Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (8. âyetler)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ
“Öyle insanlar vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler; ama onlar iman etmemişlerdir.”
Buradaki مِنْ, teb’iz için olup insanlardan belli bir gürûha delâlet etmektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, o dönemde nifak ve şikakı idare eden pek çok kimse varmış. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine-i Münevvere’yi teşrif buyurunca bir kısım Yahudilerin bütün ümniye ve kuruntuları boşa çıkmış ve Medine yoluyla Arap yarımadasında hâkimiyetlerini devam ettirmeyi düşlerken, kendi içlerinden çıkmasını bekledikleri hâlde Kureyş’ten çıkan bu sürpriz Peygamber, onların kuruntu ve plânlarını altüst etmişti. Bunun üzerine büyük bir sarsıntı geçiren bu kimselerin içinde çok inatçı bir gürûh teşekkül etmişti ki, âyet-i kerimedeki teb’iz ifade eden مِنْ ile, umumi mânâda sarsıntı geçiren bu topluluk içinde sağa sola gidip yalpa yapan, bir türlü yörüngesini bulamamış azınlığı teşkil eden bu münafık gürûh kastedilmektedir. Karşılaştıkları kimselere yalan söyleyip “Biz Allah’a iman ettik.” diyenler de işte bu azınlığı teşkil eden kimselerdir. Onlar, mü’minlerle karşılaştıklarında اٰمَنَّا diyorlardı ki, aslında burada küçük bir telmih vardı. Şöyle ki اٰمَنَّا’nın mâzi sigasıyla ifade edilmesinden anlaşılan, Kur’ân’ın işaret ettiği bu azınlık gürûh, bu yeni dine (İslâm’a) bid’at nazarıyla bakıyor ve içlerinden şöyle diyorlardı: “Biz çok önceden iman etmiştik, şimdi yeniden iman edecek hâlimiz yok.” Bunu derken de Nebiler Serveri’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) hafife alma ve reddi işmam eden bir üslupla söylüyor ve اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ “Biz Allah’a ve ahiret gününe (zaten) inanmıştık.” diyorlar; ancak bunun yanında Kitab’a inandıklarını da özellikle söylemiyorlardı. Zira onlar, Kitab’a inandıklarını söyleseler ya Tevrat’ı ya da İncil’i kastedeceklerdi. Fakat hem Tevrat hem de İncil, âhir zamanda gelecek Son Peygamber’i müjdeliyor ve O’nun vasıflarından bahsediyordu. Binaenaleyh Tevrat veya İncil’e inandıklarını söylediklerinde Kur’ân’a da inanmak zorunda kalacaklardı. Hâlbuki onlar, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kur’ân’a inanmıyorlardı.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, fiil cümlesi yerine isim cümlesinin tercihi ve بِمُؤْمِنِينَ kelimesindeki nefyi te’kid eden بِ harf-i cerri, cümleye çepeçevre onları kuşatacak bir mânâ kazandırmıştır. Yani: وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ “Hiç iman etmiş değillerdir.” âyeti hem dünlerini hem de bugünlerini gözler önüne sererek onların genel durumlarını resmetmektedir. Şöyle ki, onlar adına geçmişe doğru bir yolculuk yapılıverse, ulü’l-azm bir peygamber olan Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) da o devrin münafıklarının asla inanmadıkları görülecektir. Onlar, Hazreti Musa’nın vefatından sonra bir kabile dinine inanmış olma darlığı içinde onun dinine sahip çıkmışlar; fakat bu münafık gürûh, daha sonra Hazreti Mesih zuhur edince onu da inkâr etmişlerdir. Bu itibarla da münafıkların اٰمَنَّا demeleri aslında koca bir yalandan ibarettir. Zira onlar tarihin hiçbir döneminde hakiki olarak iman etmemişlerdi/etmeyeceklerdi de.
Ayrıca bunlar, اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ şeklinde ifade ettikleri gibi sadece Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman etmiş olsalar da yine de bu, kâmil mânâda bir iman sayılmazdı; zira iman, bütün esaslarıyla bir bütündür ve ancak onu meydana getirecek rükünlerin varlığıyla gerçekleşebilir. Onun içindir ki, “Sadece Allah’a ve ahiret gününe inandım.” diyen bir insan hakiki mü’min sayılmaz.
