Mülkiyet
Hayatı ihata eden bütün meseleler, İslâm’da kendi orijini içinde farklı bir keyfiyeti haizdirler. İktisadî ve ticarî meseleler için de aynı şey söz konusudur.
Evet, İslâm, bu konuya da yine tevhid anlayışı içinde yaklaşır ve her şeyde müntesiplerinin iç ve dış dünyalarını tevhid ile mamur hâle getirmeyi hedefler.
Yani kul, iç sıkıntılarını 'Allah' diyerek atabildiği gibi, toplum da değişik sıkıntıları "Mülk Allah'ındır." (Fâtır sûresi, 35/13) anlayışıyla aşabilir ki, İslâm'ın iktisat anlayışı da bu temel düşünceye dayanmaktadır.
Mülk Allah'a ait olduğu gibi, hamd ve senâ da O'na mahsustur. Öyle ise ne baronların ne feodal beylerin ne bir ucu devrimize kadar uzayıp gelen kapitalistlerin ne de proletarya sınıfının mülkün gerçek sahibi olması söz konusudur.
Her şey Allah'ın olduğu gibi yeryüzü de O'nundur. Ve O, er geç yeryüzüne iç ve dış salâha ermiş kullarını vâris kılacağını beyan buyurmaktadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın değişmeyen ve asla değişmeyecek olan kanunu ve âdet-i sübhaniyesidir.
Esasen hakikî mânâda yeryüzünün hâkimi Allah'tır. Ancak O, geçici olarak beşer eline itibarî ve izafî bir hâkimiyet vermiştir; vermiştir ama dikkat edilecek olursa, bu itibarî hâkimiyette dahi yine hep O'nun hükümranlığı müşâhede edilmektedir.
Şu kadar var ki, insanlar Allah'a yaklaşmaları ve kurbiyetleri nispetinde bu hâkimiyete ehil hâle gelirler. Allah (celle celâluhu) da onları bir ölçüde hakem kılar, onlar da vekâleten hükmederler. Muvakkaten yeryüzünde söz onlara ait olur. Milletler arasında nizâ olduğunda onlara başvurulur. Tıpkı Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali'ye başvurulduğu; Selâhaddin'e, Kılıçarslan'a, Alparslan'a, Fatih ve Kanunî'ye müracaat edildiği gibi...
Tavanıyla, tabanıyla hakikî mânâda Allah'ın halifesi hâline gelmiş bir cemiyet ve millet, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına götüren yolun temsilcisidir. Bunda hiç kimsenin zerre kadar şüphesi olmamalıdır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın değişmeyen kanunu hep böyle devam edegelmiştir.
Hükümler, kader âleminde verilir. Ancak, uygulama içtimaînin şartları ve kaidelerine göre yeryüzünün halifesi hâline gelen bir millet tarafından yerine getirilir. Artık hakkında hükmedilen millet ve devletler için verilen hükümlerden kurtuluş da yoktur.
Bazen bu hüküm, herhangi bir milletin hürriyetinin elinden alınması şeklinde olur. Bazen, bir millet içtimaî coğrafyadan silinme cezasına çarptırılır. İnfaz eden ise hep aynı millet veya salâhını ispat etmiş bir kısım milletler topluluğudur.
Yeryüzüne ancak salih kimselerin vâris olacağı hakikati şeriat-ı fıtriye kanunları içinde, lâyezel (ebediyen) devam edecek ve hiçbir tebeddül ve değişikliğe de uğramayacaktır.
Biz, Müslümanlar olarak Allah'a teslim olur ve başka teslim ve başka teslimiyetleri de kölelik ve esaret sayarız. Böyle bir esaret hayatına her zaman ölümü tercih ederiz. Eğer teslim olup karşısında temenna durduğumuz bizden birisi varsa, bu da netice itibarıyla O'na râci olduğu içindir.
Aslında bizim bu teslimiyetimiz de hep belli sınırlar dahilinde cereyan etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın sınır koyduğu noktadan öteye, hiç kimseye hiçbir şekilde serfürû etmemiz ve baş eğmemiz söz konusu değildir. Kendimizi Cenâb-ı Hakk'a nispet ederek intisap ve köleliğimizi itiraf ise, bizler için hayatımızın en onur ve şeref verici davranışı sayılır. Bizim için böyle bir kölelik hürriyetin; böyle bir intisap da şeref ve izzetin ta kendisidir.
