Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (13. âyet)
لَا يَعْلَمُونَ : “Bilememe” ifadesi, nefy-i istikbal kipiyle anlatılmaktadır. Ayrıca burada “bilemezler” sözü, “istikbalde bilemezlerse şimdi de bilmiyorlar” anlamına gelmektedir. İfade burada مَا يَعْلَمُونَ şeklinde olsaydı, o zaman cümle, “Şimdi bilmiyorlar ancak ileride bilebilirler.” anlamına gelirdi ki, bu münafık karakterini tam aksettirmezdi. Evet, bu hususu şimdi olmadığı gibi ileride de bilmeleri mümkün değildir. Çünkü bu bir ilim meselesidir.
O gün mü’minler münafıklara yer yer “İman edin.” diye tebliğde bulunuyorlardı; buna karşılık münafıklar da اٰمَنَّا diyerek iman ettiklerini ifade ediyorlardı. Ancak Allah’ın, bu âyet-i kerimede mü’minlerden münafıklara tekrar اٰمَنَّا dedirtmelerini istediği görülmektedir ki, burada iki mülâhaza söz konusudur:
1. Münafıklar, “İman ettik.” demelerine rağmen yine de onlara “İmanın bütün erkânına iman edin.” denilmektedir. Çünkü imanın rükünlerinden bir tekine bile inanılmadığı takdirde o iman, iman olmaz.
2. Allah, mü’minlere, münafıkların durumlarını çok iyi bildiklerini söyletmektedir. Zira mü’minlerin onlara اٰمِنُوا “İman edin.” demeleri, onların gerçekten Allah’a iman etmediklerinin farkında olduklarını ifade eder.
Bundan başka كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ beyanıyla onlardan tıpkı mü’minlerin inandığı gibi iman etmeleri istenmektedir. Esasen bu bir bakıma meselenin tavzihi gibidir. Yani bu ifadeyle onlara âdeta şöyle denilmektedir: “Siz şimdiye kadar bir çeşit inanış içindeydiniz. Şu anda da değişik bir inanç peşindesiniz. Ama ne o inanışınız ne de bu imanınız kat’iyen makbul değildir. Şu anda yepyeni ve terütaze bir iman anlayışıyla zuhur eden, اَلنَّاسُ’la ifade edilen yeni bir insan topluluğu var. Aslında siz de bunları çok iyi biliyorsunuz. Bu insanlara ittiba etmek suretiyle gerçekten iman ediniz.” اَلنَّاسُ “insanlar” kelimesinin başındaki harf-i tarif, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında halkalar teşkil eden maruf insanları yani sahabe-i kiram’ı ifade etmektedir.
Ayrıca daha önceki 8. âyet-i kerimede geçen وَمِنَ النَّاسِ ifadesiyle bu âyette geçen اَلنَّاسُ kelimesi beraber ele alındığında, burada münafıklar için bir kınama olduğu nüktesini çıkartmak da mümkündür. وَمِنَ النَّاسِ ifadesiyle “insanlardan öyleleri vardır ki” denilerek münafıkların bir bakıma insanlar içinde garip bir gürûh olup, hâl, tutum, davranış ve anlayışlarıyla hiç de hakiki mânâda insan olmadıkları ifade edilmektedir.
Ancak, âyet-i kerimede, münafık olmalarına rağmen yine de insanlar içinde kendilerine bir yerin verildiği görülmektedir. Bu, şeytanın meleklerle beraber Hazreti Âdem’e secde etme emrine muhatap olmasına benzer. Aslında şeytan, كَانَ مِنَ الْجِنِّ “O, cinlerden idi.” (Kehf sûresi, 18/50) âyetinin mantukunca cin taifesindendi ve cinlerin de merede kısmındandı ama meleklerle beraber bulunuyordu. Bunun için, وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ “Bir vakit meleklere: ‘Âdem için secde edin!’ dedik. Bütün melekler secde ettiler de İblis etmedi.” âyetinde, melek olmamasına, cinlerden olmasına rağmen meleklerle beraber secde emrine muhatap olduğu ifade ediliyor. Aynen onun gibi insanlar içinde de beşerin şeytanı sayılan münafıklar anlatılırken “İnsanlar içinde bir gürûh vardır ki...” ifadesi kullanılmaktadır. Bir mânâda onlara: “Siz marazınızın artmasıyla ve selim fıtratlarınızı bozmakla insanlar arasındaki yerinizi kaybetme durumundasınız. Öyleyse اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ “Hakiki insanların iman ettiği gibi iman edin.” denilmektedir. Onlar ise, “Biz sefihlerin yani görgü ve düşüncesi kısır olanların inandığı gibi mi inanacağız?! Bunu mu bize teklif ediyorsunuz?!” diyerek bu teklifi geri çevirmişlerdir/çevirmektedirler.
