Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (6-7. âyetler)
Yukarıda da izah edildiği gibi إِنَّ Arapçada, ismini nasb, haberini ref eden ve fiillere benzeyen altı harften biri olup, kullanıldığı yere göre “elbette, muhakkak, şüphesiz” gibi tahkik ve te’kid mânâsı ifade etmektedir. Arapçada, Türkçede karşılığı olmayan bazı harfler vardır ki, إِنَّ de işte bunlardandır. Mesela خَالِدٌ قَائِمٌ “Halit ayaktadır.”, إِنَّ خَالِدًا قَائِمٌ “Şu iyi bilinmelidir ki, Halit ayaktadır.”, إِنَّ خَالِدًا لَقَائِمٌ “Muhakkak Halit gerçekten ayaktadır.” ifadelerinin hepsi mânâ bakımından aynı gibi görünse de, bunlar arasında önemli mânâ farklılıkları vardır. Eğer muhatabın, Halit’in ayakta olduğuna dair hiçbir tereddütü yoksa ona bu haberi vermek için خَالِدٌ قَائِمٌ demek yeterlidir; bu mevzuda az dahi olsa bir tereddüt bahis mevzuu ise إِنَّ خَالِدًا قَائِمٌ diyerek ifadeyi te’kid etmek gerekir; muhatap Halit’in ayakta olduğunu inkâr ediyorsa ifade إِنَّ خَالِدًا لَقَائِمٌ şeklinde daha te’kidli olur.
Bundan anlaşılan da şudur: Bu ifadelerdeki farklılık, sadece kelime ve harf farklılığıyla değil, asıl muhatabın durumuyla alâkalı bir husustur. Dil üstadı Abdülkâhir Cürcânî’nin, muhatabın söylenen şeyi uzak görmesi nispetinde sözün te’kid unsurlarıyla te’kid edilmesi evladır hükmü[1] de işte bu hakikati ifade etmektedir. Ayrıca إِذْ أَرْسَلْنَۤا إِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُۤوا إِنَّا إِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ “Evet, iki Resûl gönderdik onlara, yalanladılar onları. Bunun üzerine, güçlendirdik onları bir üçüncü Resûlle. Dediler hep birden: ‘Biz Allah’ın Resûlleriyiz size!’” (Yâsîn sûresi, 36/14) ve قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ إِنَّا إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ “Resûller dediler: Elbette biliyor Rabbimiz, size gönderilen Resûlleriz biz.” (Yâsîn sûresi, 36/16) âyetleri bu konuya güzel birer misal teşkil etmektedir. İlk âyetteki ifadede de te’kid vardır (إِنَّا إِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ) ama muhatapları olan kavmin inkârda ısrarları üzerine söyledikleri sözü hikaye eden ikinci âyette aynı ifadeye bir de “lâm-ı te’kid” eklenmiştir (إِنَّا إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ).
Üstad Bediüzzaman, bu âyette tahkik ifade eden إِنَّ’deki nükteyi şöyle tasvir etmektedir: إِنَّ herhangi bir cümlede bulunursa, o cümlenin damını deler, hakikate nüfuz eder. Ve o davayı veya hükmü aşağıya indirir, hakikate yapıştırmakla, o hükmün hayalî veya zannî veya mevzu veya hurafe hükümlerden olmadığını ve ancak hakâik-i sâbiteden bulunduğunu ispat eder. Bu cümlede إِنَّ’nin hususî nüktesi, bu âyetin muhatabı olan Hazret-i Muhammed’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) şek ve inkâr bulunmadığı hâlde şek ve inkârı ref’etmek şe’ninde olan إِنَّ ile karşılanması, onların iman etmesi için Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şiddet-i hırsına işarettir.”[2]
Daha önce de zikredildiği gibi اَلَّذِينَ, ism-i mevsûl olup, gözle görülmeden evvel akılla bilinen, yeni ve garip bir kısım hakikatlere işaret eden bir edattır. Dolayısıyla onun vasıtasıyla ulaşılan hakikatler, sılası görülmeden, gözle müşâhede edilmeden akıl ve ilimle bilinen hakikatlerdir ki, buna, “ilme’l-yakîn” de denir. İşte, إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا ifadesindeki اَلَّذِينَ ism-i mevsûlüyle de o âna kadar bilinmeyen, yeni fakat garip gerçeklerden bahsedilmektedir.
