Müfredat mânâsı (9. âyet)
Münafıklarla alâkalı ikinci âyette ise şöyle buyrulmaktadır:
يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ
“Onlar, akılları sıra Allah’ı ve iman edenleri aldatmayı kurarlar. Aslında kendilerinden başkasını aldatamazlar ama bunun farkında değillerdir.”
Şöyle ki, onlar takıyye ve hud’a (aldatma, hile) yapmak suretiyle Allah’a ve mü’minlere karşı muhâdaa (aldatmaya çalışma) suretiyle harp ilan etmeye kalkışıyorlar. Hâlbuki onlar sadece nefislerine hud’a yapıyor ve böylelikle kendi kendilerini aldatmış, nefislerine zarar vermiş oluyorlar da bunu, ilk anlayış ve kavrayış merhalesi sayılan şuurlarıyla dahi sezemiyorlar.
يُخَادِعُونَ kelimesi خَدَعَ sülâsi fiilinin müfâale babından muzârisidir. Bu bab bazen tek taraflı kullanılsa da çoğunlukla iki taraf arasında müşâreket içindir, yani karşılıklı yapılan işler için kullanılır. Her ne kadar ilk bakışta insanın aklına “İnsan nasıl Allah’ı –hâşâ– aldatmaya kalkışabilir?” şeklinde bir soru gelse de, durum tetkik edilince meselenin mahiyeti anlaşılır. Şöyle ki, Allah’a karşı yapılan bu muhâdaa, doğrudan doğruya kendi inançlarının, kalbî yapılarının gereği ve tesirinde kaldıkları hâlet-i ruhiyenin sonucudur ve Zât-ı Ulûhiyet’e karşı kat’iyen söz konusu değildir. Evet onlar, bununla sadece kendi duygu ve düşüncelerini ifade etmiş olurlar. Yani güneşi balçıkla sıvadıklarını zannederler.
“Hud’a” kelimesinin mânâsı, zâhirde ıslahçı, selâmet-saadet taraftarı görünmekle beraber içinde fısk u fücûr, başkalarına zarar verme ve siyasî mânâsıyla, kendi haince stratejileriyle başkalarının nizam ve ahenklerini altüst etmeyi plânlama demektir. Beyzâvî’nin beyanına göre, farenin avcıya karşı korunmak için iki delik açmasına, girdiği delikte avcı onu çıkacak diye beklerken, onun öbür delikten çıkmasına muhâdaa denir.[1] Evet onun girdiği delik başka, çıktığı delik başkadır. İşte münafıklar, ifade tarzında tasvir edilen bu muhâdaayı –hâşâ– Allah’a karşı yapmaya kalkışıyorlar.
يُخَادِعُونَ اللهَ cümlesinde, ilâhî isimlerden herhangi biri değil de bizzat doğrudan doğruya Zât’ın ismi olan lafz-ı celâlenin الله kullanılması, bunların küstahlıklarının boyutunu göstermesi açısından gayet mânidardır. Yüceler Yücesi Zât hakkında hiçbir kitap bu denli küstahlığa kapı aralamadığı hâlde onlar su‑i edepte böylesine ileri giderek –hâşâ– Allah’a muhâdaaya kalkışacak kadar küstahlaşmışlardır.
وَالَّذِينَ اٰمَنُوا “Aynı zamanda onlar iman edenlere de muhâdaa yapıyorlar.” Buradaki ifadeden de, aynı zamanda onların bir şaşkınlık içinde oldukları anlaşılmaktadır. Hâşâ, Allah’a muhâdaa insanın kendi başına vurduğu bir taş gibidir; mânâsız olduğu ve sonuçsuz kalacağı açıktır. Cenab-ı Hakk’a dayanan inananlara karşı muhâdaa yapmak da geriye tepecek boş bir atıştır. Bu ifade, Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde tekrar edilen, mü’minlere karşı yapılacak muhâdaaların geriye tepeceğinin de özeti gibidir. Zira, her şeyden evvel mü’minler, Allah’a iman edip O’na dayanmışlardır ve onlara karşı yapılacak hile ve hud’anın boşa çıkacağı açıktır.
