Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (2-4. âyetler)
Buraya kadar müfredat üzerinde yapmış olduğumuz izahlardan sonra şimdi de aynı kelimeleri dar bir çerçevede belâgat açısından ele almak istiyoruz.
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesindeki هُدًى kelimesi, هَدَى – يَهْدِي’den masdardır. Binaenaleyh هُدًى, bu yönüyle هَادٍ kelimesinin ifade ettiği mânâdan çok daha derin bir mânâya delâlet etmektedir. Zira هُدًى ifadesinde “mahz-ı hidayet” mânâsı vardır. اَلْمُتَّقِينَ kelimesi, yukarıda da ifade edildiği gibi وَقَى – يَقِي kökünden türemiş olup iftiâl babından اِتَّقَى fiilinin ism-i fâilinin çoğuludur. Bu şekliyle هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesi, devam ve sebata delâlet etmektedir ve “içinde hiçbir şüphe ve tereddüt bulunmayan o kitap, daima şirk, küfür, dalâlet, günah ve mâsivâdan sakınan ve uzak duranlar için hidayetin ta kendisidir” mânâsına gelmektedir. Dolayısıyla, sakınma ve uzak durmada eksiklik olduğu zaman, hidayette de aynı eksikliğin olacağı nüktesi ortaya çıkmaktadır. İşte Kur’ân-ı Kerim, hayatlarını böylesine bir takva ve ihsan atmosferinde geçirenler için sırf hidayettir.
لَا رَيْبَ فِيهِ sözüne dikkat edilecek olursa هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ile aralarında sıkı bir irtibatın bulunduğu açıkça görülecektir. Zira Kur’ân’ın iç derinlik ve ledünniyatı tetkik edilerek mânâsına nüfuz edildiğinde, onda en ufak bir şüphe ve tereddüdün olmadığı açık-seçik ortaya çıkacaktır. Binaenaleyh “ittikâ”da devamlı olan bir insan, içinde hiçbir şüphe ve tereddüt olmayan Kur’ân-ı Kerim’den istifade edecek ve Kur’ân-ı Kerim de o müttaki için bir mahz-ı hidayet olacaktır.
Burada هُدًى kelimesinin sonunda bir de tenvin vardır. Tenvin ise tenkîr içindir ve kâfirlerin ve çirkin şeylerin bahis mevzuu olduğu yerde tahkir, mü’minlerin ve güzelliklerin bahis mevzuu olduğu yerde de tazim ifade eder. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’de söz konusu olan bir güzellik olduğu için, nekre bir kelime olan هُدًى kelimesi tazim ifade eder. Dolayısıyla mânâ, “O Kitap, müttakiler için çok muazzam bir hidayettir ve onlar, kendileri için bir mahz-ı hidayet olan o Kitap’tan azamî derecede istifade ederler.” şeklinde olur. Kur’ân-ı Kerim’in değişik yerlerinde geçen هُدًى لِلنَّاسِ ifadesindeki tenvinde bir tahkir (azlık, küçüklük) mânâsı mülâhaza edilecek olursa, bir bakıma “Kâfir dahi o Kitap’tan bir nebze de olsa istifade edebilir.” anlamı taşır.
Şimdi de هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesinin kendisinden önce geçen âyetlerle münasebetine bakmaya çalışalım:
الٓمٓ, Kur’ân-ı Kerim’in haysiyet-i ezeliyesi noktasına bakmaktadır. Yani bu ilâhî kelâm, bir kısım sır ve remizlerle dopdolu bir mesajdır. ذٰلِكَ الْكِتَابُ insanın içinde hayret ve dehşet uyaran الٓمٓ ile hâsıl olan mânânın görünürdeki gerçeklerini anlatmaktadır. لَا رَيْبَ فِيهِ Kur’ân’ın kendine has zenginliğini ve ilmî, ahlâkî özelliğini işaretlemektedir. Yani o Kitap, her türlü şüphe ve tereddütten münezzeh, mukaddes ve müberrâ bir kitaptır. Onda ne aklî ne fikrî ne de amelî herhangi bir şüphe söz konusu değildir.
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ise Kur’ân’ın nâzil oluş hikmetini ve pratikteki gayesini ifade etmektedir. Zira onun nüzul sebebi, insanları, hususiyle de bunlar içinde müttakileri, rüşd ve hidayete ulaştırmaktır. Öyleyse Kur’ân, insanların hidayete kavuşmaları için anlatılmalı ve hakikatleri tedebbüre tâbi tutulmalıdır: Onun için الٓمٓ’den هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’e kadar gelen ifadelerin hepsi bir fasıl hâlinde gelmiştir. Yani aralarına atıf vavı koyarak الٓم، (وَ)ذٰلِكَ الْكِتَابُ، (وَ)لَا رَيْبَ فِيهِ، (وَ)هُدًى لِلْمُتَّقِينَ demeye gerek duyulmamıştır. Çünkü, yukarıda da ifade edildiği gibi, tek bir hakikat olan Kur’ân-ı Kerim’in güzelliğini, azamet ve ihtişamını anlatmada الٓمٓ, onun haysiyet-i ezeliyesine; ذٰلِكَ الْكِتَابُ, meşhudât ve mahsüsâtına; لَا رَيْبَ فِيهِ onun kendisine has ve ayrılmaz bir özelliği olarak her türlü şüphe ve tereddütten uzak bulunduğuna; هُدًى لِلْمُتَّقِينَ de onun nüzulünün esas gaye ve hedefine bakmaktadır. İnsanların rüşd ve hidayeti bir tek hakikat olduğu için, Kur’ân aralarına atıf vavı koyarak bu ifadeleri parçalara bölmemiştir.
Evet, şimdiye kadar yapılan izahlardan anlaşılacağı üzere هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesiyle Kur’ân’ın, hem mü’min hem de ihlas ve ihsan ufkunu yakalayan kutlular için sırf hidayet kaynağı olduğu hatırlatılmaktadır. Gerçi tâbiîn imamlarından bazıları “müttakîn”in mânâsını اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ “Görmedikleri âleme inananlar.” ferman-ı sübhânisiyle yorumlamışlardır ama o, bizim mülâhazalarımız üstünde bir tevcihtir.
Burada, “baştan beri izah edilmeye çalışılan “müttakiler”in kimler olduğu, onlar üzerinde bu kadar geniş ve derince durmadan anlaşılamaz mı?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Böyle bir soruya bizzat Kur’ân, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’den هُمُ الْمُفْلِحُونَ’a kadar olan âyetlerle cevap vermektedir:
Evet, اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ifadesine, “O müttakiler ki, gıyaben inanırlar” veya “gaybî hakikatlere inanırlar.” şeklinde bir mânâ vermek mümkündür.
اَلْغَيْب kelimesi غَابَ – يَغِيبُ’den masdar olup, başka yerde bulunmak, hazırda olmamak, göz önünde bulunmamak mânâsına gelmektedir. “Gaybet” ve “gıyâb” da aynı mânâdadır. Aynı zamanda bu kelime, هُدًى’de olduğu gibi, masdar olduğu hâlde ism-i fâil mânâsında kullanılmıştır ve “gâib: göz önünde bulunmayan” anlamına da gelmektedir. Ancak ileride de izah edileceği üzere يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ifadesindeki اَلْغَيْب kelimesine ism-i fâil olarak “gâib” mânâsı vermek, kanaat-i âcizânemce çok uygun değil gibidir. Binaenaleyh يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ cümlesine “Gayb’a iman ederler.” veya “Gıyaben iman ederler.” şeklinde bir mânâ vermek daha uygun olsa gerek. Hatta bir zaviyeden “Gıyaben iman ederler.” sözü de tenkit edilebilir. Zira bugün bir kısım ilim ve bilim çevrelerince insanların, sadece duyu organlarıyla algıladıkları ve tecrübe alanlarına giren şeylere iman etmeleri gerektiği iddia edilmektedir. Hâlbuki duyu organları ve tecrübeler, kat’iyen imanın rüknü olamazlar. Dolayısıyla “Ben, sadece elle tutulan, gözle görülen, kulakla işitilen ve laboratuvar tecrübeleri neticesinde elde ettiğim malumata inanırım.” diyen bir kişi, imanı asıl mânâsıyla anlayamamış demektir. Onun için âyet-i kerimede يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ buyrularak, müttakilerin, iman edilmesi gereken hakikatlere hem aklen hem de kalben inanmalarının esas olduğu vurgulanmış olmaktadır.
Dolayısıyla o takva erleri, sadece gözlerinin gördüğü “meşhûdât”a inanmazlar. Âlem-i şehadet ve âlem-i mahsüsât denilen maddî âlemi, vicdanları ile “şuhûd-u Hak” arasında bir berzah kabul eder ve bu âlem-i şehadet silinmeden şuhûd-u Hakk’a vâsıl olamayacaklarına inanırlar. Bunun içindir ki ehl-i tahkik, genellikle âlem-i şehadetin kıstaslarına itibar etmemiş ve gayb âlemine ait gördükleri temessülâtı da bu âlemin ölçüleriyle değerlendirmemişlerdir. Aksine onlar, bu âlemdeki bütün müşâhedelerini öbür âlemin kıstaslarıyla ölçüp biçmiş, ona göre bir hükme varmışlardır. Vicdan kahramanları, bu âlemi, öteki ve hakiki âlemin bir gölgesi saymış, hatta bunlardan bazıları, onu zevk-i ruhanî için bir gölge şeklinde duyup hissetmiş; bazıları da kendilerini ve o âlemi tamamen fenâ-i mutlak içinde bir fâni veya adem-i mutlak içinde bir mâdum-u izafî görmüşlerdir.
Bu konuda esas olan Ehl-i Sünnet’in görüşü ise, حَقَائِقُ الْأَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ “Eşyanın hakikatleri (vücudu, mevcudiyeti) sabittir.”[1] şeklindedir. Yani hangi mânâda olursa olsun kâinatın mevcudiyeti bir gerçektir, fakat her şeyin varlığı, Allah’ın (celle celâluhu) vücuduyla (mevcudiyetiyle) kâimdir. Bu itibarla da mahlûkatın varlığı zıllî (gölge mahiyetinde) bir varlıktır. Bununla beraber bu varlığın, Cenab‑ı Vacibu’l-Vücud’la kâim olup, O’nun vücuduna nispeten zayıf bir gölge mahiyetinde olması ve O’nu düşünmeden bunlara hakiki bir vücud verme imkânının bulunmaması itibarıyla, onlara bir değer atfedilmemesi, bir hakikate karşı hürmetsizlik değil, aksine o büyük hakikate karşı hürmetin ifadesi sayılmıştır.