1. Mülkün Yegâne Sahibi Allah'tır
Mülk Allah'ındır. İslâm mal ve mülkü ele alıp değerlendirirken bu zaviyeden ele alır. Biz de meseleye bu zaviyeden yaklaşacak ve söyleyeceklerimizi hep bu ölçüler içinde söylemeye gayret edeceğiz.
Yeryüzü Allah'ındır. Biz de Allah'ın mülküyüz. Bu mevzuda teşrî ve tevcîh hakkı ancak ve ancak Malikimiz olan Allah'a aittir. Bugün yeryüzü sahnesinde biz bulunuyoruz. Dün başkaları bulunuyordu. Yarın da başkaları bulunacak. Gelen mutlaka gidecek; giden de bir daha geri gelmeyecek.
Hakkında gidip-gelme sözcüğünü kullanmak muhal olan Ezel ve Ebed Sultanı bir Zât vardır ki, ufûl etmeyen, yok olup gitmeyen sadece ve sadece O'dur. Malikiyet de sadece O'na aittir. Diğer malikiyetler ise izafîdir, geçicidir. Bunlar dünyaya gelince malik olduklarını zannederler; giderken de malik olmadıkları keder ve tasasıyla çeker giderler. Ne kadar, hâkimiyet iddiasında bulunanlar varsa, bunlar dünyadan göçtüklerinde ne mülkleri ne de hâkimiyetleri kalır. Her şey dağılır gider; dağılır gider ve sadece O kalır.
Öyle ise insan, dünya onu silkeleyip atmadan kendi iradesi ve irfanıyla daha sonra varacağı menziline yönelmeli ve durmadan dolup boşalan bu kararsız dünyaya gönül bağlamamalıdır.
Allah (celle celâluhu) ötede: "Bugün mülk kimindir?" (Mü'min sûresi, 40/16) diye soracak. Ve işte bizler ötelere ait bu soruya daha dünyada iken cevap veriyor ve "Mülk bütünüyle Senindir Allahım!" diyoruz. Bütün düşüncelerimizi de bu temel prensibe bağlıyoruz.
Şimdilik, sabah-akşam okuduğumuz ve bilhassa çarşı ve pazara çıkarken okunması sünnet olan şu duayı meselemizle alâkalı olması açısından kaydedip geçelim:
لَا اِلَهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ اْلمُلْكُ وَلَهُ اْلحَمْدُ يُحْييِ وَيُميِتُ وَهُوَ حَيٌّ لاَ يَموُتُ بِيَدِهِ اْلخَيْرُ وَهُوَ عَلىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
"Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir. O'nun asla şerîki olamaz. Mülk O'nundur, hamd de O'na mahsustur. O diriltir ve öldürür. O ezelî ve ebedî hayat sahibidir. Hayır O'nun elindedir. O'nun kudreti her şeye yeter."[1]
Bizim çarşı ve pazarımıza işte bu düşünce hâkimdir. Bu itibarla malikiyet iddiasında bulunanlar kendilerini malik zannededursun, değişik kuruntulara girsin, mülk iddiasında bulunsun veya mülkü esbaba taksim etsinler; bütün bu mülk, şerîki ve ortağı olmayan Allah'ındır.
O öldürendir, diriltendir. O isterse, piyasa ve pazar canlanır ve yine O isterse piyasayı, pazarı altüst eder. Zira O her şeye kadirdir. Biz düşünce dünyamızda hâkimiyeti O'na veriyor, mülkünde istediği gibi tasarruf yapacağına dair olan itikadımızı, söz ve fiillerimizle bir kere daha perçinliyor; bütün cihan duysun ve bu velvele ile bir kez daha inlesin: "Mülk sadece ve sadece Allah'ındır..." diyoruz.
2. Teşrî Allah'a Ait Bir Haktır
Teşrî ve tevcîh hakkı Allah'ındır. Hükmü ancak ve ancak O verir.. evet, teşrî hakkı sadece ve sadece Allah'a aittir. İktisadî hayata ait kanun vâzıı (koyucu) da bir başkası değil O'dur.