Aslında burada münafıkların iki küstahlığı söz konusudur: Biri, akıl ve mantıkla izah edilemeyecek bir tavırla Zât-ı Vacibü’l-Vücud’a karşı; bir diğeri ise, onların sırlarını ve iç dünyalarını mü’minlere izhar eden Allah’a inanmış ve dayanmış mü’minlere karşı muhâdaa. Öyle ise bu yaptıklarıyla sadece kendilerini rezil etmiş ve oynadıkları bütün oyunları da kendi aleyhlerine çevirmiş olmaktadırlar.
Evet, hud’a yapılamayacak birine karşı hud’aya kalkışmakla وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ “Kendi nefislerine hud’a yapmış oluyorlar.” Onların bu hâli, gündüz gözü gözlerini kapatan kimsenin hâline benzer. Gözlerini kapayan böyle biri sadece kendi gündüzünü gece yapmıştır. Güneş bütün ihtişamıyla mevcudiyetini herkese hissettirse de وَمَا يَشْعُرُونَ “Onlar farkında değillerdir.”
Burada ilim, akıl, vicdan, tefekkür gibi kelimelerin yerine يَشْعُرُونَ kelimesiyle ilk kavrayış demek olan şuur vurgusu fevkalâde önemlidir. Yani onların yaptıkları akla, zihne gitmeden ilk kavrayışla dahi anlaşılacak kadar basit bir meseledir ama gel gör ki bunu dahi anlamamaktalar. Merhum Âlûsî ve Allâme Elmalılı Hamdi Yazır gibi müfessirler, eserlerinde nefis, şuur, akıl, fikir kelimelerini hem felsefî hem de psikolojideki yerleriyle genişçe izah etmişlerdir. Arzu eden onlara bakabilir. Ben şimdilik bu konunun hak ettiği engince izahı onların eserlerine bırakarak meseleyi icmalen ele almada fayda mülâhaza ediyorum:
1. Nefis: Nefis, insanın özüne, kendisine denir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen اُقْتُلُۤوا أَنْفُسَكُمْ ifadesindeki vecihlerden biri “Kendinizi öldürün.” şeklindedir. Ayrıca nefis kelimesi, kalb ve ruh mânâlarına da gelmektedir. Şeriat ıstılahında ise nefis; insanın gazap, şehvet gibi kuvvelerine, hayvanî arzularına esas teşkil eden temel unsurdur. O, saflaştığı zaman insana hizmetçi hâline gelebildiği gibi, saflaşacağı âna kadar da insanın mücadele aşk ve şevkinin zembereği vazifesini görmektedir. Onun için, insanı sürekli fenalıklara yönlendirene nefs-i emmâre; bir ileri bir geri değişimler arenasında ama yaptığı olumsuzluklardan rahatsızlık duyana nefs-i levvâme; ötelere açık, ilhamla müeyyed olana nefs-i mülheme; sıçrayıp tam itminana ulaşıp huzur soluklamaya durana nefs-i mutmainne; onun Hak’tan razı olduğu hâline râdıye ve nihayet Hakk’ın da kendinden razı olduğu ufka mardiyye; derken zılliyet plânında enbiya ufkunun vârid ve mevhibelerine açık ve her şeyi ‘min haysü hüve hüve’ temaşa eden nefse de zâkiye veya sâfiye denmektedir.
2. Şuur: Şuur, ilk hissediş ve duyuşun ifadesi olarak yorumlanagelmiştir. O, bir meselenin bilinmesi adına, henüz akıl ve muhakeme merhalesine geçilmeden önce ilk mertebedir. Binaenaleyh şuurla elde edilen ilim, ilmin en zayıfıdır. Evet, eşya ve hâdiselerle temasta duyulan ilk his, insana bir ilk şuur intibaını vermektedir. Fakat bu intibaya şuur denebilmesi için hâricî bir tesirin olması gerekmektedir. Zira hâricî bir tesir olmadığı takdirde bu bir his olmadan öteye geçemez. Aynı zamanda, hissedilebilen şeylerin, hariçten hissedilebilmesine de şuur denilmektedir. Mesela hararet, soğukluk, şua ve kokuyu hissetmeyi ifade etmek için hep şuur kelimesi kullanılmaktadır.
Şuurun âni ve hâli intibaları vardır. Bu şuna benzer: Bir projeksiyonla biz birbirine bağlı kareler müşâhede ederiz. Sıra ile nazarımıza arz edilen bu şeylerde, parça parça kareler birer birer bizim nazarımıza akseder. Teker teker bir sinema şeridindeki lemhalardan herhangi birinin diğerleriyle münasebetini düşünmeye yani bu münferit hissedişte tek tabloyu müşâhede ediş ve bundan hâsıl olan intibaımıza da şuur diyoruz. Bunu, وَمَا يَشْعُرُونَ sözünü ve diğer kelimelerle arasındaki farkı anlamak için hatırlamada fayda var.