Buradaki اَلَّذِينَ ile yukarıda zikredilen hem kâfir hem de münafık sınıfı veya sadece münafık ya da sadece kâfir sınıfı anlatılmaktadır. Şayet اَلَّذِينَ ile sadece kâfirler kastediliyorsa bunlar, bilinen kâfirlerden başka kâfirlerdir. Zira Mekke müşrikleri ile Medine’deki münkirlerin, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetinden önceki hâlleri ile nübüvvetinden sonraki hâlleri arasında çok ciddi değişmeler olmuştur. Çünkü o âna kadar müşrikler, Efendimiz’in hayır adına tebliğ ettiği esaslardan pek çoğunu yapıyorlardı. Fakat nübüvvetin gelmesinden sonra Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onların atalarından kendilerine intikal eden bir kısım hususları yapmaya başlayınca müşrikler, onları bile inkâra kalkışacak kadar acayip bir inkâr sergilemiş ve bunun neticesinde daha değişik bir küfr ü küfrana sapmışlardı. Yine Yahudilerden bazıları, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletini açıklamadan önce pek yakında bir peygamberin geleceğinden bahsediyor ve Kur’ân’ın ifadesiyle, onu bütün vasıflarıyla kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıklarını dillendiriyorlardı.[3] Hatta onlar, Evs ve Hazreç kabileleri içinde hep bunun propagandasını yapıyor ve “Beklediğimiz peygamber geldiği zaman bizler, siz Araplara galebe çalacağız.” diyorlardı. Ne var ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletini açıklayınca birden bire O’na karşı tavırlarını değiştirmiş ve farklı bir görüntü sergilemeye başlamışlardı. Şöyle ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkındaki beşaret ve işaretler de dâhil olmak üzere o güne kadar kabul ettikleri şeylerin hepsini inkâr ediyor ve önceleri söylediklerini kendileri söylememiş gibi davranıyorlardı. Binaenaleyh اَلَّذِينَ, bilinen bir mevzudan bilinmeyen bir mevzuya; ülfet peyda edilen bir meseleden, garip, yeni ve orijinal bir mevzuya intikal etmeyi ifade sadedinde zikredilmiş ve küfürdeki çeşitlilik ve onun iman karşısındaki zıddıyeti, orijinal bir üslupla ifade edilmiş oluyordu.
Ayrıca سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ beyanında سَوَۤاءٌ kelimesinin عَلٰى harf-i cerri ile sılalanmasında şöyle bir belâgat nüktesi vardır:
Âyet-i kerimede إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ “İnkâra saplananları ister inzar et, ister inzar etme onlar için birdir, imana gelmezler.” (Bakara sûresi, 2/6) buyrulmaktadır. Dikkat edilecek olursa burada سَوَۤاءٌ عَلَيْكَ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ “Onları inzar edip etmemen Senin için müsavidir.” değil de, سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ denilmiştir. Yani “Sen, onları inzar etsen de olur etmesen de olur.” yerine “Sen onları inzar edeceksin. Zira inzar etmezsen peygamberlik vazifeni yapmamış olursun. Her ne kadar Senin inzarın onlara tesir etmeyecek olsa da bu durum, Seni vazifenden alıkoymamalıdır. Senin vazifen, risaletini tebliğdir; kabul ettirmek Alîm u Hakîm olan Allah’a (celle celâluhu) aittir.”
Diğer bir husus; bu âyet-i kerimedeki عَلَيْهِمْ kelimesiyle “inzar etmek ve etmemek” ifadeleri, bu sözlerin muhatabı olan cemaatin “vurdumduymaz” bir karaktere sahip olduklarını tasvir etmektedir ki, bu edebî tasvirde inzar tıpkı bir rahmet (yağmur) gibi o cemaat üzerine yukarıdan aşağıya sağanak sağanak yağmasına rağmen, onların bu inzarı duymazlıktan ve görmezlikten geldiklerinin ve bu vurdumduymazlıklarıyla küfrün kötü neticesine ve kalblerinin mühürlenmesine müstehak olduklarının fotoğrafı gözler önüne serilmektedir.
