıyla birbirinden ayrılır. Burada الْكِتَابُ denmesiyle binlerce, milyonlarca kitap içinde mârufiyeti, mutlak bilinirliği ile “İşte kitap budur!” denilebilecek yegâne kitabın “o” olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple de artık ayrıca onu tarif ve beyana gerek yoktur.

Esasen burada Cenab-ı Hak اَلْكِتَابُ’ı bir ism-i mevsûl ve ardından gelen bir sıla cümlesiyle اَلَّذِي كَتَبَهُ اللهُ (Allah’a ait olan) gibi bir şekilde tarif veyahut başka bir âyette geçtiği gibi كِتَابٌ مَرْقُومٌ “yazılmış bir kitap” (Mutaffifîn sûresi, 83/9, 20) şeklinde ifade edebilirdi. Fakat öyle değil de, ذٰلِكَ الْكِتَابُ “İşte kitap bu!” şeklinde mutlak olarak zikredilmiştir. Zira bu Kitab’ı tarif edip uzun uzun açıklamaya hiç lüzum yoktur. Şöyle ki, önyargısız bakıldığında insanlar arasında Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarife gerek kalmadan tanındığı gibi, اَلْكِتَابُ dendiği zaman da maddî-mânevî hüviyet ve muhtevasındaki büyüklüğüyle bütün kitaplar arasından “Kur’ân” anlaşılmaktadır/anlaşılmıştır.

Bundan başka لَا رَيْبَ فِيهِ cümlesi de Kur’ân-ı Kerim’in büyüklüğüne parmak basmaktadır. Zira bu ifadeyle, o Kitab’ın (Kur’ân) içinde hiçbir şüphe ve tereddüdün olmadığı ve olamayacağı bildirilmektedir. Malumdur ki dış, için zarfıdır. Dolayısıyla mazrufta herhangi bir şüphe ve tereddüt olmayınca zarfta da olmayacaktır. Kur’ân’ın muhtevası, Cenab-ı Hakk’ın kelâm-ı nefsîsidir. Tabir-i diğerle Kur’ân, muhteva itibarıyla Cenab-ı Hakk’a râcidir. Üstad Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, Kur’ân’ın arkasında semavî vahiy, önünde ise dünya-ahiret saadeti vardır. Zaten ileride tekrar ele alıp izah etmeye çalışacağımız أُولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılanlar. Ve işte bunlardır felâh bulanlar.” (Bakara sûresi, 2/5) âyetiyle bu hakikate işaret edilmekte ve Kur’ân’ın hidayetine tâbi olanlara iki cihan saadeti vaat edilmektedir.

Buraya kadar yapılan izahlardan anlaşılmaktadır ki, الٓمٓ, ذٰلِكَ الْكِتَابُ ve لَا رَيْبَ فِيهِ ifadelerinin hepsiyle anlatılmak istenen mânâ, o Kitab’ın (Kur’ân’ın) büyüklüğüdür.

* * *

İşte malum, maruf ve kendisinde hiçbir şüphe ve tereddüdün bulunmadığı bu büyük Kitap, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’dir. Yani o Kur’ân, takva dairesi içinde olan, istidat ve kabiliyetlerini heder etmemiş bulunan ve iradeleriyle Cenab-ı Hakk’ın iradesine “lebbeyk” diyenler için sırat-ı müstakime götüren bir mahz-ı hidayettir (hidayetin ta kendisidir, sırf hidayettir). Ayrıca, هُدًى لِلنَّاسِ “İnsanlar için hidayettir.”[25] âyetinden farklı olarak burada Kur’ân-ı Kerim’in müttakiler için hidayet olmasından bahsedilmiştir. Evet o, müttakiler için hem mebde hem de münteha itibarıyla ayn-ı hidayettir.

İnsanların hidayete vesileliği, Kur’ân-ı Kerim’in hidayetinin başladığı noktada biter. Söz konusu olan hidayetin mertebelerini üç madde hâlinde zikretmek mümkündür:

1. İnsanın şirk, küfür ve dalâletten, rüşd ve sırat-ı müstakime ulaştırılması.

2. Bu rüşd ve hidayetin devam ve temadisi.

3. İhsan sırrının bütün derinlikleriyle duyulup hissedilmesi.