3. Vicdan: Metâlib ve Mezâhib’de de temas edildiği gibi hâricî intibalarla bir şeyler hissedip şuur dediğimiz şeye mukabil, bir de hariçten kat-ı alâka ile doğrudan doğruya nefsin kendinde bir şuur vardır ki, buna kendi kendini bilmek mânâsına vicdan diyoruz. Binaenaleyh şuur bir hâricî his olmasına rağmen, vicdan hâricî his yönü düşünülse de tamamen bir iç duyuştur. Bu duyuş sıcaklık, soğukluk gibi hâricî bir ihsasla şuurun hâsıl olmasına lüzum kalmadan doğrudan doğruya, kendi kendine bir şey hissedilmesidir ki, Bergson ve Pascal gibi 20. asrın büyük filozofları daha ziyade vicdanın bu tür duyuşlarına önem atfetmişlerdir. Ne var ki bunlar, entüisyon (intuition), hads veya sezi dedikleri hususları, inanmanın en önemli unsuru kabul ederek, âfâkî delillerle Kur’ân-ı Kerim gibi ilâhî kitaplara ve nebilerin beyanlarına bir bakıma kulak tıkamışlardır. Bu konudaki yanlışlık, vicdan ve ona ait bir kısım sezileri iman adına kâfi sebep saymalarındadır. Yoksa haddi zatında bu da diğer yol ve yöntemlerin yanında önemli bir rükün mahiyetindedir. Bundan anlaşılan şudur; şuur nasıl hâricî ihsaslar karşısında bir duyuş, bir hissediştir; öyle de, vicdan dahi hariçten kat-ı nazar nefsin kendi içinde bir hissedişi ve duyuşudur. Öyle ise bir bakıma vicdan, nefsin kendini bilmesi veya kendi varlığını anlaması demektir. Sözün hulâsası, şuurun şuuru vicdandır.
Şöyle ki, insan her an, gözü ile bir şey görür, kulağıyla bir şey duyar.. ve dış ihsaslarıyla algıladığı şeyler de olur; bunların hepsi zâhirîdir. Kalbin hissi ise daha ziyade bir hiss-i bâtındır. Hariçten gelen şeylerden müteessir olsa da, çok defa daha ziyade nereden geldiğini, nasıl olduğunu bilemediği ledünnî bir tesirin var olduğunu duyar. Bazen bu tür sübjektif duyuşlar sekr, istiğrak, kalak ve heyman hâllerinde ortaya çıkar. Bazen de bizim bu dış duyularımıza (havâss-ı hamsemize) gelip ilişen resimler (eşbah) olur ki yukarıda da işaret edildiği gibi teker teker bunların her birerlerini diğerleriyle münasebetlerinden kopuk ve ayrı ayrı olarak ele almaya şuur denmektedir. Bu türlü kopuk kopuk idrâkin de hâfızaya intikali söz konusudur ama bunlar kopuk kopuk birer idrâktirler. Meselenin içine akılla, tefekkürle girilmediği zaman işte bu parça parça şuurlar projeksiyondaki bir resme im’an-ı nazar etme gibi, onun dışına çıkmayan idrâkler olarak kalırlar. Esasen şuur böyle bir şeye hasr-ı nazar edip kalmaz da; nazarını ondan alır, öbürüne bakar. Fakat bu iki şey arasında münasebeti kuran, bir üçüncü hükme varan –ki esas hüküm de odur, o şuur değil– akıl veya ilimdir.