Burada ayrı bir incelik de “irşad” veya “tebliğ” gibi kelimeler yerine özellikle “inzar” kelimesinin kullanılmış olmasıdır. Mesela أَأَبْلَغْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُبْلِغْهُمْ veya أَأَرْشَدْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُرْشِدْهُمْ yerine أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ denilmiştir. Evet, irşad kelimesi kullanılmamıştır; çünkü irşad, irşad edilmeye açık olan kimselere yapılır –ki buna siyak hiç de müsait değildir. Zira onların kalb, kulak ve gözleri mühürlenmiştir.– Tebliğ kelimesi ise daha ziyade kendilerinden bir hayır ümit edilen kimseler için söylenilegelmiştir. Ayrıca, خَتْم kelimesi bunlarda hayır adına hiçbir ümidin olmadığını göstermektedir. Öyleyse bunlara sadece gittikleri yolun sonunun çok kötü olduğunu hatırlatmak, ifade bakımından daha uygun düşmektedir. Türkçemizde de böylesine bir çıkmaza girmiş kimseleri girdikleri yolun kötü encamından inzar etmek için değişik sakındırma ifadelerinin kullanılması söz konusu olagelmiştir. Mesela, olabildiğine dalâlet ve sefahete dalmış bir insan, çeşitli çarelere başvurulmasına rağmen vazgeçirilemediği zaman ona, “Sen kumar ve içki gibi kötü alışkanlıklarınla hem kendine hem de sevdiklerine kötülük yapıyorsun. Son kez söylüyorum, bunları bir an önce terk et!” şeklinde son bir nasihatte daha bulunularak, kendisini bekleyen kötü akıbet ona anlatılır ve yaptığı işten sakındırılmaya çalışılır. Binaenaleyh âyet-i kerimede eğri yolun encamını ve sû-i akıbetin nasıl olduğunu hatırlatma mânâsına “inzar” kelimesinin seçilmesi gayet latif ve yerindedir.
Buradaki لَا يُؤْمِنُونَ “Onlar iman etmezler.”, كَفَرُوا “Onlar küfre girdiler.”in bir mübeyyini ve açıklayıcısıdır.
خَتَمَ اللهُ : Cebriye, bu ifadeyi, إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا’da anlatılan hususa bir sebep veya –farklı bir ifadeyle– onu bunun neticesi sayarak “Allah’ın onların kalblerini mühürlemesi sebebiyle onlar küfre düştüler.” ya da tabir-i diğerle, “Onların küfre girmesi, Allah’ın onların kalblerini mühürlemesi neticesi olmuştur.” diyerek bu insanların küfre düşmelerini tamamen Cenab-ı Hakk’a isnat etmişlerdir. Mutezile ise tam tersini iddia etmiş, yani إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا’yu خَتَمَ اللهُ’ya bir sebep sayarak, “Kendi iradeleriyle küfre girmeleri yüzünden Allah onların kalblerini mühürledi.” ya da “Kendi iradeleriyle küfre girmeleri, Allah’ın onların kalblerine mühür vurmasını netice verdi.” diyerek böylelerinin kalblerinin mühürlenmesini, –âdeta zaruri bir netice olarak– tamamen onların iradelerine, iradeleriyle girdikleri küfre vermiştir. Ehl-i Sünnet ise, Cebriye ve Mutezile’nin düştüğü ifrat ve tefrit anlayışından ve o tür bir zaruri sebep-netice münasebetinden uzak bir yaklaşımla “Evvela onlar kendi iradelerini kullanarak küfre düşmüşler, Cenab-ı Hak da onların kalblerini mühürlemiştir.” sözleriyle düşüncelerini ortaya koymuşlardır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, İşârâtü’l-İ’câz’da خَتَم kelimesindeki istiare-i temsiliyeye işaret ederek şöyle demektedir:
“خَتَمَ اللهُ cümlesiyle; kalb ile vicdan, nur-u iman sayesinde hakâik-i ilâhiyenin tecellisine mazhar olmakla menba-ı kemalât, hayattar ve ziyadar oldukları hâlde; küfrün ihtiyar edilmesiyle zulmetli, ıssız, haşerât‑ı muzırra yuvasına inkılab ettikleri için mühürlenmiş, kilitlenmiş ki, o korkunç yuvadaki akreplerden, yılanlardan içtinab edilsin.”[4] Yani kalbi mühürlenmiş bir kimse, Müslümanlar arasında kâfir olarak bilinirse, Müslümanlar onun küfründen korunmuş olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Müslümanların, münafıklar hakkında müteyakkız olmaları telkin edilerek, sosyal hayatlarını sarsıntılardan korumaları adına onlar hakkında geniş açıklamalarda bulunulmuştur. Zira münafık, gizli düşmandır. Kâfir ise Allah’ın, kalblerine, sem’lerine ve basarlarına mühür vurduğu açık düşmandır. Dolayısıyla Müslümanlar, onlar hakkında gerekli tedbirleri alıp kendilerini koruyabilirler. Zaten إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا âyetinde de işte bu “bilinen kâfir” mânâsı kastedilmiştir. Sahabe ve tâbiînden pek çok kimse, bu kâfirlerin Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve İbn Ebî Muayt gibi malum ve önde gelen kâfirler olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca bu ifadeden, kıyamete kadar gelecek olan bütün kâfirlerin, hususiyle de onların elebaşlarının kalb, sem’ ve basarlarının değişmeyen âdet-i ilâhiye çerçevesinde mühürleneceğini anlamak da mümkündür.
Yine Bediüzzaman Hazretleri, خَتَمَ اللهُ ifadesinde lafzatullahın mütekellim zamiri yerine sarih olarak zikredilmesiyle alâkalı şöyle bir nükte zikretmektedir:
“اللهُ : Zamir-i mütekellimin yerine ism-i zâhirin gelmesi, tekellümden gaybete iltifattır. Ve bu iltifatta latif bir nükte vardır. Şöyle ki: لَا يُؤْمِنُونَ’den sonra بِاللهِ mukadder ve menvî (maksud) olduğuna nazaran, sanki nur-u mârifet onların kalblerinin kapılarına geldiğinde kalblerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gazaba gelerek onların kalblerini hatmetti (mühürledi, kapattı).”[5]
عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰۤى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ خَتَمَ اللهُ: Burada قُلُوب çoğul, سَمْع tekil, أَبْصَار ise yine çoğul olarak gelmiştir. Esasen eskilerin اَلطُّرُقُ إِلَى اللهِ بِعَدَدِ أَنْفَاسِ الْخَلَائِقِ[6] şeklinde ifade ettikleri gibi, mârifet-i ilâhiyeye giden yollar, mahlûkatın solukları sayısıncadır. Bu itibarla da, kalben Cenab-ı Hakk’a vâsıl olan mârifet yolları nâmütenâhidir. Onun için bu âyet-i kerimede kalb kelimesi, قُلُوبِهِمْ “onların kalbleri” şeklinde çoğul olarak zikredilmiştir. سَمْع’in müfred kullanılmasına gelince: Sem’in yolu birdir ve o da vahy-i semavîdir. أَبْصَار’ın cem’iliği ise: Âfâkî ve enfüsî tetkikte onda da yollar nâmütenâhidir. Binaenaleyh iki cemi’ arasında sem’in müfred olarak zikredilmesi bu nükteyi işaretliyor olabilir.