Güneşi semamıza kim perçinlemişse, dünyayı 149,5 milyon kilometrelik mesafede güneş etrafından kim döndürüyorsa; dünyaya, hayata müsait olsun diye 23,5 derecelik meyli kim vermişse, atmosferin içerisine % 21 nispetinde oksijen tespit edip bizim hava almamızı kim sağlamışsa, bizleri kim öldürüp diriltiyorsa ve hayatın her sahasında bize kim Hâkim-i Mutlak ise, iktisadî hayatımızın hâkimiyeti de ancak O'na aittir.
Zira insanla diğer sistemler arasında çok ciddî bir münasebet vardır. Bütün cihana hâkim olup tasarrufta bulunmayan, bu münasebet ve irtibatı temin ve tesis edemez. Bunu temin ve tesis edemeyene de hakikî mânâda hâkim ve malik denemez.
Nasıl ki, insan bünyesinin herhangi bir uzvuna hâkim olmak için bütün vücuda hâkim olmak şarttır. Zira bütün uzuvlar arasında çok ciddî bir irtibat ve münasebet vardır. Ve vücudun bütününe hâkim olup tasarrufta bulunamayan, bir hücreye dahi hakikî mânâda hâkim olup tasarruf edemez. Öyle ise bütün kâinata malik olamayan insana dahi hakikî olarak malik olamaz.
Bu itibarla bizler, mal ve mülkümüzle beraber, her şeyin maliki olan Allah'a teslim oluyor ve O'nun malikiyetini bütünüyle kabul ve itiraf ediyor, O'na veriyoruz. Malikiyet O'nun olduğuna göre, teşrî hakkı da O'nundur...
Teşrî ve tevcîh hakkı, ferdin içtimaîleşmesi neticesinde ortaya çıkan bir durumdur. Bizim toplum yapımızda fert o kadar içtimaîleşmiştir ki, o kendi huzur ve saadetini, mutlak planda içinde yaşadığı cemiyetin huzur ve saadeti içinde görmektedir.
Bizde hemen her fertte şu düşünce hâkimdir: "Eğer içinde yaşadığım toplum huzurluysa ben de huzurluyum. Herkesin bağ ve bahçesine semadan dürr ü güher yağıyorsa, benim bahtıma da birkaç tane düşsün isterim. Eğer başkası mahrumsa benim nasip ve payımın olması da o kadar önemli değil. Ben, içinde yaşadığım cemiyet için varım. Başka türlü düşünürsem varlık gayemi unutmuş olurum."
Diğer bir yaklaşımla bizde her fert, içinde yaşadığı cemiyetin lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olmalıdır ki, içtimaîleşme şuuruna ermiş olduğunu göstermiş olsun. Aksi hâlde birbirinden kopuk fertlerin ne cemiyet hayatından ne onun iktisadî yapısından ne de bedeviyetten kurtulduklarından bahsetmek mümkündür.
Bedeviyetten kurtulmuş fertlerdir ki ileri seviyede medeniyet ve umranlar kurabilmişlerdir. Bu da, teker teker fertlerin, cemiyetin hissiyatını ruhlarında duymalarıyla mümkündür. Böyle bir tevcîhin ise kanunu yoktur. Çünkü o, tamamen fertlerin yetişme tarzlarıyla alâkalıdır.
Bunun mânâsı şudur: Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'da çeşit çeşit hükümler vaz'etmiştir. Bu hükümlerden iktisadî yapıyı ilgilendirenlerin yanı sıra ilgilendirmeyen ve başka sahalara ait olanlar da vardır. Şimdi biz mevzumuzla alâkalı olması bakımından iktisadî ve malî hayatla alâkalı olanlardan bir ikisini kaydedelim.
Meselâ, Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurur:
"Erkeklere kendi kazandıklarından bir pay, kadınlara da yine kendi kazandıklarından bir pay vardır." (Nisâ sûresi, 4/32)
Erkek çalışıp kazanmışsa, elde ettiği mâmelek onundur. Kadın çalışıp kazanmışsa, o da onundur. Bu itibarla da hem kadının hem de erkeğin mülk edinme hakkı vardır. Mirasta da durum aynıdır.
"Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır. Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Bunlar az veya çok belirli birer hissedir." (Nisâ sûresi, 4/7)
Böyle bir hakka hiç kimse el uzatamaz. Aksi zulümdür, tecavüzdür. Cenâb-ı Hak, insanlara bir taraftan mülk edinme hakkı verirken diğer taraftan da zekât vermeyi emretmektedir. Zekât, fakirlerin zenginlerdeki hakkıdır.