İnsanın göz kırpışları, bakışları, kavrayışları şuurla başlar. Akıl, bu şuurun taalluk sahasının ötesindedir. O, şuurun ortaya koyduğu levhaların özünü alır, tahlil ve terkiplerle bir kısım istidlâllere varır ve neticesinde bunlardan hareketle bir kısım lazımlara, melzumlara gider. Mesala, sırtımıza gelip çarpan ve bizi ısıtan hararetin, behemahâl arkamızda bir hararet var olduğu hissini uyarması bir şuurdur. Gözümüze gelip çarpan bir şuaın, karşıda bir şuaın olduğu hissini bizde uyarması bir şuurdur. Ama bu şuurun ötesinde onun özünü alan göze bir şua çarptı, göz merceğinden içeri girdi, resimlendirmeler içeride yapıldı, fikre tembihte bulunuldu, beyin fakülteleri çalıştı ve biz resimleri, ışık dalgalarını, hüzmelerini gördük. İşte bütün bunları yapacak olan ise akıldır. Şuurun resimlendirdiği şeylerden öz olarak aldığı, tahlil ve terkipler yaptığı ve sonra bunlarla istidlâller yaparak, bir kısım lazım ve melzumlar arasında gelip giderek kurduğu bazı bağlar da vardır ki, bu saha tamamen aklın sahasıdır. “Işık göze nereden geliyor? Güneş’ten gelen şua bize nasıl ulaşıyor? Dalgalar hâlinde gelen şuaların keyfiyeti nasıldır? Farklı dalga boyları hâlinde gelen bu şualar göze nasıl giriyor? Göz merceğinin massetme (algılama) keyfiyeti nasıldır? İmtisas durumu nasıl oluyor? Burada bir ihtisas, bir ihsas vardır; bunların keyfiyeti neden ibarettir?” gibi hususları biz aklın sahası olarak kabul ediyoruz.
Avam ifadesiyle meseleyi ele alacak olursak şuur, bir kısım malumat, mahsüsât kırıntıları ortaya dökmesine karşılık, akıl, bu kırıntıları bir araya getirmek suretiyle terkipler yapıyor ve bunları yeniden çözmek, tahliller yapmak suretiyle yeni mânâlara ve mülâhazalara ulaşıyor. Aklın tarifi mevzuunda o kadar çok söz söylenmiştir ki, her hâlde şuurun verâsında, öylesine hâkim bir sahaya hâkimiyeti içerisinde aklın ele alınması belki lazımıyla, melzumuyla tariflerin en makûlu olur zannediyorum. Demek oluyor ki, akıl esasen, şuurun nispetlerini değerlendirmekle işe başlıyor. Şöyle ki, sperm ve yumurta bir araya geldiği zaman şuur, aşılanma oldu diyor. Akıl böyle bir aşılanmada spermin vazifelerini, yumurtanın vazifelerini araştırıyor; şuurun işi bıraktığı yerde, akıl alıyor o vazifeyi üzerine ve bir kısım terkiplerle yeni yeni neticelere ulaşmaya çalışıyor.
Diğer bir yaklaşımla şuur, insanın “ben” veya “ego” da denen nefsine uğrar; benlikte gelip geçici hüviyette bir çizgi bırakır. Onun bıraktığı bu çizgiler bir bakıma, artık şuurun alanı dışına çıkmıştır. Bellek de dedikleri “hıfz”da bunlar birer birer kaydedilir. Biz bu ameliyeyi yapan fakülteye “kuvve-i hâfıza” diyoruz. Şuurun her lemhası nefse uğradıktan sonra, kuvve-i hâfızada muhafaza edilir. Bu hıfz esasen zihnî bir kuvvetin eseridir. Bazen de şuurun lemhaları, aklın sermayesi olarak gelen değişik şe’n ve hususlar zaman aşımı veya onun üzerinden daha müessir şok hâdiselerin gelip geçmesi ya da şuurda derin bir çizgi bırakmaması gibi hâllerle, gayr-ı meş’ur (şuurun duyup hissedemediği) hâle gelir. Ancak hiçbir zaman bütün bütün kaybolmazlar. Yani bunlar bir şuuraltı müktesebat hâline gelir. Biz bunların bazılarını ne teakkul ne tezekkür ne tefekkür ne de tahattur edebiliriz. Ne var ki, hayatımızda onların benzeri lemhalarla karşı karşıya geldiğimizde, öyle bir hâdiseyi hatırlamasak da, şuuraltı müktesebat bütün vuzuhuyla ortaya çıkar.