Bir kısım ehl-i tahkik, gözle gördükleri âlemdeki değişik temessülâtı, rüya ve hayal saymış ve bunları birer gölge olarak değerlendirmişlerdir. Hatta onların bazıları, sekr hâlinde müşâhede ettikleri âlemleri asıl âlem ve hakâik-i eşya kabul etmiş, dolayısıyla da o âlemde gördüklerinin tevilini yapma lüzumu duymamış; duymamış ve bu âlemi, o âlemin kıstaslarına göre tevil etmişlerdir. Her ne kadar onların bu yaklaşımları, ilk bakışta bir mübalağa ve mugalata gibi görünse de, şu bir gerçektir ki, âlem-i şehadet, âlem-i gayb üzerinde tenteneli bir perdedir ve hakiki âlem de ötelerdeki âlemdir.
İşte اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ifadeleriyle vasıfları anlatılan o müttakiler, vicdanlarıyla şuhûd-u Hak arasında bulunan bu perdeleri aşarak, meselenin özünü, tenteneli o perdenin ötesinde duydukları vech ile ifade etmek istemişlerdir. Yani onlar, otların bitmesi, çiçeklerin açması ve ağaçların meyve vermesi.. gibi, kâinatta baş döndürücü bir ahenkle cereyan ve deveran eden hâdiseleri görmüş ama her zaman bunların gösterdiği şeylerin arkasındaki hakikatlere inanmışlardır. Bu kutlular zümresine dâhil olmak isteyenlerin karşılarına gözlerle görülebilen, kulaklarla işitilebilen ne tür hakikatler çıkarsa çıksın ve bu hakikatler, birbirinden ne kadar ince, derin ve ledünnî olursa olsun, onlar gözleriyle ya da teleskop veya mikroskoplarla görebilecekleri hakikatlerin ötesinde en büyük hakikati arar ve akıllarıyla değerlendirip, vicdanlarıyla buna ermeye çalışırlar. Zira onlara göre yegâne hakiki vücud ve hakiki varlık O’dur. Hakikat-âşina pek çok ehl-i tahkik, araştırmaları neticesinde, kâinatta hakiki hiçbir şeyin olmadığını, hakiki hakikatin esmâ-i ilâhiye, sıfât-ı sübhâniye ve Zât-ı ilâhiye olduğunu söylemişlerdir. Hatta bu mevzuda daha da derinleşenler, bir bakıma esmâ-i ilâhiyede sıfât-ı ilâhiyenin gölgelerini görmüş, onlara dahi hakiki vücut vermek istememişlerdir.
Daha sonra وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ “(O müttakiler) namazı tam îfâ ederler ve dosdoğru kılarlar.” ifadesiyle müttakilerin bir başka vasfı olan “namaz kılma”ya dikkat çekilmekte ve bu ifade, اَلْمُتَّقِينَ sözünün sıfatı ilk cümle olan يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ üzerine atfedilmektedir. Buradan da “amelin imandan bir cüz olmadığı” anlaşılmaktadır. Çünkü namaz kılmak imandan bir cüz olsaydı kendi üzerine atfedilmiş olacağından وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ, cümlesi يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ üzerine atfedilmezdi. Birbiri üzerine atfedildiğine göre iman ile amel birbirinden farklı, fakat birbiri üzerine atfedilecek cinsten şeylerdir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), اَلْإِيمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ –وَفِي رِوَايَةٍ بِضْعٌ وَسِتُّونَ– شُعْبَةً وَالْحَيَاءُ شُعْبَةٌ مِنَ الْإِيمَانِ “İman, yetmiş küsur –bir rivayette de altmış küsur– şubedir. Haya da imandan bir şubedir.”[2] buyurmuştur. Başka bir rivayette ise şu ziyâde vardır: فَأَفْضَلُهَا قَوْلُ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ وَأَدْنَاهَا إِمَاطَةُ الْأَذَى عَنِ الطَّرِيقِ “Bu şubelerden en üstünü ‘Lâ ilâhe illallah’ sözüdür, en aşağı mertebede olanı da yolda bulunan rahatsız edici bir şeyi kenara itmektir.”[3]
Peygamberimiz bu hadis-i şerifinde hayâyı, Lâ ilâhe illallah demeyi ve yolda bulunan rahatsız edici bir şeyi bertaraf etmeyi imandan birer şube olarak zikretmektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki amel, imana dâhil değil, bir anlamda onun şubelerindendir. Gerçi iman ile amel birbirinden farklı şeyler olsa da amel, bir sarayın müştemilâtı gibi, imanın teferruatından sayılmıştır. Tabiri caizse iman, evvela o sarayın, sâniyen içteki tefrişat ve dekorasyonunun plân ve projesi; amel ise bu projenin tamamen şeklî yönüdür. İşte iman ile amel arasında böylesine sıkı bir irtibat vardır. Onun için وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesi اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ üzerine atfedilmiştir.
إِقَامَة kelimesi kök itibarıyla, ayakta durmak, bir işin başında bulunmak ve bir işe vaziyet etmek mânâlarına gelen قِيَام kökünden, if’âl bâbında masdardır ve bir şeyi kaldırıp doğrultmak, düzeltmek, şekil vermek, olması gerekli olan hüviyete irca etmek, bir şeyin îfâsına ihtimam göstermek ve bir vazifeyi yaparken çevik-çavak olmak gibi mânâlara gelmektedir. Bazılarının aklına “وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ yerine يُصَلُّونَ de denilebilirdi.” şeklinde bir düşünce gelebilir. Ne var ki, يُصَلُّونَ kelimesi, يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ibaresinin ihtiva ettiği mânâları ifade etmemektedir. Onun için, âyet-i kerimede daha kısa bir tabir olan يُصَلُّونَ yerine, bir bakıma itnâb yapılarak söz uzatılmış ve يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesi seçilerek kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, namaz hakkında صَلَّى fiili de kullanılmakla beraber daha çok “ikame-i salât” benzeri kalıplar kullanılmış, bazen de namazın haysiyetinin ve ona karşı hudû, huşû, saygı ve edebin muhafazasını işaretleme babından حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ[4] ve اَلَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ[5] buyrulmuştur ve görüldüğü gibi bunlar belli hususiyetler ifade eden beyanlardır.
اَلصَّلَاةَ kelimesi ile إِقَامَة kelimesi arasında böylesine ciddi bir irtibat söz konusudur. Evet, Kur’ân-ı Kerim’in, kelimeleri hassasiyetle seçip yerli yerinde kullanması ona has bir keyfiyettir.
Örf-i şer’îde “salât”, “namaz” mânâsına gelmektedir. Bir diğer mânâsıyla, “Allah’tan rahmet, meleklerden istiğfar, mü’minlerden de dua” anlamınadır. Yani salât, kulların Allah’a karşı yaptıkları dua, meleklerin kullar hakkında yaptıkları istiğfar, Allah’ın da mü’minler hakkında merhametinin ifadesidir.
Arapça’da الصَّلَا kelimesi, kalça kısmına verilen addır. صَلَّى ise, “vücudunun o kısmını hareket ettirdi” demektir. Rükûda, secdede o kısım hareket ettiği için namazı ifadede bu kelime kullanılmıştır. Bunun benzeri كَفَّرَ fiilidir. “Kâfire”, kalçadaki kaba etin ismidir. Yahudiler birbirlerine selam verip saygılarını ifade ederlerken başlarını eğer, hafif bir şekilde bellerini kırarak reverans yapar ve sonra kalçalarını hareket ettirip doğrulurlardı ki, Araplar bu durumu ifade için كَفَّرَ الْيَهُودِيُّ “Yahudi mezkûr hareketi yaptı.” derlerdi. Bu şekilde “iki uyluğu hareket ettirme” mânâsına صَلَّى, namazdaki rükû ve secdelerde yapıldığı gibi bizim “belini eğmek” dediğimiz mânâda kullanılırdı. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Araplar hem Yahudilerin baş ve belleriyle yaptıkları selam şeklini hem de yerlere eğilip eli hareket ettirerek verdikleri selam şeklini biliyorlardı.
Evet, lügat itibarıyla, dua ve niyazda bulunmak ve ayrıca beden ile yukarıda tasvir edildiği şekilde hareket etmek mânâlarına gelen اَلصَّلَاةَ kelimesi İslâm’da, Kur’ân’ın emrettiği ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarif buyurduğu şekilde kıyam, kıraat, rükû, sücûd gibi bir takım kalb, dil ve bedene ait fiillerle, hususi esaslardan oluşan ibadetin adıdır. Bu itibarla Kur’ân-ı Kerim, وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesinde özellikle “salât” kelimesini seçerek kullanmıştır. Zira, salât kelimesinin yerini burada başka hiçbir kelime dolduramaz. Bunun için mânâ, ne يُقِيمُونَ الْعِبَادَةَ ne يُقِيمُونَ مَا فَرَضَ اللهُ عَلَيْهِمْ ne de sadece يُصَلُّونَ ile değil de وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ile ifade edilmiştir.
Evet, إِقَامَة kökünden gelen يُقِيمُونَ kelimesi, iç ve dış dinamiklerle bir işe fevkalâde derecede ihtimam gösterip, onu hakkıyla ikâme etmeyi; اَلصَّلَاةَ kelimesi de kalbin Allah’a karşı haşyetle, saygıyla dopdolu bulunmasını, lisanın bunu dile getirmesini ve aynı zamanda insanın da bunu rükû, sücûd ve kâde gibi malum hareketlerle yerine getirmesini ifade etmektedir. Binaenaleyh وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ “Onlar vücutlarını Allah’ın istediği, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendilerine tarif edip fiilen gösterdiği şekilde hareket ettirerek, değişik pozisyonlara girmek suretiyle, Allah’ın onlardan ikâmesini istediği ibadeti en mükemmel şekilde yerine getirme hususunda ihtimam gösterir ve hudû, huşû ve saygıyla onu eda ederler.” mânâsına gelmektedir.