3. Teşrî ve Tevcîh Üzerine
a. Teşrî ve tevcîhin mânâsı
İslâm, iktisadî ve malî yapılanmayı iki türlü ele alır:
Birincisi, meselenin teşrî yönüdür. Bu yönüyle iktisadî hayat belli prensiplere bağlanmıştır.
İkincisi ise, tevcîh yönüdür ki, bu yön tamamen fertlere kazandırılan şuurla alâkalıdır ve İslâm dini, ferde cemiyet şuuru kazandırmakla tevcîhe bir şekil vermiştir. Bu ise hiçbir zaman dondurulup bir sınır ve tahdit altına alınmamıştır. Misallerini gördükçe bu husus daha bir aydınlık kazanacaktır.
Meselâ, yukarıda geçtiği gibi, Cenâb-ı Hakk'ın insanlara bir taraftan mülk edinme hakkı verirken diğer taraftan da zekât vermeyi emretmesi birer teşrîdir ve bu teşrî hakkı, daha önceleri de ısrarla belirttiğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk'a aittir. Fakat bir de meselenin tevcîh yönü vardır ki buna sınır getirmek mümkün değildir.
Bir toplum düşünün ki, fert cemiyetle tamamen bütünleşmiştir. O cemiyetin üye ve fertlerinden birisi bir ay aç kalsa, o da bir ay hiçbir şey yiyip içmemektedir. Birisinin başı ağrısa, onun da iştahı kaçmaktadır. Dahası o, insanların ebedî hayatları adına daima iki büklüm yaşamaktadır. Sancıdan kıvranmadığı bir anı yoktur. Hâlbuki Allah ona sadece zekât vermeyi emrettiği hâlde, o, iktiza ettiğinde bütün malını hatta sırtına giydiği son elbisesini vermektedir. İşte bu bir tevcîhtir ve kulun iradesine bırakılmıştır.
Denebilir ki, sahabe bütünüyle bu şuura ermişti. Hz. Ebû Bekir'in verme ufku buydu. Onun bu tevcîhini had ve sınır altına almanız mümkün değildir. Hz. Ömer aynı şekilde veriyordu. Hz. Ali, günlerdir aç olduğunu unutuyor ve yiyecek bir şeyler almaya çıktığı pazarda, kendisine el açan birisine neyi varsa veriyordu. Hz. Osman'ın cömertliği karşısında ise Allah Resûlü "Allahım, Osman'ın cömertliğinden utanır oldum!" diyordu.
Abdurrahman b. Avf da bu şanlılardan biriydi. Bunlar hayatlarında Cennet müjdesi alan insanlardandı. Allah Resûlü bir defasında imamete onu geçirmiş ve arkasında namaz kılmıştı. Bu zat, neyi var neyi yok hepsini Mekke'de bırakmış ve Medine'ye öyle hicret etmişti. Ne var ki, bir keresinde Allah Resûlü, "Abdurrahman b. Avf'ı sürünerek Cennet'e gidiyor gördüm!" buyurmuştu. Sebebi sorulduğunda da: "Çok zengin olması" söylenmişti.
Aradan yıllar geçmiş, Hz. Âişe Validemiz Mescid-i Nebevî'de otururken dışarıdan gelen büyük bir gürültü dikkatini çekmişti. Yanındakilere gürültünün sebebini sorduğunda, Abdurrahman b. Avf'ın dillere destan ticaret kervanının Medine'ye yaklaşmakta olduğu söylenmişti. Duyulan ses ve gürültü de insanların bu kervanı karşılamaya koşmalarından ileri gelmekteydi.
Hz. Âişe Validemiz "Allah Resûlü doğru söylemiş!" dedi. Yanındakiler "Ne demişti?" diye sorunca da yukarıda zikrettiğimiz hadisi nakletmişti. Daha sonra bu söz Abdurrahman b. Avf'ın kulağına kadar gitti. Mahzun ve mükedder olmuş ve yediyüz deveyi yükleriyle Allah yolunda infak etmişti. Daha sonra da ya bizzat kendisi gelip veya birini gönderip: "Ey Anam, acaba ayaklarımı kurtarabildim mi?" diye sormuştu.[2]
İşte bu da tevcîhin ayrı bir yanı ve Abdurrahman b. Avf'ın engin ufku!. Ne var ki, herkesten aynı davranışı beklemek mümkün olmadığı gibi onu sınırlandırmak da mümkün değildir.