Mesela siz, küçüklüğünüzde bir araba gürültüsünü müteakip bir belaya maruz kalmış ve sonra böyle bir hâdisenin vuku bulduğunu unutmuş olabilirsiniz; ancak her ne zaman böyle bir gürültü tarrakasını duyuverseniz aynı ürperti, aynı haşyet, aynı korku ile tir tir titremeye başlarsınız. Bu, oradaki şuuraltı çizgilerin insan ruhunda tesir icra etmesinin bir sonucudur. Bazen de bir kısım çağrışımlarla bu tür şuuraltılar ortaya çıkar ve biz bunlara tezekkür ve tahattur deriz. Yani “Unutmuştum hatırladım, birden tezekkür ettim.” deriz. Aslında bizim hayatımız hep bu türden şuuraltı ve şuurüstülerle doludur. Bu şuuraltı ve şuurüstü meselelerle insanın çağrışımlarını bulup, şuurunun içine girmek mümkündür. Psikiyatride ve Freud’un her zaman değişebilen nazariyeleri içinde belki değişmeyen bir mesele varsa, o da işte bu meseledir. Evet, onun iddiaları içinde de doğru olan hususlar vardır; doğru olmayan, onun her dediğini doğru sanmaktır.
Demek ki insan daima akıl ve şuurla beraber bir seyr u sülûk içinde olmalı ve akıl, şuurun refakatinde böyle bir seyri gerçekleştirmelidir. Evet, şuur, bir kısım lemhalar ve levhalar sunmasına mukabil akıl bu levhalar ve bu lemhalarda hep farklı hakikatlere intikal etmektedir. İşte aklın, şuurun refakatinde seyrettiği bu ameliyeye biz ilim diyoruz. İnsanın havâss-ı hamse-i zâhiresi (beş duyu), değişik yollarla aldığı şeyleri şuurun imbiğinden geçirip aklın takdirine sunmaktadır. Akıl, kendisine sunulan mahsüsatın özünü alır, süzer, değerlendirir onu bir ad ve unvanla ortaya koyar. Ne var ki, şuurun avladığı ve aklın da değişik imbiklerden geçirdiği her şey ilim değildir. Böyle hükümlere yerine göre faraziye, nazariye veya hipotez denir. Şöyle ki, bazen şuurumuz bize bir lemha sunar. Güneş’in başımızın üzerinde dönüyor olması gibi bir lemha. Biz bu lemhayı akıl süzgecinden geçirerek bir hükme varırız: Yer duruyor, Güneş hareket ediyor. Bu şekilde vardığımız hüküm bir ilim değildir; bu sadece bir nazariyedir. İlim; şuurun taalluk ettiği meş’urda hakikat hesabına en son varabileceği hükümdür. Başka bir ifadeyle ilim, tenâsüb-ü illiyet (sebep-sonuç) prensibi çerçevesinde illetle malûl arasında tam bir münasebet kurarak varılacak nihai hükümdür. Onun için Hazreti Üstad, faraziyeler ve nazariyeler üzerine bina edilmiş ilimler cehildir, der.[2] Zira burada hakikat aranmamıştır ki bulunabilsin. Aslında böyle bir ilim de insanı hakikate götürmez.
Şimdi isterseniz, şuur, akıl, şuuraltı, tezekkür, tahattur, ilim ve ilim güzergahındaki faraziyeleri gördükten sonra biraz da meselenin özüne ve esasına bakmaya çalışalım. Evet, acaba وَمَا يَشْعُرُونَ bize gerçekten ne ifade ediyor?
İnsan bazen içinde, tasavvufî ifadesiyle, bast hâli dediğimiz bir inşirah, bir huzur, bir zevk duyar ve bunu ta iliklerine kadar yaşar. Bazen de kabz hâli olur. Hiç farkına varmadan bast hâlinin inşirah meltemlerine mukabil, hüzün ve sıkıntı rüzgârları eser insanın içinde, ki insanın bunları duymasına ihsas veya ihtisas denmektedir. Bu esintiler hâricî bir sebeple meydana geldiği gibi, böyle bir sebep olmaksızın da meydana gelebilir.
Benlikte, nefiste meydana gelen duyuşlara, hissedişlere ihsas denir. Bir de ihtisas vardır. İhsas, daha ziyade hariçte bir nokta-i istinat ve mevcut bir sebebe dayalı olduğu hâlde, ihtisas, hariçten kat-ı nazar kendi içinde ve hiçbir şeye dayanmadan ruhta duyulan bir şeydir ki, işin bu cephesi tamamen vicdana aittir. Öbür cephesi ise akla malzeme sunan şuurla alâkalıdır. Bu itibarla ister ihtisas yönüyle, ister ihsas yönüyle meseleyi ele alalım; zaman müdahaleli insanın bu türlü parça parça, kopuk kopuk duyuşlarına şuur denir.