Evet, Kur’ân-ı Kerim’in hidayeti, insanın, iradesini kullanması, Kur’ân-ı Kerim’i anlaması ve Kur’ân’ın rehberliğini kabul edip onun diriltici iklimine girmesi ufkunda gerçekleşir. İnsanların hidayet etmesi, daha doğru tabirle hidayete vesileliği, işte bu noktada sona ermektedir. Binaenaleyh insanların hidayetinde bir ölçüde sadece irşad etme söz konusu iken, Kur’ân-ı Kerim’in hidayetinde ise kişinin elinden tutup sonsuz ufuklara götürme, erdirme mânâsı söz konusudur. Burada هُدًى kelimesi, –عَادِلٌ yerine عَدْلٌ kelimesinin kullanılması gibi– ism-i fâili olan هَادٍ “hidayet edici” yerine kullanılmakta ve “Kur’ân-ı Kerim müttakilere bir mahz-ı hidayettir.” mânâsına gelmektedir.

Burada, “Kur’ân-ı Kerim, kâfirleri de içine alan bütün insanlar için bir mahz-ı hidayet değil midir?” şeklinde bir soru akla gelebilir.

Kur’ân-ı Kerim, –yukarıda da ifade edildiği gibi– sadece müttakiler için bir mahz-ı hidayettir; kâfirler için mahz-ı hidayet değildir. Evet, doğru dürüst yaşamayı ondan ilham alan ve ona göre hayatına çeki-düzen veren, derken ahiret hayatı adına da ümitvâr olabilen; böylece dünyevî hayatında huzura eren herkes Kur’ân’ın hidayetinden bir ölçüde istifade etse de, hakiki mânâda bir müttakinin mazhariyetini elde edemez.

Bu itibarla, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “Müttakilere bir mahz-ı hidayettir.” buyrulmakla, müttakilerin hidayeti, kâfirlerin rüşd ve hidayetinden ayrılmış olmaktadır. Mesela, مَنْ يَهْدِي اللهُ فَلَا مُضِلَّ لَهُ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَا هَادِيَ لَهُ “Allah kime hidayet verirse onu doğru yoldan saptıracak, kimi de idlâl ederse onu hidayete sevk edecek yoktur.”[26] beyanındaki “Hâdî=Hidayet edici”, Allah’tır (celle celâluhu) ve buradaki hidayet, kâfirleri dahi içine alan ve bütün insanlar için söz konusu olan bir hidayettir. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ âyetindeki hidayet vesilesi ise Kur’ân’dır ve ondan tam istifade de ancak müttakilere mahsustur.

اَلْمُتَّقِينَ kelimesi, وَقَى – يَقِي kökünden türemiş olup iftiâl babından اِتَّقَى fiilinin ism-i fâili olan الْمُتَّقِي kelimesinin çoğuludur. وَقَى fiili, وَوَقَانَا عَذَابَ السَّمُومِ “Allah bizi can yakıcı azaptan himaye etti.” (Tûr sûresi, 52/27) âyetinde olduğu gibi, vikâye ve himaye etti mânâsına gelmektedir. Bu fiil, “iftiâl” babına girince yani اِتَّقَى şeklini alınca “sakındı, korundu, birinin himayesine girdi” mânâlarına gelir. Malum olduğu üzere “iftiâl” babı mutâvaat (dönüşlülük) içindir. اِتَّقَى fiilinin ism-i fâili olan اَلْمُتَّقِي de, “bir şeyden sakınan, himayeye giren ve himayeyi kabul eden” mânâlarına gelmektedir. İsimlerdeki devam ve sebat mânâsı da nazar-ı itibara alınınca müttaki: “Zamanın ve kâinatın değişik hâdiselerine karşı himayeye girme lüzumu duyuldukça devamlı korkan ve Allah’ın himayesine giren” demek olur.