Namazda, emre esas teşkil etmese de, bir çeşit fizikî ve bedenî eğitim de söz konusudur. Ne var ki, صَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي “Namaz kılarken Beni gördüğünüz gibi namaz kılınız.”[6] hadis-i şerifinden anlaşıldığı üzere yapılan ibadetin Allah katında makbul olabilmesi ve kişiye sevap kazandırabilmesi için hem kalbin Allah’a karşı haşyet, hudû ve saygıyla dopdolu bulunması hem de davranışların, Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikâme adına tarif edip gösterdiği şekle uygun îfâ edilmesi gerekmektedir. Zira insan namaz kılarken kalbi haşyet, huşû ve saygıyla çarpmıyorsa, zâhiren namazını kılmış ve borcundan kurtulmuş olsa da kâmil mânâda namazını eda etmiş sayılmaz ve iç-dış erkânına riayet edilerek kılınan namazdan hâsıl olacak sevabı alamaz. Aynen onun gibi kişi, o ibadeti en zor bedenî hareketlerle yerine getirse de, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarif edip gösterdiği şekle uygun değilse kâmil mânâda namazını eda etmiş olmaz ve ondan beklenen engin sevabı da elde edemez. Evet, namazda, ilâhî lütuf olarak bedeni sağlıklı tutacak bir kısım fizikî hareketlerin yapılması emredilmiş olsa bile, kişi namazını eda ederken bunları maksat edinmemelidir.
اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدِّينِ “Namaz, dinin direğidir.”[7] hadis-i şerifi, namazın dindeki ehemmiyetini göstermesi adına çok mânidardır. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu beyanıyla, dini yüksek bir binaya, namazı da onun dayandığı bir sütun veya bir kaideye benzetmektedir. Hatta hadis kriterleri açısından tenkit edilse de bu hadisin devamında مَنْ أَقَامَهَا فَقَدْ أَقَامَ الدِّينَ وَمَنْ تَرَكَهَا فَقَدْ هَدَمَ الدِّينَ “Namazı dosdoğru ikâme eden kişi, dini ikâme etmiş, onu (terk edip) yıkan kişi de dini yıkmış olur.”[8] buyrulmaktadır ki, بَيْنَ الْعَبْدِ وَبَيْنَ الْكُفْرِ تَرْكُ الصَّلَاةِ “Kul ile küfür arasındaki perde, namazın terkidir.”[9] hadis‑i şerifi bu mânâyı teyit etmektedir.
Evet, namaz terk edildiğinde, küfürle insan arasında artık herhangi bir perde kalmamıştır ve insan âdeta kâfir görüntüsü sergiliyor demektir. Onun için imanın dil ile ikrar edilmesinin alâmeti olarak, يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ’ın arkasından şeâirin en büyüğü sayılan namazın zikredilmesi çok mânidardır. İnsan, imanını diliyle ikrar etmese de namaz kılması onun hakiki mü’min olduğunun daha açık bir alâmetidir. Çünkü şeâir (İslâm’a ait âdet, işaret ve kaideler), fiilen Allah’ı ilandan ibarettir. Onun için imanın hemen arkasından ehemmiyetine binaen şeâirin en büyüğü kabul edilen namaz zikredilmiştir.
Namaz, hem kalbî hem de bedenî bir ameldir. Onun için, burada kalbe mahsus bir amel olan imandan, o imanın pratik hayattaki yansımaları olan amellere geçilirken, bu amellerin en başında, –o da çok önemli olmasına rağmen, malî bir ibadet olan– zekâttan önce وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesiyle “namazın ikâmesi” zikredilmiştir ki burada konu ile alâkalı bir hususa bilhassa dikkatlerinizi çekmek isterim: وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesiyle kişinin namazını ikâme ederken hem o vakitteki namazının başından sonuna kadar hem de hayatı boyunca kılacağı bütün namazlarında aynı iç duruluğunu, içten saygısını ve haşyetini devam ettirmesinin önemi işaretlenmektedir.
Zekâtta ise böyle bir durum mevzubahis değildir. Zira kişi bir an içinde niyet edip zekâtını verdiğinde bu mükellefiyet yerine getirilmiş olur da daha sonra o kişinin aklından ne geçerse geçsin niyetine zarar vermez. Hâlbuki huşûun, namazın bütün rükünlerine şamil olması gerekir. Bunun için tâdil-i erkâna riayet, Şafiî mezhebine göre farz, Hanefi mezhebine göre ise vaciptir. Hatta Hanefi ulemasından bazıları da tâdil-i erkânın farz olduğunu söylemişlerdir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, –tâdil-i erkân ister farz, isterse vacip olsun– namazın bütün rükünlerinde, namazın ikâmesinin ruhunda anlatılmak istenen saygı, haşyet ve huşûun hâkim olması önemli bir esastır.
Öyleyse nasıl ki bir insan imandan ayrıldığı zaman kâfir olur hatta kalbin bir an tasdikten uzak kalması küfür emaresi sayılır; namazın herhangi bir rüknü de, onun ikâmesinin ifadesi olan saygı, haşyet ve huşûdan uzak kaldığı zaman bir mânâda namaz nâkıs sayılır. Aslında mesele dil açısından ele alındığında da وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ’nin bunu çok açık bir şekilde anlattığı görülecektir. Zira وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesindeki يُقِيمُونَ fiili, muzâri sigasıyla gelmiştir. Muzâri sigası, teceddüde ve geniş zamana delâlet eder; buna göre, o şahıs gelecekte de kılacağı bütün namazları âdeta bir sinema şeridi gibi zihninde canlandırır ve kendisini mütemadiyen namazı ikâme ediyor olma ruh hâleti içinde müşâhede eder. Bu da Kur’ân’ın bu husustaki enfes tasviridir. Bu itibarla da وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ, “Namazı daima dosdoğru ikâme ederler.” mânâsına gelmektedir. Cenab-ı Hak bizleri namazı tastamam ikâme etmeye muvaffak kılsın. Amin..!
* * *
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Nezd-i ulûhiyetimizden onlara rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.”
Buradaki مِمَّا; مِنْ ile مَا’nın idğamlı hâlidir. Malum olduğu üzere مِنْ, teb’iz (bir şeyin bir kısmını zikretme) ifade eder ve burada infakın Cenab-ı Hak tarafından verilen rızkın bir kısmından olacağını işaretler. مَا ise, eski Türkçede “nesne”, günümüzde daha yaygın olarak kullanıldığı şekliyle “şey” mânâsına gelir ve daha ziyade “akıl sahibi olmayan şeyler (nesneler)” için kullanılır. Arapçada akıl sahibi varlıklar için مَنْ kelimesi kullanılır ki, “kimse” mânâsına gelmektedir.
“Rızık”, lügat itibarıyla haz, nasip, pay; ıstılahî mânâsı açısından ise Cenab-ı Hakk’ın canlılara faydalanmaları için ihsan ve lütfettiği her şey mânâsına gelmektedir. Ehl-i Sünnet’e göre, rızkın ıstılahî mânâsı, lügat mânâsıyla aynıdır. Ancak, Mutezile, haramın rızık olmadığı kanaatindedir. Mutezile’nin bu kanaati, Ehl-i Sünnet akidesine ters olduğu gibi, kâinatta câri olan kanunlara da aykırıdır. Binaenaleyh yukarıda da ifade edildiği gibi rızık, bütün canlılara faydalanmaları üzere bahşedilen nesne veya nesneler olduğu için, bu anlamdaki rızka, hayvanların, hatta ağaçların istifade ettiği şeylerin hepsi dâhildir. Hâlbuki hayvanlar için helâl ve haram meselesi söz konusu değildir. Eğer harama “rızık değildir” denilecek olursa, bu takdirde “Mütemadiyen haram yiyen kimseler, hiç rızık yemiyorlar.” türünden gayr-i makûl bir hüküm ortaya çıkar. Buna mukabil Ehl-i Sünnet, rızkı, “helâl rızık-haram rızık” şeklinde ikiye ayırır.
Ayrıca rızık, zevce ve çocuk gibi nimetleri de içine alan şümullü bir mânâ ifade etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, huri, gılmân ve evlat gibi nimetlerin verilişini birer rızık olarak anlatmaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, rızık sadece mala has olmayıp canlıların istifade ettikleri her şeyi ihtiva etmektedir.
“İnfak, nafaka verme, sarf etme, harcama ve malın elden çıkarılması” anlamındadır. Tıpkı rızık gibi infak da oldukça şümullü bir mânâ ifade eder. Evet infak, hakiki mânâsıyla malı, mecazi mânâsıyla malın dışındaki şeyleri de içine alır. Zaten اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ âyet-i kerimesinin kelimeleri arasında, anlatmak istediği hakikat etrafında bir “tecâvüb” (birbirinin ihtiyacına cevap verme) vardır ve kelimelerin heyet-i umumiyesi, âdeta bir koordinasyon içindelermiş gibi bir keyfiyet arz eder. Âyet-i kerimedeki infakı ifade eden يُنْفِقُونَ kelimesinin, mânâ itibarıyla hem hâle (şimdiki zamana) hem de geleceğe delâlet eden muzâri sigasında gelmesi ve kelimenin mânâsının şümulü, infakın maldan olabileceği gibi sıhhat, ilim, fikir, düşünce, hatta başkalarını harekete geçirecek müspet bir hareket... gibi diğer şeylerden de olabileceğine işaret etmektedir. İnsanın hoşuna giden ve muhtaç olduğu şeyleri, hoşuna gitmesine ve ihtiyacına rağmen başkalarına vermesi mânâsına gelen “îsâr” da bir nevi infaktır.
Evet, infak edilecek şeylerin başında şüphesiz “zekât malları” gelmekle beraber, umumi mânâda infak çok şümullüdür ve zekâtın dışındaki ihsanları da ihtiva etmektedir. Nitekim Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ فِي الْمَالِ لَحَقًّا سِوَى الزَّكَاةِ “Malda şüphesiz zekâttan başka da hak vardır.”[10] hadis-i şerifleriyle bu hakikati ifade buyurmak istemişlerdir. İşte bu umumi mânâdaki infak, Kur’ân-ı Kerim’de: يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلْ مَۤا أَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللهَ بِه عَلِيمٌ “Sana Allah yolunda kimlere ve ne harcayacaklarını sorarlar. De ki: İnfak edeceğiniz mal ana-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış garipleredir. Hayır olarak daha ne yaparsanız Allah muhakkak onu bilir.”[11] âyet-i kerimesiyle açıklanmıştır. Fakat وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Kendilerine mutlak olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.” ifadesinin umumi olmasıyla, infakın sadece maldan değil, başka şeylerden de olabileceği hatırlatılmaktadır.