İşte Kur’ân-ı Kerim, münafıklar hakkında, وَمَا يَشْعُرُونَ derken, daha ileri seviyede fikrî, kalbî, ruhî hiçbir derinliğe sahip olmadan ve bu türlü araştırmalar neticesinde varılabilecek ufukların kendilerinden istenmesi değil, bir çocuğun dahi anlayabileceği, hatta bir hayvanın dahi idrâk edebileceği kadarıyla en basit bir idrâk, en ibtidaî bir kavrayış, en sığ ve dağınık bir düşünce tarzı, işte bu kadar dahi bir duyuşları olsaydı, bu “muhâdaa”ya başvurmayacaklardı demek istemektedir.
* * *
Şimdi de dar bir çerçevede bu âyeti, münafıkların Allah’a ve mü’minlere yapmaya cüret ettikleri muhâdaanın sebepleri açısından incelemeye çalışalım:
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’yi teşrif buyurduğunda, Sa’d İbn Ubâde’nin (radıyallâhu anh) ifadesiyle, orada kendisini Medine hükümdarlığına layık gören, bunun için de bir hazırlık içinde bulunan Abdullah İbn Übey İbn Selûl vardı. Belki başkaları da vardı ama bu zat en önde idi. İşte bu İbn Selûl, böylesine kurulacağı koltuğun, giyeceği kostümlerin hayalleriyle oturup kalkarken Resûl-i Ekrem’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşısında görünce pirelendi, öfkelendi ve kinle, nefretle köpürmeye durdu.[3]
Ayrıca Medine’de Yahudiler, Arapları hor ve hakir görüyor, bir gün onları ezip, hâkimiyetleri altına almayı kendilerinden bir peygamberin gelişine bağlıyorlardı. Evet, onlar bu peygamberin, mutlaka kendi içlerinden zuhur edeceğine inanıyorlardı. İçlerinde zuhur eden bir peygamberle dünyanın her yerindeki insanlığı, Yahudi efendiliği altında esir edecekleri hülyalarıyla yaşıyorlardı. Şüphesiz bu, onların zihinlerinde bir ümniye şeklinde hep canlı tutuluyordu. Aslında Yahudiler oldukça realist olmalarına rağmen bu mevzuda ciddi bir kuruntu içindeydiler. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zuhuruyla onların düşündükleri şeylerin tamamen aksi olmuştu. Kur’ân, yer yer bunların bu tür kuruntularından bahseder. Peygamberimiz’in, Yahudilerin hor gördüğü insanlığı aziz edecek şekilde bütün ilhad dünyasının karşısına çıkması, Yahudilerin kuvve-i mâneviyelerini kıracak bir hâdise olmuş ve onları bütün bütün panikletmişti. İşte bu, onlarda cinnet derecesinde şok tesiri yaptı ve fıtratlarında ciddi bir maraza dönüştü. Bu marazdı onları Allah’a karşı muhâdaaya sevk eden sebep ve sâik. Kur’ân-ı Kerim, onları muhâdaaya, kine, nefrete sâik olan marazın, فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ beyanıyla, derinlemesine kalblerine yerleşmiş ve tabiatları hâline gelmiş olduğunu vurgular ki, fevkalâde mânidardır.
Onların cinnet derecesine gelmiş o kahreden psikolojileriyle doğrudan doğruya Allah’a karşı harp ilan etmelerini anlamak için şöyle bir misal verilebilir. Mesela, birisinin gönül verip maddî-mânevî mutluluk, refah ve ikbalini kendisine bağladığı ve beklentilere girdiği birisini düşünün. Bu çok sevdiği insan ona maddî-mânevî refah ve saadet vaadi adına açık durmakla beraber, o onda, ümniyeleri istikametinde beklediğini bulamıyor ve iç inkisarlar yaşıyor. Hatta daha da hezeyana girerek o çok seviyor gibi göründüğü zata karşı küsüyor, kırılıyor ve tavrını sorgulamaya kalkıyor.