Bundan şu da anlaşılabilir: Münafıklar, esasen kendilerine göre bir çeşit inanıyorlardı. Ne var ki bu inanma, Allah katında makbul olan iman şeklinde değildi. Bu çarpık anlayışla onlar, mü’minlerin inanma şeklini sefihlere has bir iman olarak görüyor ve bu şekildeki hakiki imana karşı tavır alıyorlardı.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: “Münafıklar, أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ ‘Sefihlerin, yani bilgisiz, kültürsüz, ilmî seviyeleri olmayan sıradan kimselerin inandığı gibi mi inanacağız?’ ifadesini kendilerine emr-i bi’l-ma’ruf yapan mü’minlere mi, yoksa şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman kendi kendilerine mi söylüyorlardı?”
Bu mevzuda tefsirciler değişik yorumlar ortaya koymuşlardır. Esasen her iki mânâyı kabul etmekte de bir beis olmasa gerek. Vâhidî, münafıkların insanların içinde değil de daha ziyade şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ dediklerini ifade etmektedir.[1] Zira onlar, mü’minlerin yüzüne karşı bunu söyleyecek cesarette değillerdi.
Ancak âyetlerin umumi akışına bakıldığında, münafıkların bu ifadeleri, mü’minlerin yüzlerine karşı söylediklerini anlamak da mümkündür. Zira münafıklar ile mü’minlerin arasındaki münasebet, bazen karşılıklı konuşma şeklinde de olabiliyordu. Dolayısıyla bu karşılıklı konuşma esnasında münafıkların أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ cümlesini ifade etmeleri onların küstahlıklarına uygun düşmektedir. Aslında, siyak-sibak bütünlüğü içerisinde âyetlere bakıldığında, onların bu cümleyi rahatlıkla mü’minlerin yüzlerine karşı söyleyebilecekleri de mümkün görünmektedir. Zira münafıklar, Allah’a karşı bile hud’a yapma cüretini izhar etmiş, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlerin firâsetini kâle almadan bu mevzuda onlara mukabelede bulunmuş, kendilerine "Fesat çıkarmayın!" denildiğinde sözde akıllıca davrandıklarını zannederek “Fesat çıkarmıyoruz, biz ıslahçılarız.” demişlerdi…
Bir kere umumi karakterlerine bakıldığında münafıkların fıtratlarının bozulduğu açıkça müşâhede edilmektedir. Böyle bir fıtrat bozukluğu yaşayan bu insanların, karşılaştıkları mü’minlere: أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ demeleri gayet normaldir. Vâkıa onların böyle demeleri, hâlet-i ruhiye itibarıyla öfkenin, şiddetin ve hiddetin ulaşabileceği son noktaya ulaşmış olmasının onlarda hâsıl ettiği bir feveran ve patlamanın neticesiydi.
Ayrıca onlar burada maksatlarını gizleyip başka şekilde söyleme mânâsına bir de tevriyede bulunuyor, أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ ifadelerini iki şekilde anlaşılabilecek bir üslupla söylüyor ve diyalektik yapıyorlardı. Evet onlar, söyledikleri sözü; hem yukarıdaki şekilde hem de, “Ya ne zannediyorsunuz, tabi inanacağız. Yoksa bizim sefihlerin yaptığı gibi mi yapacağımızı zannediyorsunuz?” şeklinde anlaşılabilecek biçimde söylüyorlardı ki, böyle bir üslupla bir taraftan asıl maksatlarını gizlemiş oluyor, diğer taraftan da içlerindeki gayzlarını seslendiriyorlardı. Esasen Kur’ân-ı Kerim’in bu mevzudaki ikazlarına bakıldığında münafıkların hiç mi hiç inanmadıkları anlaşılmaktadır.