Evet, yukarıda da ifade edildiği gibi namaz, din binasının direğidir. Akideye, bedenî ve malî ibadetlere benzemesi ve kalbin huşû ve hudûunu ifade etmesi... gibi değişik yönleriyle namaz câmi bir ibadettir. Onun için namaza bütün ibadetlerin fihristi nazarıyla bakılmıştır. Bu itibarla o, “mü’minin miracı olma” gibi hiçbir ibadet için söz konusu olmayan büyük bir kıymeti hâiz sayılmıştır. İnsan oruç tutarken, zekât verirken, hatta hac vazifesini eda ederken dahi tahakkuk ettiremediği miracını namazda gerçekleştirir. Evet, miraç yapmak isteyen kimselere namaz bu isteklerini gerçekleştirme adına bir helezon sayılagelmiştir. Ne var ki, kimin namazının ve hangi namazın miraç olduğu müphem bırakıldığı için bu yüce ufka ulaşmak, namazın devamlı ve ihtimam gösterilerek kılınmasına ve bu uğurda cehd ü gayret gösterilmesine vâbestedir.
Zekât ise İslâm binasının bir köprüsüdür. Nitekim اَلزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ الْإِسْلَامِ “Zekât, İslâm’ın kantarasıdır (köprüsüdür).”[12] hadis-i şerifi bu hakikati işaretlemektedir. Zekât, bir insanın İslâm binası içine girebilmesi adına behemahal geçmesi gereken dar ve zorlu bir yol mahiyetindedir. Çünkü وَأُحْضِرَتِ الْأَنْفُسُ الشُّحَّ[13] âyetinin ifadesiyle nefisler, cibillî olarak cimrilik üzerine yaratılmışlardır. Bir anlamda gelecek nesillere bir şeyler bırakmak için tutumlu olma duygusu suistimal edilince bundan cimrilik doğmuştur. Binaenaleyh bu duygularla mücehhez olan insanın zekât yolundan geçmesi zorlaşmış sayılır. Yukarıdaki âyet gibi وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ “Doğrusu o (insan), mal sevgisine çok düşkündür.”[14] mealindeki âyet de insan fıtratına dikkatleri çekmektedir. İnsandaki mal-mülk edinme his ve hevesini silip atmak oldukça zordur. Burada dolaylı olarak bu âyetin “özel mülkiyet” meselesine baktığına da temas etmek gerekmektedir.
Evet zekât, mutlaka geçilmesi gereken, aynı zamanda da fevkalâde dar olan bir köprüdür. Dolayısıyla da insanlar hakiki İslâm binasına geçebilmek için her hâlükârda zekât vermelidirler. Nisap miktarı mala mâlik olan ve zekât veren mü’minin yanında, ona mâlik olmayan mü’minin de, bu yoldan geçmenin lüzumuna inanıp elindeki mevcut mallardan vererek bu köprüye bir katkıda bulunması gerekmektedir. Dahası, elinde hiçbir şey olmayan bir mü’min bile çalışmalı ve bu köprüyü tesis etmek için meşru yollardan kazanç temin etmeye bakmalıdır; zira وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ[15] âyet-i kerimesinden anlaşılacağı üzere o mü’minler zekât vermek için devamlı faaliyet içindedirler. Onların bütün aktivitelerinin arkasında zekât verme duygu ve düşüncesi yatmaktadır. Binaenaleyh insan, her zaman, almak için değil, aksine vermek için hazırlanmalıdır. اَلْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى “Üst (veren) el, alt (alan) elden daha hayırlıdır.”[16] hadis-i şerifi bu hakikati ifadede önemli bir esastır. Aslında bu husus bir Allah ahlâkıdır. Çünkü Allah (celle celâluhu), kullarına bol bol nimetler ihsan etmekte ve ihsan ettiği bu nimetlerden onların da muhtaç olanlara vermelerini istemektedir. Sadece veren değil, alan kişi de ilâhî ahlâkla ahlâklanmak için kendi çapına göre az dahi olsa vermeye çalışmalıdır.
Evet, bedenî ibadetlerin en önemlisi olan namaz ve malî ibadetlerin esası sayılan zekât, insanın yapacağı bütün ibadetleri câmi bulunan, İslâm binasının hayatî iki büyük rüknüdür.
Âyetin dil açısından tahliline geçmeden önce konuyla alâkalı İşârâtü’l-İ’câz’da zikredilen şu tespitleri arz etmekte yarar var:
“İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilacı, muavenettir.
Evet zekâtın vücubu ile ribânın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesâvisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.
Birisi: ‘Ben tok olayım da başkası açlığından ölürse ölsün bana ne.’
İkincisi: ‘Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.’
Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmağa yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.
Nev-i beşeri umumi felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyâtı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan da hurmet-i ribâdır.”[17]
Binaenaleyh zekât veren, infakta bulunan veya umumi mânâsıyla her türlü hayır peşinde koşan bir insanın, “Ben tok olayım da başkası açlıktan ölürse ölsün bana ne!” şeklinde bir duygu ve düşünce içinde olması mümkün değildir. Çünkü إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz.”[18] ortak paydası etrafında hâlelenen mü’minler, mutlak adalet ve eşitlik ekseninde vicdanî bir cemaat teşkil etmektedirler. Dolayısıyla onlar, hep beraber hareket edildiği zaman anlaşabilecek şekilde, aralarında eşitlik bulunan bir cemaat olarak Allah’ın huzurunda arz-ı ubûdiyet etmekte ve O’ndan yardım talep etmektedirler. Malum olduğu üzere matematikte toplanabilecek şeylerin aynı cinsten olmaları esastır. Yani “Bir koyun+bir elma+bir insan=3 eder.” denilemez. Çünkü bu işlemi meydana getiren unsurlar arasında cins itibarıyla bir eşitlik söz konusu değildir. Aynen onun gibi, vicdan insanlarından oluşan sâlih bir cemaatin teşekkülü, içtimaî adalet prensipleri çerçevesinde o cemaatin fertleri arasındaki eşitliğe bağlıdır.
Böylesi bir sosyal adalet ve eşitliğin tesis edildiği bir toplumda;
1. Dünya malı ve dünya anlayışı cihetiyle zengin, Cenab-ı Hakk’ın kendisine lütfettiği şeylerden verir ve böylelikle fakir hoşnut edilir.
2. İhtiyaç sahiplerinden gelebilecek öfke, şiddet ve hiddetin kesilmesi ve zenginlerden gelebilecek zulüm ve gadrin sona ermesi için “Ben tok olayım, fakat başkaları da benimle birlikte tok olsun; şayet başkaları aç kalacak olursa, ben de onlarla birlikte aç kalayım.” yüksek insanî duygu ve düşüncesi hâkim olur. Onun içindir ki, bu eşitliğin zirve noktada temsil edildiği Asr-ı Saadet’te Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), insanların fakr u zaruret içinde kıvrandıkları ve günde ancak iki-üç tane hurma ile yetindikleri bir dönemde, kendisi de aile efradıyla birlikte aynı şeylerle yetinmiş ve gerçek bir devlet adamının nasıl olması gerektiğini göstererek halkıyla eşit şartları paylaşmıştır.
Asr-ı Saadet’te tesis edilen böyle bir sosyal adaletin, huzurlu bir toplum hayatı için ilelebet devam ettirilmesi gerekir ki böyle vicdanî bir toplum hâline gelmiş ve inançla coşmuş sineler, Hazreti Mâbud-u Mutlak’ın huzurunda da mahlûkiyet ve abdiyette eşit olduklarını ifade edebilsinler.
İşte zekât, bu eşitliği sağlayan en büyük âmillerden birisidir. Bunun karşısında ise “faiz” vardır. Kur’ân-ı Kerim, faizi haram kılmakla sosyal hayattaki büyük bir hastalığı tedavi etmiştir. Zira faiz, “Sen zahmetler içinde kıvran ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.” felsefesine dayanmakta ve adaletsiz sistemi vasıtasıyla, tefecilik usulüyle, mal stoku yapma veya daha değişik spekülasyonlarla başkalarını fakr u zaruret içinde bırakarak hayat-ı içtimaiyedeki eşitliği temelinden dinamitlemektedir.
Yine İşârâtü’l-İ’câz’da[19] ifade edildiği şekliyle, وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ âyetinde:
1. Teb’izi ifade eden مِنْ israfı reddeder.
2. مِمَّا’nın cümlenin başında zikredilmesi, verilecek sadakanın, kişinin kendi malından olmasının lüzumuna işaret eder.
3. رَزَقْنَا ifadesi, sadakayı veren kişiyi, minnet etmekten yani yaptığı iyiliği başa kakmaktan meneder. Çünkü veren Allah’tır, kul ise yalnızca bir vasıtadır.
4. Rızkın نَا’ya olan isnadı, yani “bizim verdiğimiz rızıktan” şeklinde ifadesi, fakirlikten korkulmaması gerektiğine işaret eder.
5. Rızkın âmm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şamil bulunduğuna delâlet eder.
6. يُنْفِقُونَ maddesi; alanın, sefahete değil, zaruri ihtiyaçlarına yani nafakasına sarf etmesi gerektiğine işaret eder.
Evet, rızkı veren Cenab-ı Hak’tır. Dolayısıyla infakta bulunan kişi, verdiğini insanların başına kakmamalıdır. Kur’ân-ı Kerim: يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَالْأَذٰى كَالَّذِي يُنْفِقُ مَالَهُ رِئَۤاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ “Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, incitmek suretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayın.. ve Allah’a da, ahirete de inanmadığı hâlde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin durumuna düşmeyin...”[20] âyetiyle bu hakikati dillendirmektedir. Ayrıca, rızkı veren Cenab-ı Hak olduğuna göre, infakta bulunurken fakirliğe düşmekten korkulmamalıdır. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisinden herhangi bir şey istenildiğinde varsa verir, olmadığında da vaat ederdi. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olursa tereddüt etmeden verir ve bununla ayrı bir ruhanî zevk yaşarlardı.