Hz. Ebû Zer (radıyallâhu anh) anlatıyor:
- Allah Resûlü tek başına Uhud'a doğru yürüyordu. Ben de hemen arkasına takıldım. Bir müddet arkasından yürüdüm. Uhud Dağını görünce: "Uhud Dağı kadar altınım olsaydı, hepsini dağıtırdım ve ondan bir dinarı hariç üç günden fazla yanımda beklemesini arzu etmem. O bir dinarı da yalnız borç ödemek için tutmak isterim." buyurdular. Sonra devamla şöyle buyurdular: "Bu dünyada malı-mülkü çok olanlar, kıyamet gününde azlık kurbanı olanlardır. Ancak sağına, soluna, önüne arkasına mal ve mülkünü dağıtanlar müstesna."
Allah Resûlü böyle derken eliyle sağına, soluna, önüne ve arkasına işaret ediyordu. Ben yanına gelinceye kadar 'Yerinde dur!' buyurup bir miktar daha yürüdük. Bu arada ben bir ses işittim ve Resûlüllah'ın yanına gelmek istedim. Sonra Resûlüllah'ın 'Yerinde dur!' buyurduğunu hatırladım ve vazgeçtim. Allah Resûlü gelince: 'O işittiğim ses ne idi?' diye sordum. Resûlüllah: 'Sen o sesi işittin mi?' buyurdular. 'Evet' dedim. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle buyurdular: 'Yanıma Cebrail geldi ve bana 'Ümmetinden her kim Allah'a hiçbir şeyi şerik koşmayarak ölürse Cennet'e girer.' dediler."[3]
b. Teşrî ve Tevcîhte Ölçü
Hz. Fatıma'nın eline Hz. Ali vasıtasıyla bir gerdanlık geçmişti. Ne Hz. Ali'nin ne de Hz. Fatıma'nın elinde böyle mal ve emtia uzun süre kalamazdı; gelen gelir ve Allah için bir başka yere verilirdi.
Hz. Ali hiçbir devirde evinde karnını doyuracak bir günlük yemekten fazlasını tutmadı. Dahası o, yaz-kış aynı elbiseyi giyerdi. Yazın terler, kışın ise tir tir titrerdi. Buna rağmen ganimetten eline geçen gerdanlığı hanımına vermiş ve Hz. Fatıma da bunu boynuna takıvermişti.
Efendimiz, kızının boynundaki gerdanlığı görünce kaşlarını çattı. O güneşe fer veren simada aniden bir tekallüs oldu. Aslında Hz. Fatıma, Efendimiz'in kadınların altın takmalarına müsaade ettiğini biliyor ve ona göre davranıyordu.
Evet, altın, kadınlar için mubahtı; o da, teşrîin kendisine tanıdığı bir hakkı kullanıyordu. Ancak onun mâşerîleşmiş bir vicdanı vardı. Ve bu tavrı, taşıdığı vicdana uygun değildi. Onun içindir ki, Efendimiz kaşlarını çatmış ve kızına hitaben şöyle demişti: "İster misin, insanlar, Peygamberin kızı boynunda Cehennem'den bir parça taşıyor, desinler?" Hz. Fatıma hemen boynundaki gerdanlığı çıkarıp satmış, sonra da bu para ile bir köle satın alıp onu hürriyete kavuşturmuştu. Ardından Allah Resûlü'ne gelerek yaptıklarını anlatınca, Resûlullah'ın mübarek yüzündeki bulutlar dağılmış ve çehresi eski hâlini almıştı. Yani kızının yaptığından çok memnun olmuştu; memnun olmuş, ellerini açarak: "Peygamberin kızı Fatıma'yı Cehennem'e girmekten kurtaran Allah'a hamd olsun!" diye boşalıvermişti.[4]
Görülüyor ki, karşımızda iki tablo var: Teşrî ve tevcîh. Bir taraftan kanunu Allah koyuyor, diğer taraftan da kul incelerden ince hâle geliyor ve bütünüyle îsâra kilitleniyor.
Burada bir yanlış anlamayı önlemeye ihtiyaç var: İslâm, kendi müntesiplerine hiçbir zaman, elinizde ne varsa hepsini saçıp savurun ve başkalarına muhtaç hâle gelin, dememiştir. Aksine, İslâm'ın yaşandığı devrelerde Müslümanlar iktisadî yönden dünyanın en zenginleri hâline gelmişlerdir.