Dil açısından âyet-i kerimedeki nüktelere gelince; Kur’ân-ı Kerim, daha önceki âyetlerde mü’minleri Allah’a iman etmeleri, emn ü eman içinde olmaları, emniyet telkin etmeleri, vefakâr olmaları gibi mümeyyiz vasıflarla; kâfirleri ise inzar ve adem-i inzarın yani uyarılmanın ve uyarılmamanın haklarında müsavi olması, kalblerindeki bütün istidat ve kabiliyetleri köreltip ruhlarındaki inkişaf istidadını öldürmüş olmaları ve böylece inkâr eksenli ikinci bir fıtrat kazanmaları gibi mümeyyiz vasıflarıyla ele almaktadır. Zira kâfirler de her insan gibi, yaratılış itibarıyla hakka açık bir fıtrata sahip olarak dünyaya gelmişken, iradelerini kötüye kullanmaları ve kendilerini imanın diriltici iklimine taşıyacak istidat ve kabiliyetlerini köreltmeleri neticesinde ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ “Sonra kalbleriniz katılaştı.” (Bakara sûresi, 2/74) veya فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ “(Kitab’ı tanımalarının üzerinden kendilerince) uzun zaman geçmesi sebebiyle, onlarda ülfet ve kanıksama meydana gelmiş, neticede kalbleri katılaşmıştı.” (Hadîd sûresi, 57/16) âyetlerinde ifade edildiği gibi inkâr edalı ikinci bir fıtrat kazanmışlardı. Evet onlar, imana açık o ilk fıtratlarını değiştirip kabiliyetlerini kaybetmiş ve kaskatı kesilerek âdeta birer taş hâline gelmişlerdi ki, ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً “Sonra kalbleriniz katılaştı, artık onlar taş gibi, hatta ondan da katı!” (Bakara sûresi, 2/74) âyet-i kerimesi de işte bu hakikate işaret etmektedir.
Yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı üzere münafıklar, kâfirlerle beraber olup onlarla beraber hareket etmenin yanında, bazen de mü’minlerle birlikte Allah’ın nezd-i ulûhiyetinde, nübüvvetin himaye kanatları altında ve Kur’ân’ın saçtığı nur ikliminde görünmektedirler ki, böylesi karma karışık bir ruh hâletine sahip olmaları itibarıyla Kur’ân-ı Kerîm onları mümeyyiz vasıflarıyla tanıtacak kesin bir tarif yapmamış ve ne mü’minler ne de kâfirler için kullanılan tabirlerle değil de, mü’min-kâfir bütün insanların ortak bir paydası olan “insan olma” vasfını kullanarak وَمِنَ النَّاسِ beyanıyla resmetmiştir.
Ayrıca اَلنَّاس kelimesinde şu tür nüktelerin mevcudiyeti de söz konusudur:
1. Esasen münafıklar da insandırlar. Ama Kur’ân-ı Kerim, “Onların yaptığı bu akıl almaz ve insanlık dışı işler bir insan tarafından nasıl irtikâp edilir!” gibi bir hayreti ifade etmesi bakımından doğrudan doğruya onları insanî ufka yönlendirme imasında bulunmaktadır; çünkü bir insan bu şekilde nifaka düşmemelidir; zira nifaka düşen birinin insaniyeti sorgulanır hâle gelmiş demektir.
2. Kur’ân-ı Kerim, ayıp ve kusurlarının açığa çıkmaması, aradaki perdenin yırtılmaması ve yaptıkları bu insanlık dışı işleri artık çok rahatlıkla yapar hâle gelmemeleri için münafıkların bu hâllerini setretmekte ve onları وَمِنَ النَّاسِ ifadesiyle sadece “insan” olarak ele almaktadır.