Bir defasında bir şahıs gelip O’ndan bir şey istemişti, Allah Resûlü ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, O yine vermişti. Başka biri istediğinde ise, verecek bir şey kalmadığı için, Allah Resûlü vaat etmişti. Yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Bu durum Hazreti Ömer’i fevkalâde üzmüş, Allah Resûlü’nün bu derece rahatsız edilmesinden rahatsız olmuştu. Dizleri üzerine doğruldu ve: سُئِلْتَ فَأَعْطَيْتَ ثُمَّ سُئِلْتَ فَأَعْطَيْتَ ثُمَّ سُئِلْتَ فَوَعَدْتَ “İstediler verdin. Bir daha istediler yine verdin. Bir daha istediler vaat ettin. (Yani, kendini bu kadar eziyete sokma yâ Resûlallah!)” dedi. Ancak bu sözler Allah Resûlü’nün hiç hoşuna gitmemişti. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah İbn Huzâfetü’s-Sehmî ayağa kalkmış ve: أَنْفِقْ يَا رَسُولَ اللهِ! وَلَا تَخْشَ مِنْ ذِي الْعَرْشِ إِقْلَالًا diyerek tesellide bulunmuştu. Yani: “Ver ey Allah’ın Resûlü, sakın Allah’ın Seni fakir bırakacağını ve Sana olan nimetlerini kesivereceğini zannetme!” İki Cihan Serveri bir müddet sükût buyurdu ve ardından şöyle dedi: بِذَلِكَ أُمِرْتُ “İşte Ben de bununla emrolundum.”[21]
Bir başka husus: وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesinde olduğu gibi وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ifadesindeki يُنْفِقُونَ kelimesinin muzâri sigasıyla vârid olması da yine teceddüde (yenilenmeye, devamlılığa) delâlet etmektedir. Ayrıca, âyet-i kerimedeki رَزَقْنَا’nın mâzi, يُنْفِقُونَ’un muzâri olarak gelmesiyle Cenab-ı Hak, sanki kullarına, “Allah’ın geçmişte verdiği her rızıktan hâl ve istikbalde, durmadan, tekrar tekrar infak ediniz.” buyurur gibidir.
Konu şöyle tasvir edilebilir; sanki rızık, insanların başlarına rahmet-i ilâhiyeden yağıyor veya yerden fışkırarak bütün çeşitleriyle onları çepeçevre sarıyor. Buna karşılık onlar da hazinedarlık ettikleri bu rızkı, bakım ve görümleriyle mükellef oldukları en yakın çevreden en uzak çevreye kadar bütün ihtiyaç sahiplerine infak ediyorlar.
Bir başka tasvirle ifade edilecek olursa, sanki bir hazine odasının bütün menfezlerinden, kapı ve pencerelerinden içeriye gürül gürül rızık akıyor da, hazineden mesul olan memur, Hazreti Samed’den gelen bu rızkı, el açıp kapısına gelenlere bol bol infak ediyor.
* * *
وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
“Hem Sana indirilen Kitab’a hem de Senden önce indirilen kitaplara inanır ve tasdik ederler. Ahirete de kesin olarak inanırlar.”[22]
Bu âyet-i kerime, başındaki atıf “vav”ı ve “ism-i mevsûl”den de anlaşılacağı üzere, bir önceki âyet üzerine atfedilmiştir. Çünkü اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ile gayba iman şeklinde “icmalî iman” anlatıldıktan sonra sanki burada da “tafsilî iman” anlatılmaktadır.
Âyetteki inzâl kelimesi, bir şeyi yukarıdan aşağıya sarkıtmak ve indirmek demektir. Türkçemizde bir memuru makamından indirmek veya onun maaşını eksiltmek de aynı kökten gelen “tenzil” kelimesi ile ifade edilir. Kur’ân-ı Kerim’in dünya semasına indirilişi, bir defada indirilme mânâsına gelen inzâl sözüyle, yeryüzüne indirilişi de “tenzil” kelimesiyle ifade edilmiştir.[23] Tenzil kelimesi tef’îl babından gelmektedir. Tef’îl babı ise genellikle teksir (çokluk) için kullanılır. Dolayısıyla tenzil, vahyin “ceste ceste inmesi”ni ifade eder.
İnzâl ve tenzil arasındaki bu fark, açık olarak Kur’ân-ı Kerim’in bir muallâ mekâna def’aten indirildikten sonra Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) 23 senelik nübüvvet hayatı boyunca parça parça inmesiyle de teyit edilmektedir. Ayrıca, âyet-i kerimede geçen ikinci أُنْزِلَ’den de anlaşıldığı şekliyle, –siyak-sibak nazara alındığı takdirde– Kur’ân-ı Kerim dışında, diğer peygamberlere gönderilen suhuf, Zebur, Tevrat ve İncil gibi ilâhî mesajlar için de aynı durum bahis mevzuu olabilir.
Esasen inzâl, şer’î mânâda, vahy-i semavinin taraf-ı ilâhî’den –ki nezd-i ilâhî âlîdir– taraf-ı nübüvvete indirilmesine denegelmiştir. Bu âyet-i kerimede Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inen Kitap’la (Kur’ân), O’ndan daha önce nâzil olan ilâhî suhuf ve kitaplara inanılmasının gerektiğine, ikisinin birden ve bir bütün hâlinde zikredilmesi de delâlet etmektedir. Aslında Kur’ân-ı Kerim burada diğer suhuf ve kitapların da birer ilâhî kelâm olduklarına şehadetle onları da tasdik etmektedir ki, نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَأَنْزَلَ التَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ “Sana Kitab’ı, gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen kitapları tasdik edici olarak indiren O’dur. Bundan önce de O, insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil’i indirmişti.”[24], وَالَّذِۤي أَوْحَيْنَۤا إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ هُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ “İlâhî kitaplar içinde Sana vahyettiğimiz bu Kitap, daha önceki kitapları tasdik eden gerçeğin ta kendisi bir kitaptır...”[25] gibi âyetler hep bu hakikat etrafında şeref-nüzul olmuşlardır. Binaenaleyh mü’minler de, Yahudi ve Hıristiyanlar da bu yaklaşıma dikkat etmeli ve temkinli olmalıdırlar. Zira Kur’ân-ı Kerim her ne kadar zâhiren Tevrat ve İncil’in hükümlerini neshetmişse de haddizatında onlar da bidayet itibarıyla birer ilâhî kelâm olup mü’minler nazarında Hak’tan gelmiş olmalarıyla, asılları açısından kutsaldırlar.
Evet, her vahy-i semavî, inzâl keyfiyetindeki hususiyetiyle mukaddestir. Dolayısıyla Kur’ân dışındaki kütüb-ü semaviye, mensuhiyetleri ve bazı kısımlarının tahrif edilmiş olması itibarıyla bugün kendileriyle amel edilmese de, kerametleri ilk vürûd ve nüzullerine ait, onlara inanma da bir esastır.. ve mü’minler bu çerçevede onları tasdikle mükellef sayılırlar. Ne var ki Yahudi ve Nasranîler, Kur’ân mesajını görmezlikten geldiklerinden, kendi devirleri ve daha sonraki dönemlerde sadece kendi kitaplarını kabul etmiş ve onların dışında ne bir kitap ne de bir nebiye hayat hakkı tanımayarak bütün bir İslâm camiasını küstürmüşler ve tarih boyunca pek çok defa bu ilâhî meşaleyi söndürmek için seferler teşkil etmiş, Müslümanların üzerine yürümüşlerdir.
Bu arada Kur’ân-ı Kerim’in diğer kitapları da tasdik etmesi ve onlara şahit olması, dün ve bugün dünyada bir kısım fitneleri önlemiş ve bir sulh anahtarı vazifesi görmüştür. Yani bugün Yahudinin elindeki Tevrat ile Hıristiyanın elindeki İncil, sahip oldukları saygınlığı büyük ölçüde Kur’ân-ı Kerim’e borçludur. Aksine, âlemlere rahmet olarak inen Kur’ân-ı Kerim ve onun tebliğcisi Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bilinmediği ve tanınmadığı yerlerde ise kat’iyen o saygınlığı görememişlerdir.
Evet, Kur’ân-ı Kerim nâzil olduktan sonra insanlığın diğer peygamber ve dinlere karşı sergiledikleri katı tavır kısmen yumuşamış ve belli ölçüde de olsa birbirini kabullenen nesillerin yetişmesine ışık tutmuş, en azından başkalarının kanaatlerine saygılı olma ve hiç olmazsa insanı insan olarak değerlendirip herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncelerini savunan bir kısım “liberal sistemler”in, “hümanist cereyanlar”ın zuhuruna vesile olmuştur.
Ayrıca وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ âyetinde; “Hem Sana indirilen Kitab’ı hem de Senden önce indirilen kitapları tasdik ederler.” demekle önceden kendilerine kitap gönderilen nebilere inanmakta iken daha sonra Allah Resûlü’ne inanan kişilere de dikkat çekilmektedir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuyla alâkalı bir hadis-i şeriflerinde mükâfatları ikişer kat verilecek olan üç zümreden bahsederken, ثَلَاثَةٌ لَهُمْ أَجْرَانِ رَجُلٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ اٰمَنَ بِنَبِيِّهِ وَاٰمَنَ بِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ buyurarak, bunlar arasında ilk olarak Ehl-i Kitap’tan olup kendi peygamberine imandan sonra, Hazreti Nebi’ye (sallallâhu aleyhi ve sellem) erişen; O’na da iman edip, tâbi olan ve tasdik eyleyen kimseleri saymıştır.[26]
İşte bu hadis-i şerifte zikredilen üç zümreden birincisi, Abdullah İbn Selâm ve Necâşî gibi önceden başka nebilere inanmışken daha sonra Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inananlardır ki tebcil ve takdir edilmişlerdir.
Ayrıca وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ âyetinde şöyle bir nükte daha söz konusudur: Kur’ân-ı Kerim ve ondan önce nâzil olan ilâhî suhuf ve kitaplara, nüzul keyfiyetlerine bağlı olarak inanmak bir esastır. Şöyle ki, bir insanın “Allah’a inanıyorum.” diyebilmesi için Allah’ın varlığına; “Ahirete inanıyorum.” diyebilmesi için ahiretin bütün debdebe ve ihtişamıyla zuhur edeceğine inanması şart ve elzem olduğu gibi, bir insanın “Kur’ân’a inanıyorum.” diyebilmesi için de Kur’ân’ın Allah tarafından Peygamber Efendimiz’e peyderpey nüzulüne inanması şart üstü bir şarttır.