Aslında onların –bir şaşkının da ifade ettiği gibi– kendilerince bir inançları vardı. Ne var ki, Allah’ın dini yanında kendine göre inanmanın çerçevesinin ne olduğu da belli değildi. Belki, nebilerin sesinin soluğunun ulaşamadığı devirlerde insanların kendilerine göre bir inanç sistemi oluşturmaları imkân dâhilindeydi; ancak Peygamber vahyini duyduktan sonra artık “kendine göre bir iman” olmazdı. Abdülaziz Mecdi Efendi’nin hayatıyla alâkalı bir eserde okumuştum. Zannediyorum, Feylosof Rıza Tevfik, Tevfik Fikret’i müdafaa sadedinde, bir mecliste şunları söyler: “Tevfik Fikret tamamen mutekit idi, dindar idi, fakat dini herkesten başka bir surette anlardı.” Bunun üzerine Merhum Babanzade gayet latif bir ifadeyle şu mukabelede bulunur: “Filozofçuğum! Fikret büyük bir şairdir, deyiniz. Şiiri lâyık-ı takdirdir, deyiniz. Peki, deriz. Numune-i fazilet idi, deyiniz. Birçok kuyud-u ihtiraziye ile ona da, peki, deriz. Fakat, mü’min idi, Müslüman idi demeyeniz. Çünkü sizi herkesten evvel kendisi tekzip eder.”[2]
Tekrar konuya dönecek olursak, burada bir nükteden daha söz edilebilir. Kur’ân, ibtida ile intihayı cem eden bir kitaptır. Yani mübtedi bir insan samimi hissiyatıyla kendini ona verdiği zaman tatmin olup doyabileceği gibi, müntehî sayılan bir başkası da onu farklı bir derinlikte duyabilir. Bu itibarla Kur’ân, öyle bir iman anlayışı vaz’ etmiştir ki onun dışında başka bir iman anlayışı ortaya koymak densizlik olur. Ne var ki, Kur’ân’ın ortaya koyduğu bu iman anlayışında bir kısım terakki farklılıklarının olduğu açıktır. Evet, bir sahabinin imandaki seviyesiyle Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) iman mertebesi bir olmadığı gibi bir hak erinin yakîniyle bizim gibi sıradan birinin yakîn ü iz’anı bir değildir. İsterseniz bir de bu zaviyeden meseleye bakalım; o zaman kendi imanlarını akademik seviyede gören, ekonomik ve kültürel açıdan kendilerinden daha aşağıda gördükleri insanların imanlarını alaya alan münafıkların nasıl bir gaflet içinde bulundukları görülecektir.
Netice itibarıyla münafıkların أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ demeleri ister sahabiyle istihza etmek olarak ele alınsın, ister aslında inanmadıkları hâlde inanıyor gibi görünmelerinin ifadesi olsun, isterse sahabeyi sefih sayıp, okumuş, kültürlü ve görgülü kimseler için ayrı bir iman anlayışı iddiasındaydılar şeklinde anlaşılsın; evet konu hangi şekliyle ele alınırsa alınsın münafıkların ciddi bir tutarsızlık içinde oldukları müşahede edilecektir.
* * *
Ayrıca, وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ ifadelerinde şu tür nükteler söz konusudur:
1. İman, şahısların hissiyat ve anlayışlarına göre çeşitlilik ve renklilik arz etmez. Onun tek rengi vardır, o da إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ الْإِسْلَامُ “Allah nezdinde din İslâm’dır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/19) âyetinde ifadesini bulur. Başka düşüncelerin ürünü olarak din diye ortaya sürülen hiçbir sistem, İslâm’ın yerini tutmaz/tutamaz. Nitekim وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْإِسْلَامِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Kim, İslâm’dan başka bir din, bir sistem ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir anlayış) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/85.) âyet-i kerimesi açık ve net olarak bu hakikati ifade etmektedir. Evet İslâm dışında gidilen yolların hepsi merduttur ve hiçbirinin nezd-i ulûhiyette makbuliyeti de söz konusu değildir.