Bundan da anlaşılmaktadır ki, hidayetteki devamlılık ve terakki, aynıyla ittikâda da müşâhede edilmektedir. Binaenaleyh ittikâdaki korkma, sakınma ve tevakki etme, sadece kuru bir korkmadan ibaret değildir; onun yanında, bir hamle ve aksiyonda bulunma mânâsını da taşımaktadır. Yani bir yönüyle emredildiği şeyleri yerine getirerek ve yasaklardan da uzak durarak Allah’tan korkma, diğer yönüyle de Allah’ın himayesine girme.. O’na iltica etme.. yalnız O’na sığınıp dua ve istiğfarda bulunma.. O’ndan alıkoyan şeylerden uzak durma ve O’na götürecek iyilik ve güzelliklere sımsıkı tutunma, demektir.

Binaenaleyh ittikâda, hem bütün şirk, masiyet ve “mâsivâ”dan iç dünyasını temizleme mânâsına gelen تَخْلِيَة hem de kâmil iman ve hasenâtın bütün çeşitleriyle mamur hâle gelme demek olan تَحْلِيَة vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, إِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَۤاءِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَۤاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ “Allah adaleti, hatta adaletten de fazla olarak ihsanı; en güzel davranışı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü de yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl sûresi, 16/90) âyetiyle ittikânın her iki yönünü birden hatırlatmaktadır. Âyetin إِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَۤاءِ ذِي الْقُرْبٰى kısmı, işin yapmakla emrolunduğumuz pozitif yönünü; وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَۤاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ kısmı da yapmaktan nehyedildiğimiz negatif yönünü ihtiva etmektedir.

* * *

Kur’ân-ı Kerim’de ittikâ ve takva, üç mertebede zikredilegelmiştir:

1. Allah’a şirk koşmaktan ve küfürden içtinap etmek. وَأَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰى “Allah (celle celâluhu) onlara takva kelimesini yoldaş edip gerekli kıldı.” (Fetih sûresi, 48/26) âyeti, takvanın bu mertebesine işaret etmektedir. Buradaki mânâsıyla takva; şirki, küfrü ve dalâleti bırakıp hidayet üzere bulunmak demektir.

2. İman ettikten sonra büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kaçınmak ve yapmakla mükellef olunan farzları îfâ etmektir ki, وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرٰى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا “Eğer o ülkelerin ahalisi iman etse ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı...” (A’râf sûresi, 7/96) âyeti, takvanın bu ikinci mertebesine bakmaktadır.

3. يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece sakının.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/102) âyet-i kerimesinin işaret ettiği takvadır ki, kişilerin seviyelerine göre değişik şekilde olan ve bir mânâda “ihsan” mertebesini ifade eden daha derin bir takva telakkisini işaretlemektedir. Bu âyet, daha çok ihsan mertebesindeki mü’minlere bakmaktadır. Her ne kadar bazı müfessirler bu âyet-i kerimenin mensuh olduğunu söyleseler de, âyetin hükmü bir anlamda ehl-i ihsan için geçerliliğini korumaktadır. لِلهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِۤي أَنْفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللهُ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَۤاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَۤاءُ وَاللهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Ey insanlar, sizler içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker. Sonra da dilediğini affeder ve dilediğini de azaba uğratır. Doğrusu Allah her şeye kadirdir.” (Bakara sûresi, 2/284) âyetinde ise bu âyetin tefsiri ve lazımı anlatılmaktadır ki işte bu, ihsanın en âlî mertebesidir. Bu âyet-i celîle de, düz mü’minler için, objektif olarak لَا يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا “Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.” (Bakara sûresi, 2/286) âyetiyle mensuh olsa da, yukarıdaki tevcih çerçevesinde, ehl-i ihsan için belli bir ufuk mükellefiyeti açısından onun da hükmü devam etmektedir. Zira takvada zirveyi tutmuş kutlular, içlerinden geçirdikleri şeylerden dahi hesaba çekilirler ve/veya hesaba çekileceklerine inanırlar ki, bu aynı zamanda takvanın da en âlî mertebesidir.

Buraya kadar zikredilenler içinde “hakka’l-yakîn ufku” açısından takvanın daha fâik bir derecesi daha vardır ki, onun en alt mertebesinde en ileri mü’minler, en âlî mertebesinde de asfiya-i fihâm ve yerleri hiç değişmeyen enbiya-i izâm vardır. Enbiya-i izâmın, sırf duygu ve düşünce dünyalarında dahi kötülükleri bir anlık olsun misafir etmeleri düşünülemez. Eğer böyle bir durum mevzubahis olacak olursa, o yüce kâmetler, sahip oldukları o mertebede çok şiddetli tokat yerler. Fakat asfiya, bu noktada enbiya gibi değildir; onların zihinlerinden kötülük geçmesi bahis mevzuu olabilir, onlar bundan dolayı muâheze olunmazlar.

لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُۤوا إِذَا مَا اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا ثُمَّ اتَّقَوْا وَأَحْسَنُوا وَاللهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ “İman edip sâlih amel yapanlara bundan böyle Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve imanlarında sebat ile arızasız ve kusursuz amellerine devam ettikleri, sonra takvaları ve imanları tam sağlamlaşıp kökleştiği, daha sonra da bu takva ile beraber, ihsan mertebesine erip başkalarına iyilik ettikleri ve her yaptıklarını da güzel yaptıkları takdirde, daha önce yiyip içtikleri şeylerden dolayı kendilerine bir vebal yoktur.” (Mâide sûresi, 5/93) âyet-i kerimesi, takvanın bu üç mertebesini de toplamıştır.

Âyet-i kerimede, إِذَا مَا اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “İlâhi himayeye sığınarak, iman edip amel-i salih işledikleri…” ifadesiyle, takvanın ilk mertebesi; ثُمَّ اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا “sonra ilâhi himayeye sığınarak, imanları tam sağlamlaşıp kökleştiği…” lafızlarıyla ikinci mertebesi; ثُمَّ اتَّقَوْا وَأَحْسَنُوا “daha sonra yine ilâhî himayeye sığınarak ihsan mertebesine erdikleri takdirde…” ibaresiyle de üçüncü mertebesi işaretlenmektedir.

Kur’ân-ı Kerim, bazen bu âyet-i kerimede olduğu gibi, bir âyetiyle takvanın üç mertebesini birden; bazen –yukarıda zikredildiği gibi– تَخْلِيَة ve تَحْلِيَة şeklinde iki mertebesini birden; bazen de “korkma” mânâsı itibarıyla sadece bir mertebesini ifade eder. Mesela وَاتَّقُونِ “Benden korkun.” (Bakara sûresi, 2/197) ifadesinde sadece bir “korkma” (تَخْلِيَة) bahis mevzuu iken, وَأَحْسِنُۤوا “İhsan şuuruyla hep iyiliği ve güzelliği takip edin.” (Bakara sûresi, 2/195) ifadesinde ise sadece bir “süsleme ve donatma” (تَحْلِيَة) bahis mevzuudur.

Hâsılı takva, ister تَخْلِيَة ister تَحْلِيَة yönüyle ele alınsın onun yukarıda zikredilen üç mertebeye de tatbiki mümkündür. Bu takdirde takva; şirk, küfür ve dalâletten sakınıp, onların içine düşmekten korkmak.. bunun yanında ilâhî himayeye girerek, onu kabullenmek.. sonra imanda derinleşip bu kabulü sâlih amelle taçlandırarak ihsan ufkuna doğru koşmak, koşmakla kalmayıp bütün bir hayat boyu bu yolda sebat etmek.. daha sonra da ihsan ruh ve telakkisiyle elde ettiği mazhariyetle hakka’l-yakînin en âlî mertebesine doğru kanat çırpıp yükselmeye çalışmak... mânâlarına gelir.

Bütün bu engin mânâlarıyla takva, Allah nezdinde en kıymetli bir haslet, onunla donanan müttakinin makamı da Cennet’tir. Onun için Tirmizî’deki bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: لَا يَبْلُغُ الْعَبْدُ أَنْ يَكُونَ مِنَ الْمُتَّقِينَ حَتَّى يَدَعَ مَا لَا بَأْسَ بِهِ حَذَرًا لِمَا بِهِ الْبَأْسُ “Kul, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz.”[27] Bu mertebe, bir bakıma takvanın son mertebesi olarak değerlendirilebilir. Zira “mahzurlu olan şeyleri işlerim” endişesiyle, çok defa herhangi bir mahzuru bulunmayan bazı fiilleri; açık bir nehiy olmadığı hâlde “belki sakıncalı bir şey içerisine girebilirim” endişesiyle, içinde şüphe ve tereddüt bulunan hususları terk etmedikten sonra hakiki takva derecesine çıkılamaz.