Aynı zamanda bu âyette Müslümanlara, Kur’ân’dan önce nâzil olan suhuf ve kitaplara da nüzul keyfiyeti itibarıyla saygılı olmaları, en azından onları tekzip etmemeleri talim buyrulmaktadır. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
إِذَا حَدَّثَكُمْ أَهْلُ الْكِتَابِ فَلَا تُصَدِّقُوهُمْ وَلَا تُكَذِّبُوهُمْ وَقُولُوا اٰمَنَّا بِاللهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ فَإِنْ كَانَ حَقًّا لَمْ تُكَذِّبُوهُمْ وَإِنْ كَانَ بَاطِلًا لَمْ تُصَدِّقُوهُمْ
“Ehl-i Kitap size bir şey anlattığı zaman onları ne yalanlayın ne de tasdik edin. Fakat şöyle deyin: ‘Biz Allah’a ve O’nun gönderdiği bütün kitaplara ve peygamberlere inandık.’ Böyle yapmakla onların söylediği şey doğru ise tekzip etmemiş, eğer yanlış ise tasdik etmemiş olursunuz.”[27]
Binaenaleyh bu âyet-i kerime ve bu hadis-i şerif Müslümanlara, Ehl-i Kitab’a nâzil olan vahye inanıp saygılı olmalarını; aynı zamanda bunun altında Ehl-i Kitab’a da âdeta, “Sizin kitaplarınız kabul edilip tasdik edilmediği bir dönemde Kur’ân-ı Kerim onları tasdik edici bir şahit olarak gelmiştir. Zaten siz kendi kitaplarınızdan, hem Kur’ân’ı hem de hâl ve tavırlarıyla Sahib-i Kur’ân’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok iyi tanıyor ve biliyordunuz. Bu sebeple Ehl-i Kitap olarak evvela sizlerin onları tanımanız gerekmektedir.” diyerek Kur’ân ve Sahib-i Kur’ân’a karşı saygılı olmalarını salıklamaktadır.
Ayrıca burada âyet-i kerimenin وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ kısmıyla alâkalı olarak İşârâtü’l-İ’câz’da[28] temas edilen birkaç nükteye de –ifade tarzıyla az oynayarak– dikkatlerinizi çekmek istiyorum:
1. Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir resûldür.
2. Resûl-i Ekrem, ekmelü’r-rusüldür. Yani O, en mükemmel Nebi’dir. Çünkü “Ekâbir ve sultanlar, daima halk, cemaat ve ordunun sonunda gelirler.” fehvasınca Nebiler Serveri, tıpkı bir sultan gibi kendisinden önce gelen umum peygamberleri teyiden gelmiş; gelmiş ve sinesi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşkıyla yanıp tutuşanlara, “Bir sultan gibi kadem bastın gönül tahtına, sultanım safa geldin!” dedirtmiştir.
3. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hâtemü’l-enbiyadır. Meşhur kaide şudur ki, “Vahdet tekessür ettiği zaman teselsül eder gider. Ama kesret ittihad ettiği zaman da istikrar kazanır.” Tabir-i diğerle, bir meselenin istikrar kazanabilmesi için onun nihayet itibarıyla mutlaka bir vahdete bağlanması lazımdır. İşte bu vahdet, nübüvvet müessesesinde Efendimiz’le teessüs etmiştir. O’nunla vahdet tesis edildikten sonra yeni bir peygamberin gelmesi, nihayeti bulunmayan bir teselsülü gerektirir. Bu ise mümkün değildir. Dolayısıyla O (sallallâhu aleyhi ve sellem), hâtemü’l-enbiyadır ve peygamberlik ağacının en son ve en mükemmel meyvesidir.
4. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun risaleti evrenseldir. Çünkü مِنْ قَبْلِكَ ifadesiyle Allah, sanki Resûlü’ne âdeta şöyle demektedir: “Senden evvel gelen nebi ve resûllerin hepsi, Senin seleflerin; Sen ise onların hepsinin halefisin. Binaenaleyh Sen, onların bütününün mirasına vârissin. Öyleyse Sen, aynı zamanda âlemşümulsün.” Nitekim Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde بُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ عَامَّةً “Ben bütün insanlara gönderildim.”[29] buyurarak risaletinin evrensel olduğu hakikatini ifade etmişlerdir.
5. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği hakikat ve düsturlar, diğer peygamberlerin sundukları mesaj ve disiplinleri bir araya getirerek risaleti bünyesinde toplamış ve onların hükmünü ortadan kaldırmıştır.
* * *
Bu âyetin üçüncü fıkrası olan وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ kısmına gelince, burada tamimden (genellemeden) sonra bir tahsis vardır. Yani وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ âyetinin ifade ettiği mânâ içinde “ahirete iman” da vardır. Zira Allah’ın peyderpey indirdiği suhuf ve kitapların hemen hepsinde, ama icmalî ama tafsîli, ahiret inancına dair âyetler mevcuttur. Ne var ki, burada umumi ifadeden sonra tahsis yapılarak وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ifadesi, kendinden önceki ifadelere وَ ile atfedilmiştir. Hususi ehemmiyetin vurgulandığı böyle bir atfa “atfü’l-hâss ale’l-âmm” denir.
اَلْاٰخِرَة kelimesinin başındaki harf-i tarif, ahd için olduğu takdirde mânâ, “İşte sizin öteden beri araştırıp durduğunuz, adını söylediğiniz ahiret budur.” şeklinde olur. Malum olduğu üzere اَلْاٰخِرَة kelimesi, اَلْاٰخِر sıfatının müennesidir ve “son ya da sonradan olan şey” demektir. Fakat Kur’ân-ı Kerim’de ahiret, bazen دُنْيَا, bazen أُولٰى, bazen de عَاجِلَة kelimelerinin karşılığında kullanılagelmiştir:
1. دُنْيَا : Dünüv veya bir görüşe göre denâet kökünden türemiş olan dünyaya, “öte”ye nispeten bize yakınlığından veya ahiret karşısında pespaye olduğundan dolayı “dünya” denilmektedir.
2. أُولٰى : وَلَلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولٰى “Elbette Senin için sonraki hayat, ilk hayattan (veya işin sonu, başından) daha hayırlıdır.”[30] âyetinde olduğu gibi bazen de ahiret, “ûlâ”nın karşılığında kullanılmıştır. Bunlardan biri önce, diğeri sonra gelir. Nitekim ahiret, sonra gelen mânâsınadır.
3. عَاجِلَة : Bazen de ahiret, كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَوَتَذَرُونَ الْاٰخِرَةَ “Gerçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için ahiret (duygu ve mülâhazasını) terk edip durursunuz.”[31] âyetinde olduğu gibi, عَاجِلَة’nin karşılığında kullanılmıştır. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, ahiret; zatı, cevheri, arazı ve sıfatlarıyla, bir “mukabele” sanatı içinde dünyanın karşısında özel bir âlem olarak zikredilmektedir.
Bu âyet-i kerimedeki son kelime olan يُوقِنُونَ ise, إِيقَان kökünden gelip, yakînen inanma, bir şeyin dosdoğru olduğunu kabul etme, muhalif mânâlarıyla reybîlik ve tereddütten uzak olma ve aksine ihtimal vermeme mânâlarına gelmektedir. Binaenaleyh يُوقِنُونَ kelimesi, bu mânâları ifade ederken ahiret hakkında şüphe ve tereddüde düşülmemesinin gerektiği vurgulanmaktadır ki, bu da onun aksinin iman sayılamayacağını ihtar etmektedir. Yani bunun aksine ihtimal veren biri kat’iyen müttakilerden olamaz. Zira kişinin müttakînden olabilmesi “Acaba ahiret olmayabilir mi?” şeklindeki bir yaklaşım ve anlayışla te’lif edilemez.
İşte bu mânâda îkân ve yakîniyyât, umumiyet itibarıyla klasik telakkideki ifadesiyle “akıl, havâss-ı selime, mücerrebât, müşâhedât ve mütevâtirât” ile sübut bulur. Aynı zamanda bu hususlar –ifadelerde tasarruf hakkı mahfuz– ilmin esbabı da sayılmıştır. Bazı felsefî cereyanlarda bunlardan bazıları öne çıkarılmış, mütevatir haber gibi bazıları da görmezlikten gelinmiştir. Aslında böyle düşünenlerin dünyaya ait bir kısım işlerde onu kabul etme gibi bir çelişki yaşadıkları da açıktır. Mesela, birkaç adam gelip, Amerika kıtasının mevcudiyetini söylese, onlar orayı bizzat müşâhede etmiş ve gidip görmüş gibi kabul ederler. Esasen bu, tam bir tenakuzdur. Bu arada kimileri, bazı ilmî alanlarla alâkalı meselelerde yakînin varlığını kabul etseler de bazılarında şüphe içindedirler. Mesela matematik mevzuunda hemen hemen herkes yakîne sahiptir. Zira “1, 2’nin yarısıdır”, “2, 1’in iki katıdır” ve “1, 2’den başkadır” gibi hükümler, birer riyazî hakikattir ve yakîn ifade eder. Ayrıca, yakînî olan şeylerin bir kısmı zaruridir. Yani iki tane 1’in 2 olması ve 2’nin 2’ye bölündüğü zaman 1 olması zaruridir. Ama fizik ve kimyadaki veriler, zaruri değil, yakînîdirler. Zaten bu ilimlerdeki verilerde mühim olan, onların zaruri olması değil, vâki olmasıdır. Mesela suyu meydana getiren hidrojen ve oksijen elementlerinin bir araya gelmesiyle suyun oluşması; yine havanın terkibi, içindeki maddelerle insanın teneffüsüne elverişli bir hususiyet ihtiva etmesi yakînî bir bilgidir. Yani bunlar hakkında rahatlıkla herhangi bir hüküm verilebilir.
Ne var ki, aynı şeyleri tıp ilmi hakkında söylemek mümkün değildir. Zira henüz tecrübe safhasında bulunan tıbbın kanunlarına belli ölçüde güven duyulsa da ne yakînî ne zaruri ne de vâki denilemez. Çünkü bu kanunlar hakkında kesin hükümler ortaya koymak, büyük ölçüde bazı deney ve gözlemlere bağlıdır. Hatta bu deney ve gözlemler neticesinde faydasına inanılarak tatbik edilen tedavilerde bir kısım yan tesirlerin olması da her zaman mümkündür. Mesela faydasına inanılan bir ilaç veya tedavi şeklinin zararlı olduğunun uzun zaman sonra anlaşılmasıyla ilgili yaşanmış birçok tecrübe vardır. Binaenaleyh tıp ve diğer ilimlerde serdedilen hatalı delillerin götürdükleri bir kısım nazariyelere yakînî nazarıyla bakılamaz.