2. اَلنَّاسُ kelimesiyle ifade edilen o maruf insanlar sahabe-i kiram’dır. “Mutlak zikir, kemaline masruftur.” prensibinden hareketle “insanlar” denince, en kâmil mânâda insan olan ashab akla gelmektedir. Binaenaleyh burada sanki münafıklara “Siz sahabe-i kiram gibi iman edin.” denilmektedir. Bu ifade, o devrin münafıklarına, inanma mevzuunda örnek olarak uyulması gerekenlerin sahabeler olduğunu anlattığı gibi aynı zamanda, ondan sonra gelecek kimseler için de “sahabenin imanının daima örnek bir iman” olduğunu anlatmaktadır.
3. اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ cümlesindeki kâf-ı teşbihle sadece münafıklara değil bütün insanlara, “Ey çağın insanları ve daha sonrakiler, siz asla sahabe gibi inanamazsınız.” şeklinde bir ima da söz konusudur. Zira müşebbeh (benzetilen), müşebbehün bih’in (kendisine benzetilen) aynı değildir. Meseleyi değiştirip ashaptan ileriye giderek teşbihte bir taklib yapmak belâgat kaidelerine aykırıdır. Öyleyse sahabeyi takip eden nesiller imanda ne kadar ileriye giderlerse gitsinler hep “gibi” olacak fakat kat’iyen “aynı” olamayacaklardır.
4. Bundan başka أَنُؤْمِنُ “İnanacak mıyız?” ifadesinde şöyle bir nükte de mevcuttur: Münafıklar önceden اٰمَنَّا“Biz iman ettik.” demişlerdi. Yani demagoji yaparak, “Bir kez daha mı iman!” demek istemişlerdi. Fiil-i muzâri hem teceddüt ifade etmekte hem de hakikaten hâle, mecâzen de istikbale bakmaktadır. Evet münafıklar, bu ifadeyle “Daha önce iman etmiştik, bundan sonra da hep inanma mecburiyetinde mi kalacağız?” demek istemiş ve ayrı bir inhiraflarını seslendirmişlerdi.
5. Ashab-ı kiram arasında Selman-ı Fârisî, Ebû Hüreyre ve Bilal-i Habeşî (radıyallâhu anhüm) gibi fakirlikleriyle meşhur ve maruf olmuş bazı kimseler vardı ve münafıklar da bu sahabileri yakından tanıdıkları için onlara doğrudan doğruya –hâşâ– sefih diyorlardı. Binaenaleyh münafıkların ifadelerinden hareket edilecek olursa السُّفَهَۤاءُ kelimesindeki harf-i tarifi, “ahd-i zihnî” olarak düşünmek icap edecektir. O takdirde السُّفَهَۤاءُ kelimesi “şu aramızda maruf/belli sefihler” mânâsına gelmiş olur.
Vâkıa, farklı bir zâviyeden bakıldığı takdirde bunun ahd-i hâricî olarak düşünülmesi de mümkündür. Buna göre münafıklar “Biz şu akılsız ve budalaların inandıklarına mı inanacağız?” demek suretiyle kendilerince mü’minlerle istihza ediyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, onların daha evvelki iddialarının cevaplarını verdiği gibi bu istihzalarını da cevapsız bırakmamıştır.
Konuya bir de âyetin sebeb-i nüzulü açısından bakmak yararlı olacaktır. Evet, esbâb-ı nüzul, esasen temel hususun tasvirini yaparak o tip hâdiselere bir bakıma cevap olması ve daha sonra gelecek hâdiseleri de o tür hâdiselere tatbik etme imkânı hazırlaması açısından çok önemlidir. Her ne kadar bazı âyetler, hususi şahısların hususi hareketlerinden ötürü nâzil olmuşsa da bunu umuma teşmil etmekte herhangi bir mahzur yoktur. Zira herkesin bu türlü derslerden alacağı ibretler vardır.