[1] Hems, Tecvid ilminde, harf telaffuz edilirken sesin ve nefesin akmaya devam etmesine denir. Hems harfleri (Hurûf-u mehmûse) 10 tanedir: ت، ث، ح، خ، س، ش، ص، ف، ك، ه.
[2] Cehr, hems sıfatının zıddı olup harfi telaffuz ederken sesin ve nefesin akmamasıdır. Cehr harfleri (Hurûf-u mechûre) 18 tanedir: أ، ب، ج، د، ذ، ر، ز، ض، ط، ظ، ع، غ، ق، ل، م، ن، و، ي.
[3] Şiddet, harf sakin olduğu durumda, onun telaffuzu esnasında sesin ve nefesin akmamasına denir. Şiddet harfleri (Hurûf-u şedîde) 8 tanedir: أ، ب، ت، ج، د، ط، ق، ك.
[4] Rahve, şiddet sıfatının zıddıdır, sakin harfin okunması esnasında ses ve nefesin akmasına denir. Rahve harfleri (Hurûf-u rahve) 16 tanedir: ا، ث، ح، خ، ذ، ز، س، ش، ص، ض، ظ، غ، ف، و، ه، ي.
[5] İsti’lâ, harfin telaffuzu esnasında dil kökünün üst damağa yükselmesine ve harflerin kalın okunmasına denir. İsti’lâ harfleri (Hurûf-u müsta’liye) 7 tanedir:خ، ص، ض، غ، ط، ق، ظ.
[6] İnhifad/istifâl, isti’lâ sıfatının zıddı olup, harfin telaffuzu esnasında dilin üst damağa yükselmeyip aşağıda kalmasına ve harflerin ince okunmasına denir. İnhifad/istifâl harfleri (Hurûf-u munhafida/müstefile) 21 tanedir: أ، ب، ت، ث، ج، ح، د، ذ، ر، ز، س، ش، ع، ف، ك، ل، م، ن، ه، و، ي.
[7] İtbak/ıntıbak, harf telaffuz edildiği esnada dil kökünün ve ortasının yukarı damağa yükselmesi ile birlikte dilin üst damağa yapıştırılmasıdır. İtbak/ıntıbak harfleri (Hurûf-u mutbika/muntabika) 4 tanedir: ص، ض، ط، ظ.
[8] İnfitah, itbak sıfatının zıddıdır, harf telaffuz edildiği esnada dil ile yukarı damak arasının açık olmasına denir. İnfitah harfleri (Hurûf-u münfetiha) 24 tanedir: أ، ب، ت، ث، ج، ح، خ، د، ذ، ر، ز، س، ش، ع، غ، ف، ق، ك، ل، م، ن، ه، و، ي.
[9] Bediüzzaman, Sözler s.583 vd. (30. Söz, 1. Maksad).
[10] Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz.: M. F. Gülen, “Sınırlının Sınırsıza Mikyas Olması” Çizgimizi Hecelerken s.60-66.
[11] İbn Atıyye, el-Muhararu’l-vecîz 1/82; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr 1/20.
[12] es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 1/136; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 1/44.
[13] er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/4; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 15/120.
[14] et-Taberî, Câmiu’l-beyân 1/88; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 1/44.
[15] A’râf sûresi, 7/1.
[16] Yunus sûresi, 10/1; Hûd sûresi, 11/1; Yusuf sûresi, 12/1; İbrahim sûresi, 14/1; Hicr sûresi, 15/1.
[17] Ra’d sûresi, 13/1.
[18] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/82.
[19] el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 2/208.
[20] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.31.
[21] Buhârî, bed’i’l-vahy 1, bed’i’l-halk 6; Müslim, fezâil 87.
[22] Bkz.: İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/125; İbn Hibbân, es-Sahîh 1/329.
[23] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.7.
[24] Bkz.: Bakara sûresi, 2/98.
[25] Bakara sûresi, 2/185; Âl-i İmrân sûresi, 3/4; En’âm sûresi, 6/91.
[26] Dârimî, nikâh 20; Ma’mer İbn Râşid, el-Câmi’ s.162.
[27] Tirmizî, kıyâmet 20; İbn Mâce, zühd 34.