İşte böyle bir ruh hâletiyle doludizgin giderken beklenmedik korkunç bir gayz içine giriyor. Bu durum nefretle soluklanma ve bütün bütün dengesini kaybetme hâlidir ki, o zaman böyle birinde artık ne akıl ne mantık ne fikir ne tahattur ne de tezekkür kalır. İşte bu bir hastalıktır ve bu ruhî maraz onlarda, doğruyu eğri görme hâlini hâsıl etmiştir ki, gayrı böylelerinin fıtrat-ı selimeleri bozulmuş, hayvanî yanları hükmetmeye başlamış demektir. Böyle bir ruh hâleti içinde bulunan birisi ise –hâşâ!– Allah’ı (celle celâluhu) bile sorgular hâle gelir. Onun için âyetteki يُخَادِعُونَ اللهَ ifadesini, onların, doğrudan doğruya, tevile, tefsire sapmadan, bizzat Allah’a karşı harp ilan ettikleri şeklinde anlamak mümkündür. Bunu tam bir maddecilik mülâhazasıyla ele alacak olursak, muhâdaanın müfâale babından Allah’a karşı nasıl bir ilan-ı harp anlamına geldiğini görürüz.
Psikolojik yönüyle meseleyi ele alacak olursak, bu durumun mü’minlerde bile ara sıra bir kısım lemhalar hâlinde kendisini gösterdiği olur. Cenab-ı Hak’tan, imanlarına karşılık zafer ve muvaffakiyet ümit eden bazı imanı zayıf kimseler, kâfirlerin zaferi veya kendilerine gelen tokatlar karşısında, sözle açığa vurmasalar da, içlerinde Allah’a karşı bir küskünlük hissi belirebilir.
وَالَّذِينَ اٰمَنُوا “Mü’minleri de (aldatmaya kalkışırlar).” Bunlar, Allah’a karşı muhâdaa yapınca, mü’minlere karşı haydi haydi yaparlar. Burada önemli bir nükte-i belâgat şudur: Bir kısım inkârcılar size oyun yapabilirler, münafıklar her gün farklı bir entrikayla karşınıza çıkabilirler; buna karşı yine de siz hiç müteessir olmayın, zira bunlar her şeyden önce Allah’a karşı ilan-ı harp edecek kadar çılgın kimseler. Dolayısıyla da mutlaka Allah’tan (celle celâluhu) bulurlar. Bu açıdan işi O’na bırakmak en doğrusu. Aslında bir keresinde Hazreti Musa, kavminin kendisine isyanlarına mukabil Allah’a yalvarıp, “Bunların rızkını kes Allah’ım!” dediği zaman, Allah (celle celâluhu) “Onlar devamlı bana isyan ettiler, ben yine de rızıklarını verdim.” buyurur. Zaten Allah’a hud’a yapmakla ilan-ı harp edenlerin mü’minlere karşı aynı şeyi yapacakları açıktır. Ayrıca muhâdaanın, böyle bir kudret-i kâhire’ye karşı yapılmasının boşa çıkacağının anlatılması yanında, bunda mü’minlere bir tesellinin olduğu da açıktır. Evet, Allah’a karşı muhâdaaları boş olduğu gibi mü’minlere karşı muhâdaaları da boş bir gayrettir. Bu, إِنَّهُمْ يَكِيدُونَ كَيْدًاوَأَكِيدُ كَيْدًا “O kâfirler, var güçleriyle hile kurarlar. Ben de kurarım (yani hilelerini boşa çıkarırım).” (Târık sûresi, 86/15-16) mealini müeyyiddir.
وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ “Onlar öz nefislerine, kendi kendilerine hud’a yapıyorlar, kendilerini aldatıyorlar.” Burada “müfâale” babından, وَمَا يُخَادِعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ kıraatı da vardır ki o zaman mânâ “Kendi kendilerine muhâdaa yapıyorlar.” olur. Zira onlar, uğraşılmaz biriyle uğraşmaya kalkışıyorlar. Mesela, iç dünyalarında gizledikleri bütün sırlarını bilen, bütün ledünniyatlarına vâkıf birine karşı, onlar hâlâ bir kısım hile ve hud’a peşinde iseler, kendi oyunlarıyla kendilerini ateşe atıyorlar demektir. Binaenaleyh meydana getirdikleri zarar da doğrudan doğruya kendilerine ait olacaktır.
[1] Bkz.: el-Beyzâvî, Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl 1/162,163.
[2] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.602 (Otuzuncu Söz, İkinci Maksat).
[3] Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (3) 15, merdâ 15, edeb 115.
- tarihinde hazırlandı.