Abdullah İbn Übey İbn Selûl ve onun liderliğindeki o zâhiren çok zeki görünen, akl-ı meaşla zeki olan ancak meâdı bilmeyen (yani dünyayı gören fakat ahireti bilmeyen) bu kimseler sahabe‑i kirama –hâşâ– sefih nazarıyla bakıyorlardı ki, burada şöyle bir durum söz konusudur:
Daima rahatını ve zevkini düşünen, rahat ve huzurunu ihlal edecek her türlü hareketi kötü kabul eden ve bu türlü hareketlerle huzurunu kaçıranlara sefih ve deli nazarıyla bakan bir kısım maddeciler hemen her devirde görülegelmişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Allah’ı o kadar çok hatırlayın, o kadar çok anın ki neticede size deli desinler.”[3] hadis-i şerifi de bu hususu teyit eder mahiyettedir. Evet, inanan bir kimsenin, hasımları tarafından mecnun olarak itham edilmesi hep olagelmiş bir husustur. Zaten bir mü’minin davranışları, mülhitlere ve fısk u fücûr içinde olanlara tıpatıp uyuyorsa o mü’min, gerçekten onlardan ayrılarak zâti kimlik ve şahsiyetiyle kendini olduğu gibi gösterememiş demektir. Kat’i hatlarla mülhitlerden ve mütemerritlerden farklılık arz eden bir mü’minin bütün davranışları, mülhit ve mütemerritleri kendi yanlış kıstasları içinde hep yanlış mülâhazalara sevk edecektir.
Mesela bir mü’min, Peygamberinin: “Kim bugün iman ederek ve sevabını Allah’tan bekleyerek burada savaşıp ölürse Cennet’e girer.” müjdesini duyup elindeki hurmaları atar ve: “Bunların eliyle ölmekle Cennet’e gireceksem bu canıma minnet.” diyerek hayatını istihkâr eder ve şehadete yürür.[4] Hayatı en mühim mesele sayan ve Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle bin sene ömür yaşamayı isteyen bir insanın,[5] hayatını istihkâr edip böylesine her şeyi elinin tersiyle iten bir zata sefih demesi kendince gayet normaldir.
Şimdi bir insan düşünün ki, çoluk çocuğunu kendi öz yurdunda bırakıyor ve bir sığıntı gibi başkalarının evine sığınıyor. Zamanında Yemen ve Şam ticaretiyle önemli imkânlara sahip olan bu insan, sığındığı o kimsenin bağında, bahçesinde bir işçi gibi çalışıyor. İşte böylesine akıl almaz fedakârlık ve sıkıntılara göğüs geren bir mü’minin bu durumunu gören münafıklar bu kişiye sefih diyorlar.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, mü’min ve münafıklar nazarında ölçüler çok farklı ve değer hükümleri de ayrı ayrı idi. Böyle olunca onlar kendi içlerinde sahabiye, normal görerek, –hâşâ– sefih diyebiliyorlardı. Vâkıa yer yer bunu izhar da ediyorlardı.
قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَۤاءُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ “Size karşı olan düşmanlıkları ağızlarından taşıp meydana çıkmaktadır; kalblerinin gizlediği düşmanlık ise daha büyüktür.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/118) âyeti bunu açıkça göstermektedir. Cenab-ı Hak da onların içlerindeki bu düşmanlığı أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ“İyi bilin ki, asıl sefih onlardır ama bilmiyorlar” âyetiyle açığa çıkartmakta ve onların karakterlerini ortaya koymaktadır.
İslâmî kaynaklarda Bakara sûresi 10-14. âyetlerin sebeb-i nüzulü olarak şu hâdise zikredilir: Abdullah İbn Übey adamlarıyla beraber bir gün yürürlerken Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Ali’ye rastlarlar. Abdullah İbn Übey yanındakilere: “Bakınız ben şu gelen sefihleri başımızdan nasıl savacağım.” şeklinde mırıldanır ve yaklaştıkları zaman hemen Hazreti Ebû Bekir’in elini tutar, ona “Merhaba Teymoğullarının efendisi, şeyhu’l-İslâm, Resûlullah’ın mağarada arkadaşı, kendini ve malını Resûlullah’a vermiş bulunan Hazreti Sıddık!” der; sonra Hazreti Ömer’in elini tutar, ona da, “Merhaba Adiyoğullarının efendisi, dininde kuvvetli, nefsini ve malını Resûlullah’ın yoluna adamış Hazreti Faruk!” diye riyada bulunur; sonra Hazreti Ali’nin elini tutar ve aynı riyakâr tavırla, “Merhaba Resûlullah’ın amca oğlu ve damadı, Resûlullah’tan sonra bütün Hâşimoğullarının efendisi!” sözleriyle alayına devam eder.