En büyük ticareti onlar yapmış; Yemen'e, Suriye'ye, oradan da ta Mâverâünnehir'e kadar ticaret kervanları teşkil etmiş ve ülkelerini dünya ticaretinin merkezi hâline getirmişlerdi.
Evet, o dönemde devlet ve millet fevkalâde zengindi. Ancak hiçbir zaman servet, fertlerin mihrabı hâline gelmemişti. Şahıslar sade bir hayat yaşıyor, israf ve tebzîrden olabildiğine uzak duruyorlardı. Ayrıca, cömertlikte âdeta herkes birbiriyle yarışıyor gibiydi.
Bütün bunları anlatırken, malın hiçbir kıymet ve ehemmiyeti yoktur da demek istemiyoruz. Zira mal ve emtianın kendisine göre bir yeri ve ağırlığı vardır. Bunu görmezden gelmenin doğru olmadığı da açıktır.
ba. Kazançta Denge
İnsan için çalıştığından başka ne vardır?
"İnsan için ancak çalıştığının semeresi vardır. Çalışmasının semeresi şüphesiz görülecektir. Sonra da ona karşılığı eksiksiz verilecektir." (Necm sûresi, 53/39-41)
Kur'ân, bir taraftan insanları çalışmaya teşvik ederken, diğer taraftan mücerret çalışmanın her zaman faydalı olmayacağına da dikkat çekmektedir.
"Allah hiçbir nefse gücünün üstünde yük yüklemez. Yaptığı iyilikler onun lehinde, kötülükler ise aleyhindedir." (Bakara sûresi, 2/286)
Öyle ise insan, çalışıp kazandığı şeylerde bir denge kurmalıdır ki kazandıkları hep lehinde olsun.
"Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarf edin. İnkâr edenler, zalimlerin ta kendileridir." (Bakara sûresi, 2/254)
Kur'ân işte böyle bir muvazene ve denge kurmuştur. Allah Resûlü de, meselenin pratiğini evvelâ kendi nefsinde yaşamıştır; ardından da, kendisine neseben en yakın olanların bu dengeyi kurmalarını istemiştir.
Daha önceki bölümde Hz. Fatıma (radıyallâhu anhâ) ile ilgili bir misal vermiştik. Burada da yine onunla ilgili bir hususu arz ederek, konuyu aydınlatmaya çalışalım:
Hz. Fatıma Validemiz vefat ettiğinde yirmi beş yaşlarında var veya yoktu. Sanki onun dünyaya geliş gayesi kıyamete kadar gelecek bütün aktâp ve seyyidlere analık yapmaktı. O bir 'Zehrâ' idi; çiçek gibi açmış, tohumlarını bırakmış ve öyle gitmişti.
Evet, o çiçekten nice gül bahçeleri ve nice geçmeyen baharlar meydana gelecekti. O, Allah Resûlü'nün vefatından sonra geriye kalan, Efendimiz'in tek gönül meyvesiydi ve O'nunla ayrılıkları çok sürmemişti. Babasının vefatından altı ay sonra o da çok sevdiği babasının yanına göç etmişti.
O incelerden ince kadınlar sultanı, edebi, davranış ve hareketleri ile aynen İki Cihan Serveri'ni aksettirirdi. Evinin bütün işini kendisi görür; çamaşırı kendi yıkar, yemeğini de kendi yapardı. Ayrıca, evin suyunu da bizzat kendisi taşırdı. El değirmeninde arpa öğütmekten elleri ve su taşımaktan da mübarek omuzu nasır bağlamıştı. Hz. Ali (radıyallâhu anh), hanımının bu durumuna çok üzülüyor; fakat imkânı olmadığı için ona bir yardımcı bulamıyordu.
Nihayet bir yerden bir hayli esir gelmişti. Gelen esirler, Medine Müslümanlarına dağıtılıyordu. Hz. Ali hanımına, "Gidip babana söyle, sana da bir hizmetçi versin. Ben söylemeye çekiniyorum!" dedi. Hz. Fatıma da gidip durumunu arz etti. Ancak Allah Resûlü kızına müspet cevap vermedi: "Suffe ashabı açlıktan kıvranırken ben sana hizmetçi veremem!" dedi. Daha sonra da eve gidip kendisini beklemesini söyledi.