3. Bundan başka وَمِنَ النَّاسِ ifadesiyle Kur’ân-ı Kerim, insanlar içinde mü’minler ve kâfirler olduğu gibi münafıkların da bulunacağına; münafıkların mü’minlerin maddî güç ve hâkimiyetleri karşısında İslâm’ın zâhirini kabul etmiş gibi gözüktükleri hâlde iç dünyalarında sürekli küfürle içli-dışlı olduklarına ve yeryüzünde insan kaldığı müddetçe daima böyle bir münafık gürûhunun da bulunacağına dair bir telmihte bulunmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim, مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ibaresinde evvela münafıkların “İman ettik.” sözlerinin boş bir ifade olduğunu beyan buyurmakta, onların bu sözlerinin iman olmadığını vurgulama sadedinde: “Onlar ‘İman ettik.’ derler.” diyerek bunun, كَلَّا إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَۤائِلُهَا “Hayır, hayır! Bu onun söylediği mânâsız bir sözdür.” (Mü’minûn sûresi, 23/100) âyetinin de ifade ettiği gibi hakikatten uzak bir söz olduğunu belirtmektedir. Evet münafıkların اٰمَنَّا “Biz iman ettik.” demeleri sadece bir “lâf-ı güzaf”, bir boş sözden ibarettir ve kat’iyen imanın ifadesi olarak içten gelen bir söz değildir.
Aynı âyet-i kerimede ayrıca şöyle bir nüktenin var olduğu da söylenebilir: مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا ifadesinden, münafıkların iman etmediklerini söylemeye cesaretlerinin olmadığı anlaşılmaktadır. Ne var ki Kur’ân bize onların sözlerini naklederken ya aynen iktibas ederek ya da onların maksatlarını, duygu ve düşüncelerini, içten konuşmalarını veya değişik kurgularını, Kur’ân’ın kendine ait ulvî kalıpları içinde formüle ederek intikal ettirmektedir. Binaenaleyh مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ifadesi, o günkü münafıkların söyledikleri sözün bize intikal etmiş bir iktibasından ibarettir. Allah (celle celâluhu) onların söyledikleri sözleri bize naklederken hem onların hissiyatlarına hem de duygu, düşünce ve inançlarına tercüman olarak nakletmektedir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın onların sözüne bir ilave veya kısaltmada bulunduğunu söylemek doğru değildir. Öyleyse yukarıda da ifade edildiği gibi, onların اٰمَنَّا demeleri bir “lâf-ı güzaf”tan ibarettir ve ona kat’iyen “iman” denilemez.
اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ifadesinde şöyle bir nüktenin mevcudiyeti de söz konusu olabilir: Allah’a ve ahirete iman, bütün semavî dinlerin üzerinde ittifak ettikleri iki önemli esastır. Âyet-i kerimede münafıkların اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ “Allah’a ve ahiret gününe iman ettik.” demeleri her şeyi bu iki esasa bağlı götüren diğer din mensuplarına mümâşat adına bir tavır da olabilir; zira bu iki rükün inkâr edildiği zaman hiçbir anlayışa göre imanla alâkaları kalmayacak ve yalnızlaştırılacaklardır.
Evet, daha sonraki âyette de görüleceği gibi münafıklar, kesin bir kanaat sahibi olmadıkları ve daima şüphe ve tereddüt anaforunda savrulup durdukları hâlde, اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ sözünü bütün din sahiplerini karşılarına almama üslubuyla söylemiş gibidirler. Ayrıca bu sözün altında hem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem de Kur’ân-ı Kerim’e karşı sinsi bir tavrın bulunduğu da açıktır. Evet, münafıklar bu sözleriyle, iman ettiklerini söyledikleri esaslar arasında Allah Resûlü’nü ve Kur’ân-ı Kerim’i kasten zikretmemişlerdir.
Burada münafıkların, tereddütlerini imaya delâlet edecek bir kelime seçip onunla kendilerini anlatmaları gerekirken اٰمَنَّا “Biz iman ettik.” diyerek mâzi sigasıyla anlatmalarına ve âdeta “Artık şimdi bize iman lazım değil.” şeklindeki üsluplarına karşılık Kur’ân-ı Kerim, وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ ifadesiyle, onların ne geçmişte ne de şimdi iman etmiş olmadıklarını ve اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ sözlerinin de hakiki iman için yeterli bulunmadığını bildirmektedir.
- tarihinde hazırlandı.