Bunun üzerine Hazreti Ali: “Abdullah, Allah’tan kork, münafıklık etme, çünkü münafıklar Allah’ın en kötü kullarıdır.” mukabelesinde bulunur. Abdullah İbn Übey de cevaben: “Sen ey Ebâ Hasen, benim hakkımda böyle mi düşünüyorsun? Allah’a yemin ederim, bizim imanımız sizin imanınız gibi ve bizim tasdikimiz de sizin tasdikiniz gibidir.” der ve ayrılırlar. Daha sonra arkadaşlarının yanına dönen Abdullah İbn Übey onlara: “Nasıl yaptığımı gördünüz değil mi? İşte siz de bunları her gördüğünüzde böyle yapınız.” talimatını verir, onlar da “Sağ ol, sen hayatta olduğun sürece seninleyiz.” diye onu pöhpöhlerler. Ebû Bekir, Ömer ve Ali (radıyallâhu anhüm) efendilerimiz de bunu Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) aktarınca ilgili âyetler nâzil olur.[6]
Âyetlerin sebeb-i nüzulü olarak bu hâdise zikredilse de mevzu itibarıyla mesele umumidir. İmanı kurtarma adına yapılan âlemşümul çalışmalar göz önüne alındığında günümüzde de birtakım hizmete adanmış kimselerin sefih nazarıyla ele alındıkları görülecektir. Yani tarihin hemen her devrinde bütün tazeliği ve nezahetiyle hak ve hakikat namına mücahedede bulunan kimselerin davranışları sefeh eseri olarak mütalâa edilmiş ve bu insanlara çok defa sefih nazarıyla bakılmıştır. Ancak, لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَأْتِيَهُمْ أَمْرُ اللهِ وَهُمْ ظَاهِرُونَ “Ümmetimden bir grup, hak üzerine kâim olmaktan asla geri kalmaz. Allah’ın emri (kıyamet) gelinceye dek onlar hep galiptirler.”[7] hadis-i şerifinin de işaret ettiği gibi kıyamet gününe kadar insanları hak ve hakikate çağıran mutlaka bir cemaat bulunacak ve bu cemaate sefih diyenler de olacaktır. Evet, Hazreti Âdem’le başlayan bu mücadele kıyamete kadar devam edecektir.
İşte Kur’ân-ı Kerim, bu husustaki hükmünü şöyle noktalamaktadır: أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ “Dikkat edin asıl sefihler onlardır; ama bunu bilemiyorlar.” Evet, münafıklara “İnsanların inandığı gibi inanın.” denilip yol gösterildiğinde onlar, “Sefihlerin inandığı gibi mi inanacağız!” demişlerdi. Bu hususa daha önce de değinmiştik. اَلنَّاسُ kelimesi, başındaki harf-i tarifle, o gün daha ziyade Müslüman saflarında bulunan inanan insanları akla getirmekteydi. Ancak bu اَلنَّاسُ ifadesinde şöyle bir mânâ da melhuzdur: “Siz de insansınız, onlar da insan. Daha evvel hep beraber bulunuyordunuz. Sonra insanlardan bir grup, sizin gibi küfürde kalmayıp iman ettiler ki, hâlâ da insandırlar. Sizin onlardan herhangi bir üstün yanınız yok. Öyle ise onların iman ettikleri gibi siz de iman ediniz.” Ayrıca bu kelimenin tercih edilmesinde, “İnsanlığınızın gereği olarak mesele ele alındığında sizin de iman etmeniz gerekecektir ve bunun insanlık adına tenkit edilecek bir tarafı da yoktur.” gibi bir mânâ da söz konusu olabilir.
أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ“Dikkat edin, asıl sefihler onlardır fakat bilmezler.” Evet onlar, her ne kadar mü’minlere sefih deseler de sefahatin ne olduğunu bilmemektedirler. Sefahet, bilmeye mütevakkıf bir meseledir. Daha önce de ifade edildiği gibi “sefih” lügat mânâsı itibarıyla “muhakemesi, re’yi, görüşü kısır olan kimse”, şer’i mânâsı itibarıyla da “aklın ve şer’in sınırlarına riayet etmeyen insan” demektir. Yani o, “sefil arzularını yaşayan, miskinlik içinde bulunan ve olumsuz alışkanlıkları olan kimse” mânâsına gelmektedir. Gerçi bazen yüzüne bakılmayan fakire, iltifat görmeyen zayıfa, ezilen mazlum kişilere de sefih denilmektedir ki bu da daha ziyade –Kur’ân-ı Kerim’in değişik yerlerinde ifade edildiği gibi– müşriklerce nebilere ittiba eden kimseler hakkında kullanılagelmiştir.
Mesela, Hazreti Nuh’a (aleyhisselâm) inanmayan kimseler: وَمَا نَرَاكَ اتَّبَعَكَ إِلَّا الَّذِينَ هُمْ أَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِ “Biz, içimizde ancak ayak takımının sana ittiba ettiğini görüyoruz.” (Hûd sûresi, 11/27) diyerek inanan insanları “erâzil (ayak takımı, toplumun en alt tabakası)” kelimesiyle vasıflandırmış ve “süfeha” kelimesinin yerine “erâzil” sözcüğünü kullanmışlardır. Az önce de geçtiği üzere “sefih”i anlama ilme bağlıdır. İlim ise insanın kendi nefsini bilmesinden başlar; başlar da insan, kendini tanımanın ışığı altında hakka, irfana ve onun neticesinde de Cennet ve cemalullaha ulaşır. Kendini bilemeyen insanlar ise, Yunus’un
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır!
ifadelerinde de olduğu gibi, Allah’ı da bilemeyeceklerdir. Nitekim başka bir âyette de, نَسُوا اللهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara nefislerini unutturdu.” (Haşir sûresi, 59/19) buyrulur. Bu iki esas arasında telâzum olduğu söylenebilir.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, münafıkların söyledikleri sözlerde bir ilmî gerçeklik bulunmamaktadır. İşte Kur’ân-ı Kerim de bu âyetteki fezlekeyle bize bunu göstermektedir. Nitekim bu siyakta geçen âyetlerde evvela مَا يَشْعُرُونَ “Farkında değiller”, ikinci olarak لَا يَشْعُرُونَ “Farkında değiller ve olmayacaklar”, üçüncü olarak da لَا يَعْلَمُونَ “Bilmiyorlar” denilmektedir ki, bundan anlaşılan da şudur: Münafıkların, şu anda gözlerinin önünde olup bitenlere kat’iyen şuurları taalluk etmemektedir. Burada مَا “nefy-i hâl” içindir, yani hâl-i hazırda bir şeyin (burada şuurun) olmadığını ifade eder. Sonraki âyetin sonunda ise “nefy-i istikbal (bir şeyin gelecekte olmaması)” ifade eden لَا ile لَا يَشْعُرُونَ denilmektedir. Zira مَا يَشْعُرُونَ ile ifade edilenler, لَا يَشْعُرُونَ olma yolundadırlar. Evet, bunlar, şuuren şu anda olup bitenleri kavrayamadıkları gibi istikbale ait meseleleri de kavrayamayacaklardır. Zira şuur, akla malzeme hazırlayan bir güçtür. Münafıklar aklî meselelerde bir durağanlık yaşadıkları için, tamamen ilmî bir mesele olan sefahat sözcüğüne sığınıp onunla başkalarına çamur atmaları kendi bilgisizliklerini göstermektedir.