Üstad Bediüzzaman, bu hususla alâkalı da şunları söyler: “Kalb ile basarın taalluk ettikleri şeyler mütehâlif, yolları mütebâyin, delilleri mütefâvit, talim ve telkin edicileri mütenevvidir. Sem’ ise, kalb ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferddir. Cemaatin işittikleri, ferddir. İşiten ferd, ferd olur. Bunun için müfred olarak iki cem’in arasına düşmüştür.”[7] Yani vahyi işittiren Allah (celle celâluhu) tek, O’ndan işitip cemaate işittiren peygamber de tek olduğu gibi, onu işiten, dinleyen fertler, hakiki fert olma liyakatini kesb eder ve herkes teker teker kendine göre işitir. Aynı zamanda burada irşadda insanların teker teker ele alınması gerektiğine de bir telmih var gibidir. Kalb ve gözlerin durumuna gelince, bunlar telakkiler adedince değişebilir. Kalbin serâdan süreyyâya (yerden göğe) kadar delillere mahall-i vürûd olması, basarın serâdan süreyyâya delilleri müşâhede ve değerlendirme yöntemleri yine nâmütenahidir. Allahu a’lem, bunun için âyet-i kerimede kalb ile basar cemi’, sem’ ise müfred olarak gelmiştir.
وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ : Âyet-i kerimede وعَلَيْهِمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ yerine وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ denilmektedir ki bu ifadeden, onların bu azabı, tıpkı mal kazanır gibi kendilerinin kazandıkları anlaşılmaktadır. Yani onlar, tarlalara iyi bir tohum zannıyla zakkum saçmışlar, faydalı bir ürün elde ettik düşüncesiyle de ektiklerini biçip hasat ederek ambara doldurmuşlar; ne var ki ambara doldurdukları şey daha sonra karşılarına yılan ve çıyan olarak çıkmış. Sanki onlar kendi lehlerine bir iş yaptıkları zannıyla her zaman çalışmışlar ama hep belâ ekip azap biçmişlerdir.
عَذَابٌ kelimesine gelince o, yukarıda da izah edildiği gibi, “tatlı” mânâsına da gelen bir kökten gelmektedir; evet, sanki onlara, küfür ve küfrandan lezzet aldıkları hatırlatılarak, işaret tarikiyle, “Tatlı amelinizin acısını çekin!” diye başlarına vurulmakta, yüzlerine çarpılmaktadır. Yani عَذْب “tatlı (su)” kelimesinin türediği aynı kökten gelmesi itibarıyla عَذَابٌ kelimesi kullanılarak, “Esasen bu azaba müstehak olanlar, Cennet ehli gibi ahirette ilâhî nimetleri tadacaklardı; fakat onlar, iradelerini suistimal edip kötüye kullandıklarından dolayı, o tatma, azap hâline dönüştü.” şeklinde bir tehvîle (korkutma) gidilmiştir.
Ayrıca عَذَابٌ kelimesindeki tenvin, tenkîr için olması itibarıyla tazim ve tehvîle de delâlet etmektedir. Tenkîrin, tazime delâlet etmesi, azabın ihata edilemeyecek kadar büyük olduğuna; tehvîle delâlet etmesi ise, onun tasavvurunun dahi insanı ürpertecek kadar korkunç olduğuna işaret etmektedir. Tenvinin tenkîr için olması, bazen de anlatılmak istenilen şeyin meçhul olduğunu göstermektedir ki bunda, Cehennem azabının dünya azabı cinsinden olmadığı ve dünya azabı ne kadar büyütülürse büyütülsün asla Cehennem azabının büyüklüğünü ifade edemeyeceğine de bir ima vardır.
عَظِيمٌ kelimesi ise, tazim ifade eden عَذَابٌ’deki tenvine açık bir te’kiddir.
اَللّٰهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ الْأَبْرَارِ بِرَحْمَتِكَ يَا رَحِيمُ، يَا رَحْمٰنُ، يَا غَفَّارُ.
[1] el-Cürcânî, Delâilu’l-i’câz s. 250.
[2] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.65.
[3] Bakara sûresi, 2/146; En’am sûresi, 6/20.
[4] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.70.
[5] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.77.
[6] Bkz.: İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye 3/549; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 1/396, 6/165, 14/160.
[7] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.78.
- tarihinde hazırlandı.