Bu itibarla dünün kimya ve astronomi bilginleri istidlâldeki hatalarından dolayı bir kısım yanlış kaide ve prensipler vaz’ etmiş olabilirler. Mesela, astronomi, bir dönemde dünyayı bütün kâinatın merkezi addetme gibi yanlış bir hüküm ortaya koymuştu. Bu dün böyleydi; bir anlamda bugün de böyledir. Bu açıdan, o alanla alâkalı hususlara da yakînî nazarıyla bakılamaz. Bununla birlikte bu hükmün yakînî hiçbir değeri olmadığı iddiasında bulunmak da doğru değildir.
Şimdi de isterseniz ahiretle alâkalı bilgilerin yakînîlik arz edip etmediğini inceleyelim: Mesela, herkes tarafından yakînen bilinen meselelerden biri sayılan “hayat” muammasını ele alacak olursak, beşerî imkânlarla hayat hâsıl etmeye imkân ve ihtimal yoktur. Ancak, Allah (celle celâluhu) dilerse, herhangi bir canlı yapmaya beşeri de muvaffak kılabilir. Böyle bir şeye “Mümkün değildir.” denilemez. Zira mümkün olmasa canlı olmaz. Vâkıa, beşer eliyle bir canlının meydana gelmesi bugün için pek mümkün görünmemektedir. Ama yukarıda da ifade edildiği gibi, şayet Allah (celle celâluhu) dilerse, kerametvâri onların azim ve gayretleri vasıtasıyla da yaratır ve yaratmıştır da. Nitekim O (celle celâluhu), Hazreti Mesih’in eliyle ölüleri diriltmiş, bugün için tedavisi imkânsız gibi görünen en onulmaz hastalıkları tedavi etmiş ve anadan doğma körlerin gözünü açmıştır.[32]
Binaenaleyh bugün yakînî görünmeyen çok şeyin gelecekte yakînî birer bilgi hâline gelmesi ihtimal dâhilindedir. Mesela daha evvelki devirlerde, insanların zihinlerinde cansız şeylerin canlı ve hayattar şeylere medar olup olamayacağı şüphe ve tereddüt konusuydu. Günümüzde ilim ve teknolojinin gelişmesiyle dün için şüphe ve tereddüt mevzuu olan pek çok husus, bugün artık söz konusu değildir. Zira ilim ve teknoloji, havadaki zerrelerin titreşimlerinin sesleri intikal ettirdikleri ve her bir zerrenin âdeta Eflatun şuuruyla bu ağır vazifeyi îfâ ettiğini yakînî bir surette ispatlamış bulunmaktadır.
Evet, en büyük müfessir olan zaman, dün şüphe ve tereddütle bakılan meseleleri, bugün riyazî bir kat’iyet içinde ortaya koymuştur. İhtimal, günü gelince, bütün ecramın diğer nesneler gibi etrafında olup bitenlerin ses, söz ve hatta resimlerini tespit ettikleri görülecektir. Her ne kadar bugün için bu meseleye şüpheyle bakılsa da yarın tecrübeler bunun doğruluğunu yakînî olarak ispat edecektir. Dolayısıyla ahiret gibi metafizik bir meseleyi, bugünün kriterleri içinde “yakînî değildir” nazarıyla bakarak değerlendirmek, en basit ifadesiyle, bir gaflet ve muhakemesizliktir. Bunun gibi gelecekte, ölmüş bir insana soru sorulduğunda onun bu soruya cevap verebileceği de ihtimalden uzak görülmemelidir.
Binaenaleyh bir yönüyle ilimler ilerlerken “Artık tabiattaki kanunların üstüne çıktık; keşfedip hâkim olmadığımız hiçbir kanun kalmadı.” gibi materyalist bir anlayışla dalâlet-âlûd bir yaklaşım ortaya koymak; diğer bir yönüyle de “Bugün gördüğümüz şeylerden başka bir hakikat tanımıyoruz. Biz daha çok mahsüsâtımıza itimat ederiz ve bunun dışında bir şey tanımayız.” gibi bir şüphecilik içinde bulunmak, insanı içinden çıkılmaz bir durgunluğa sürükleyen öldürücü bir inhiraftır.
Burada وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ âyetinin haşre bakan yönünü izah için Üstad Bediüzzaman’ın Sözler isimli kitabından “Onuncu Söz” olan “Haşir Risalesi”ni ve İşârâtü’l-İ’câz’da bu âyetin tefsiri sadedinde zikredilen esasları nazara vermeden geçemeyeceğim:
Bu risalelerinde Üstad, ilâhî isim ve sıfatlar, kâinatın hâl-i hazırdaki şekli, nizamı, rahmet-i ilâhiyenin gereği; davet-i nebeviyenin esası; beşer mahiyetinin câmiiyeti ve insan latifelerinin haşri iktiza etmesi... gibi çok farklı yöntemlerle konuyu anlaşılır bir hâle getirmiştir ki konunun tafsilatıyla alakalı mezkûr eserlere müracaat edilebilir.
* * *
İsterseniz şimdi de وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ âyetini dil açısından hecelemeye çalışalım:
1. Yukarıda da ifade edildiği gibi, وَبِالْاٰخِرَةِ’deki وَ, umumi ifadeden sonra daha özel bir anlam ifade etmekte ve inzâl edilen kitaplar içinde icmalen anlatılmış olsa da burada hususi bir rükün olarak ahiret akidesinin ehemmiyeti gayet net olarak vurgulanmaktadır.
2. اَلْاٰخِرَة kelimesindeki harf-i tarif, ahd içindir ve burada mânâ, “Sizin ebediyet arzusuyla öteden beri araştırıp durduğunuz, ancak mahiyetini tam bilemediğiniz ahiret, işte böyle bilinen bir ebediyet yurdudur. İşte bunun hakkında yakîn çok önemlidir.” şeklinde olur.
3. هُمْ zamirinin, اَلْاٰخِرَة ile يُوقِنُونَ kelimelerinin arasına girmesinde şöyle bir belâgat nüktesi söz konusudur: Ahirete tam mânâsıyla inananlar, ancak ve ancak müttakilerdir. Bu ifade, mefhum-u muhalifiyle ele alınacak olursa, kendilerine peygamberler vasıtasıyla ilâhî suhuf ve kitap gelen kimselerin ahiret hakkında bir kanaatleri olsa da, her kişinin tasdiki yakîn derecesinde değildir. Ayrıca يُوقِنُونَ kelimesinin muzâri sigasıyla gelmesi, bu mevzuda bir kavs-i urûc ve seyr ü sülûkun ifadesi olarak, insana, içinde bulunduğu andan başlayarak, nâmütenahî istikametinde hayatının sonuna kadar karşısına çıkan “bedihî, yakînî” bütün delilleri değerlendirerek ahiret akidesini tahkim etmesi gerektiğini ihtar etmektedir. Zira يُوقِنُونَ kelimesinde “yakîn hâsıl ederler” mânâsı da vardır. Binaenaleyh insan, hayatı boyunca hep bu yakîni pekiştirmeye çalışmalıdır.
Burada üzerinde durulması gerekli olan iki önemli nokta söz konusudur:
1. Her şeyden evvel insan, ahirete yakîn hâsıl edecek donanım peşinde olmalıdır. Zira ahiret mevzuu; bir mânâda mahsüsât, müşâhedât ve mücerrebâtın dışında olduğundan çokları buna yakîniyyât nazarıyla bakmayabilir.. ve bu tür kimseler şüphe ve tereddütten sıyrılamazlar. İnsanın tam bir yakîne sahip olması ve iç dünyasındaki sıkıntı ve huzursuzluktan kurtulması için devamlı surette ahiret akidesini takviye etmesi gerekmektedir.
2. İnsan, ahirete inanması lazım geldiği ölçüde inanmalıdır. Konunun kuşkuya, tereddüte tahammülü yoktur. Bu itibarla da burada yakîn çerçevesinde bir inanç gerekmektedir. İman, bir tasdikten ibaret olup, vâkıa mutabık bir esası kabullenme olmasına karşılık; yakîn, şüpheyi, tereddütü ve inanılan şeyin aksine ve zıddına ihtimal vermeyi ortadan kaldıran sağlam bir iz’an demektir. Böylesi şüphe ve tereddütlerin kol gezdiği bir noktada, insan bir kere tam inansa da hemen her zaman onun inancına dokunabilecek pek çok hâdise olabilir. Öyleyse insan, herhangi bir sarsıntıya maruz kalmamak için her zaman inancında yakîn hâsıl etme peşinde olmalıdır.
Ayrıca وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ifadesinde şöyle bir tasvir ve resim de söz konusudur:
İnsan, bu dünyada emniyet, huzur ve saadet içinde yaşayabileceği bir bina yapmanın yanında bu binanın üzerine de içinde ebedî olarak yaşayacağı ahiret binasını kurmaya çalışmaktadır. İşte böyle biri o ahiret binasını kurarken, mütemadiyen tefekkür, tezekkür ve sâlih amelle sağından solundan o binayı payandalamalıdır ki o muhteşem saray yıkılmasın. Zira onun düşmanı olan İblis ve avenesi daima onun yaptığı bu binayı tahribe çalışmaktadır. Onların tahriplerine karşılık mü’min de sürekli tamir ve takviye için koşup durmalıdır ki gayretler heba olmasın.
İşte bu tasvirde olduğu gibi insan ahiret inancı adına en ufak bir şüphe ve tereddüde meydan vermeyecek şekilde bir hassasiyet göstermelidir ki bütün bu mânâları, يُوقِنُونَ kelimesi gayet veciz olarak ifade etmekte ve mü’mine kalbî ve ruhî saadeti adına âdeta sihirli bir anahtar sunmaktadır.