Bundan da anlaşılan şudur ki onlar, bilinecek şeyleri bilmemektedirler hatta bilmediklerini dahi bilmemektedirler. Dolayısıyla da bir türlü bu mürekkeb (katmerli) cehaletten kurtulamamaktadırlar; kurtulamamaktadırlar, zira onlar kendilerini biliyor zannetmektedirler. Evet insan, bir şeyi bilmiyorsa onun cehaleti bir cehl-i basit, şayet bilmediğini dahi bilmiyorsa bir cehl-i mürekkeb; ve eğer bir şey bilmediği hâlde biliyor iddiasında ise bu da bir cehl-i mük’abtır (üç boyutlu). Evet bunlardan biri tek buudlu basit cehalet, ikincisi iki buudlu mürekkeb cehalet, üçüncüsü ise üç buudlu mük’ab bir cehalettir. İşte burada لَا يَشْعُرُونَ ifadesi münafığın böylesine muzaaf (kat kat) bir bilgisizlik içinde olduğunu işaretlemektedir.
Münafıklar ve bir kısım Ehl-i Kitap –insaflı olanlar müstesna– bu kategori içinde mütalâa edilegelmişlerdir. O gün ortada yeni bir mesaj ve bu dinin temsilcisi etrafında toplanmış, önceleri az ama zaman geçtikçe çığ gibi gelişen, büyüyen aydınlık bir kitle vardı. Onlar bunu hiç anlayamıyor ve sindiremiyorlardı. Gerçi azıcık basiretleri olsaydı ve kendi vicdanlarına, vicdanî müktesebatlarına dönüp baksalardı daha farklı davranacaklardı ve hem Tevrat’ın hem de İncil’in bir Nebi-yi Ümmî’den haber verdiğini göreceklerdi. Esasen onlar, böyle bir peygamberin kendi çevrelerinde zuhur edeceğini çok iyi biliyorlardı. Nitekim Hazreti Mesih’ten sonra o devre kadar Resûl-i Ekrem gibi şânı yüce, fezâil ve meârif âbidesi bir zatın zuhur ettiğine de hiç şahit olmamışlardı. Eğer onlar birazcık olsun vicdan ve iz’an sahibi olsalardı Resûl-i Ekrem’in o işaret edilen peygamber olduğunu hemen anlayacaklardı. Ne var ki, bu kadarcık olsun dönüp vicdanlarına bakmıyorlardı. Onun için de bir türlü tereddütten kurtulamıyorlardı. Aslında, âhir zamanda gelecek Nebi’nin ahiret hakkında tafsilat vereceğini kitaplarında da görüyorlardı ama içlerindeki kin ve haset böyle bir şeyi kabule fırsat vermiyordu. Bundan anlaşılan şu idi ki, bunlar, esasen yanıltmayan bir şuura, bir akla ve bir ilme sahip değillerdi, bundan dolayı da gözlerinin önünde olup biten bu gerçekleri göremiyorlardı.
Bu itibarla لَا يَعْلَمُونَ kelimesi, “Onlar, size sefih dediler. Aslında onların kendileri şuursuz, aklı olmayan ve aynı zamanda ilimsiz kimselerdir.” şeklinde Efendimiz’e ve mü’minlere yönelik bir teselli mânâsı ifade etmektedir. Bir diğer yönden burada şöyle bir şey anlamak da mümkündür: “Onlar şuursuz, akılsız ve ilimsiz kimselerdi. İslâm ise, şuur, akıl, fikir ve ilim üzerine müesses bir dindir. Müslüman olarak ancak bunları mü’minler bilebilirler. Öyleyse, onlarda olmasa da sizin meselelerinizin temelinde şuur, akıl, fikir ve ilim vardır.”
* * *
وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُوا اٰمَنَّا وَإِذَا خَلَوْا إِلٰى شَيَاطِينِهِمْ قَالُۤوا إِنَّا مَعَكُمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ
“Bunlar iman edenlerle karşılaştıkları vakit, ‘Biz de mü’miniz.’ derler. Fakat şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da: ‘Emin olun biz sizinle beraberiz, sadece onlarla alay ediyoruz.’ derler.”
[1] el-Vâhidî, Tefsîru’l-Vâhidî 1/93.
[2] Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun: Hayatı ve Şahsiyeti s. 182.
[3] Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/68, 71.
[4] Buhârî, meğâzî 17; Müslim, imâret 143.
[5] Bkz.: Bakara sûresi, 2/96.
[6] es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 1/155.
[7] Buhârî, i’tisâm 10; Müslim, imâret 171.
- tarihinde hazırlandı.