Evet, bu konuda düz inanma hafife alınmamalıdır. Ancak ahiret için “iman” kelimesi umumiyet, “îkân” kelimesi ise hususiyet arz etmektedir. İman umumi bir tasdik olup, iman edilmesi gereken her şeye inanmayı; îkân ise daha ziyade inanılacak şeylere dair vâki ve muhtemel şüphe ve tereddütleri elden geldiğince izale etmeyi ifade eder. Bu sebeple dikkat edilecek olursa, Cenab-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsı arasında, “Kendi vahdaniyetine en başta Kendisi şehadet eden, tasdik eden, kullarını emniyete erdiren ve onlar arasında birbirlerine karşı emniyet hâsıl eden” mânâsına “Mü’min” ismi olduğu hâlde, O’nun ne “Mûkin” gibi bir ismi, ne de “yakîn” gibi bir sıfatı bulunmaktadır. Zira yakîn, yukarıda da ifade edildiği gibi, şüphe ve tereddüdü izale etmek için kullanılan bir kelimedir. Kullar için şüphe ve tereddüt söz konusu olsa da Cenab-ı Hak için bunlar asla bahis mevzuu değildir ki, O’nun böyle bir isim veya sıfatı bulunsun.
Ayrıca, iman ile yakîn kelimeleri, kök itibarıyla birbirinden ayrıdırlar. İman, umumi olarak inanılması gereken hususların hepsine inanmayı ifade etmesine karşılık, ahiretle alâkalı meselelerde imanda îkân, istîkân, yakîn ve teyakkun söz konusudur. Şöyle ki, Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Kendisini değişik âyetlerle tanıtmış, ama Resûlü’nün diliyle de Zât’ı hakkında düşünmeyi men etmiştir.[33] Zira, Zât-ı Baht akılla idrak edilemeyeceğinden dolayı, O’na “min haysu hüve hüve” iman edilmelidir. Vücud-u Bârî hakkındaki yakîn, esmâ ve sıfât çerçevesinde temkin edalı bir yakîn olmalıdır. Ahiret hakkındaki yakîne gelince, o alabildiğine detaylandırılarak kabul edilmelidir ki bu, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatı tanzim etme ve ahenk içinde sürdürme adına da fevkalâde önemlidir.
* * *
Kur’ân-ı Kerim, buraya kadar hususi ve umumi mânâsıyla kimin “müttaki” olduğunu, hem tahliye (تَخْلِيَة) hem de tahliye (تَحْلِيَة) buudlarıyla onu herkesin hemen ilk anda anlayacağı şekilde anlatmış ve o vasıfla donanmış topluluğu gayet veciz bir şekilde ortaya koymuştur. يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ sözü, muzâri sigasıyla, müttakilerin devamlı surette imanlarını yenilediklerine, gayba inanmakla kalmayıp imanlarını sürekli artırdıklarına ve “sayrûret” mânâsıyla da, yani bir taraftan iman yenilerken diğer taraftan da emn ü eman içine girerek, emin hâle geldiklerine işaret etmektedir.
وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ, müttakilerin dinin binası veya din binasının direği olan namazı, onun iç ve dış derinliğine, mânâ ve mahiyetine uygun bir şekilde ikâme ettiklerinin/edeceklerinin resmini işaretlemektedir.
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ, takva kahramanlarının, Cenab-ı Hak tarafından kendilerine bahşedilen nimetlere mukabil, kendilerini birer emanetçi ve tevziat memuru görerek, Allah’ın (celle celâluhu) ihsan ettiği o nimetleri yine O’nun rızası dairesinde ihtiyaç sahiplerine verdiklerini tablolaştıran bir içtimaî yardımlaşma fotoğrafı mahiyetindedir.
وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ise, vahy-i semavinin bütün bir geçmişe sağanak sağanak rahmet olup yağdığını, nice kâmil fert, millet ve devletlerin o münbit zeminde ve vahy-i semavî gölgesinde serpilip geliştiğini tahayyül ettiren ayrı bir resim gibidir. Bundan başka, bu âyette nebilerin arkasından giden kimselerin, müttakiler zümresine dâhil olabilmeleri için yapmaları gereken önemli hususlardan birinin de Kur’ân-ı Kerim’in ısrarla üzerinde durduğu dört imanî rükünden biri olan ahirete yakîn hâsıl etme olduğu talim buyrulmaktadır.
İşte baştan beri tasviri yapılan müttakiler grubunun akıbetini ise yine Kur’ân-ı Kerim çok canlı bir tasvirle ve bir fezleke hâlinde, أُولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılanlar. Ve işte bunlar felâh bulanlardır.”[34] ile ifade etmekte ve içlere inşirah salmaktadır.
أُولٰۤئِكَ : أُولٰۤاءِ lafzının hilafına ذٰ’nın çoğulu bir ism-i işarettir. Buradaki كَ ise bir hitap harfidir ki, ذٰلِكَ’de olduğu gibi, ilk olarak ve doğrudan doğruya Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) has bir hitap, ikinci olarak da herkese bir imadır. أُولٰۤئِكَ kelimesinde sonsuz uzaklık içinde sonsuz bir yakınlık vardır. Dolayısıyla mânâ, “Size diyorum, işte peygamberlerin arkasındaki bahtiyar topluluk!” şeklindedir.
عَلٰى هُدًى “(Onlar) bir hidayet üzerinedirler.” denerek, “masdar”dan “hâsılün bi’l-masdar”a geçildiği vurgulanmaktadır.
Burada “hidayet” ile alâkalı olarak şu hususları belirtmekte de fayda mülâhaza ediyoruz:
Buraya kadar geçen kısımda هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ve أُولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ âyetlerinde olmak üzere iki yerde “hidayet” geçmektedir. Bu iki hidayetten her ikisi de, Fâtiha’daki اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ duasına bir arz ve bir icabettir. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ bir icabet, عَلٰى هُدًى ise bir arzdır. Arzla icabet arasında şöyle bir fark söz konusudur: Mesela, “Ben, bir mal almak istiyorum.” şeklindeki bir talebe bir başkasının “Ben sana istediğin malı verdim.” demesi bir icabet; herhangi bir kimsenin böyle bir talep olmaksızın satılacak malını tüccara sunması ise bir arzdır. Binaenaleyh, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ’de her mânâsıyla sırat-ı müstakime bir talep vardır. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’de bu talebe bir icabet; عَلٰى هُدًى’de ise bu icabeti takip eden bir arz vardır.
Meseleyi sarf ilmi ve iştikak bakımından ele alacak olursak; هُدًى kelimesi, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesinde masdarı, أُولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِم cümlesinde ise hâsılün bi’l-masdarı işaretlemektedir. İlkinde insanın kesbi, ikincisinde ise Allah’ın yaratması vardır. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Bu müttakiler zümresi yapacakları işler itibarıyla, seçkin vasıflarıyla görünecekleri âna kadar mesele proje ve plândan ibaret olup, konu nisbiyet ve kisb çerçevesindedir. عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ’de ise Cenab-ı Hak, bu yüce vasıflara sahip olan ve hayatını Kur’ânî çizgide sürdürenlere talep ettikleri şeyi artık lütfetmiştir.
Aynı zamanda هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’deki hidayet, müttakilere isnat edilmiştir. Hâlbuki “halk” beşere isnat edilemez. أُولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِم ifadesinde ise hidayet doğrudan doğruya onların Rabb-i Kerim’leri tarafından gelen bir ihsan ve bir lütuf olarak vurgulanmıştır.
وَأُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Ve kurtuluşa erenler de ancak işte onlardır.”
أُولٰۤئِكَ kelimesi yukarıda izah edildiği için burada tekrarına lüzum görmüyoruz. اَلْمُفْلِحُونَ kelimesi, اَلْمُفْلِحُ kelimesinin çoğuludur. اَلْمُفْلِحُ ise أَفْلَحَ – يُفْلِحُ – إِفْلَاح’tan gelmektedir ve “felâh bulan-kurtulan” demektir. Dünya, nefis ve şehvet engellerini aşmış bulunanlar, Cehennem’e girmekten kurtulup, Cennet yoluna girmiş olmaları itibarıyla felâhla müjdelenmişlerdir.
Ayrıca اَلْمُفْلِحُونَ’daki harf-i tarif de tahsis ifade etmektedir. Bundan başka, te’kid ifade eden هُمْ, zamir-i fasıldır ve nahiv kaidesince, mübteda ile haberin her ikisi de mârife oldukları takdirde, mübteda ile haberin bilinmesi ve habere sıfat veya müşârun ileyh nazarıyla bakılmaması için araya girer ve bu durumda cümle kasr ifade eder.
[1] Nesefî, el-Akâid s.1.
[2] Buhârî, îmân 3; Müslim, îmân 57.
[3] Müslim, îmân 58; Ebû Dâvûd, sünnet 14; Nesâî, îmân 16.
[4] Bakara sûresi, 2/238.
[5] Mü’minûn sûresi, 23/2.
[6] Buhârî, ezân 18, edeb 27, temennî 9; Dârimî, salât 42.
[7] el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/135, 136; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/39.
[8] el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/40.
[9] Müslim, îmân 134; Tirmizî, îmân 9; Ebû Dâvûd, sünnet 15.
[10] Tirmizî, zekât 27; Saîd İbn Mansûr, es-Sünen 5/100.
[11] Bakara sûresi, 2/215.
[12] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 8/380; el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/183.
[13] Nisâ sûresi, 4/128.
[14] Bkz.: Âdiyât sûresi, 100/8.
[15] Mü’minûn sûresi, 23/4.
[16] Buhârî, zekât 18, vesâyâ 9; Müslim, zekât 94-97.
[17] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.45.
[18] Fâtiha sûresi, 1/5.
[19] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.43-44.
[20] Bakara sûresi, 2/264.
[21] et-Tirmizî, eş-Şemâil s.294; el-Bezzâr, el-Müsned 1/396; et-Taberî, Tehzîbü’l-âsâr 1/88.
[22] Bakara sûresi, 2/4.
[23] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/106; Şuarâ sûresi, 26/192; Fussilet sûresi, 41/2; Vâkıa sûresi, 56/80; Kadr sûresi, 97/1.
[24] Âl-i İmrân sûresi, 3/3.
[25] Fâtır sûresi, 35/31.
[26] Buhârî, cihâd 145; Müslim, îmân 241.
[27] Ebû Dâvûd, ilim 12; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/136.
[28] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.49.
[29] Buhârî, teyemmüm 1; Dârimî, salât 111; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/304.
[30] Duhâ sûresi, 93/4.
[31] Kıyâmet sûresi, 75/20-21.
[32] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/49; Mâide sûresi, 5/110.
[33] Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/250; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/136.
[34] Bakara sûresi, 2/5.
- tarihinde hazırlandı.