Hâdisenin bundan sonrasını Fatıma Anamız şöyle anlatıyor:
Yatakta yatıyordum. Yanıma oturdu. Öyle ki ayaklarının serinliğini sinemde hissediyordum. Bana: "Kızım, sana benden istediğinden daha hayırlı bir şey öğreteyim mi?" dedi. "Evet, yâ Resûlallah!" dedim. Sözüne şöyle devam buyurdu: "Yatağa girdiğin zaman 33 defa 'Sübhanallah', 33 defa 'Elhamdülillah' ve 34 defa da 'Allahü Ekber' de. Bu senin için köleden de hizmetçiden de daha hayırlıdır."[5]
Allah Resûlü, kızının yüzünü ahirete 'tevcîh' ediyordu. Belki de onu ikaz ediyor ve bu ölçüde olsun dünyaya bulaşmamasını istiyordu. Nasıl olsa çok kısa yaşayacaktı. İhtimal bu ifadelerinin altında bu hakikate de telmih vardı.
Evet, Efendimiz'in saadet hanesi hep böyleydi. Hz. Ali, isteseydi, arzu etseydi ve sadece hakkı olanı alsaydı hem kendisine hem de hanımına çok daha müreffeh bir hayat yaşatabilirdi. Ama onlar devleti zengin edecek bir davranışı ihtiyarî olarak tercih ediyor ve kendileri oldukça fakir ve sade bir hayat yaşıyorlardı.
Düşünün ki, Hz. Ömer döneminde yaklaşık dört bin at yedekte tutuluyordu. Bakımı, görümü ve tımarı yapılan bu atlar zaruret hâlinde kullanılmak üzere bekletiliyordu. Aynı şekilde Mekke yakınlarında bir merada kırk bin deve besleniyordu.[6] Demek ki, devlet bu derece zengindi. Ama halk Ebû Zer, Ebû Hüreyre, Habbab b. Eret ve Bilâl-i Habeşî gibi hayatlarını sürüyorlardı.
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), bir gün üzerine ketenden bir elbise geçirince, kendi kendine hitaben şöyle demişti: "Beh beh! Şimdi elbise buldun da caka yapıyorsun. Hâlbuki, daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce günlerce aç kalıyordun. Yiyecek bir şey bulamadığından ötürü açlıktan bayıldığın da olurdu ve Medine çocukları seni deli zanneder ve alaya alırlardı."[7]
Ne var ki, bu muvazenenin de doğru anlaşılması icap eder. Evet, mesele bir lokma bir hırka meselesi değildir. Belki asıl mesele Hak rızası meselesidir: Buna göre elde edilen dünya metaını Hakk'ın ve halkın istediği istikamette sarf etme ve bununla, içinde yaşadığı cemiyet ve cemaatin eksik ve gediğini kapama ve böylece insanların en hayırlıları arasına girme.. evet, işte serveti değerlendirmenin yolu.
Bence esas mesele budur. Hele tekevvün (yeniden oluşma) devrinde bu anlayış ve bu şuura her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.
bb. Harcamada Denge
Hz. Ali döneminde İslâm devleti; toprakları, iktisadî gücü ve fert başına düşen gelir seviyesi bakımından bugünün süper devleti kabul edilen ABD'den daha iyi bir durumdaydı. Hz. Ali işte böyle bir devletin başında halifeydi ama, halkın en fakirlerindendi. İbn Alkame anlatıyor:
Hz. Ali halife iken bir gün ziyaretine gittim. Elindeki kuru ekmeği bayat bir süte bandırıp yemeye çalışıyordu. Kendisine, "Ey Mü'minlerin Emiri! Senin yemeğin bu mu?" dedim.
Gözleri doldu ve ağladı. "Vallahi, dedi, Allah Resûlü'nün yediği ekmek benim yediğimden daha kuruydu. Üzerine giydiği elbise de benim giydiğimden daha sert ve daha kabaydı. Ben, Allah Resûlü ne yaptıysa onu yapmaya çalışıyorum. Doğrusu ahirette O'na kavuşamamaktan çok korkarım."
Soğuk bir kış günüydü. Üzerine giydiği elbise ise gayet incecikti ve Hz. Ali tir tir titriyordu. O, o gün koca bir devletin reisiydi.
Bir gün yanına bir sahabi yaklaşıp: "Yâ Ali, üzerine daha kalın bir şey giysene!" dedi. Halife az durdu ve sonra ona: "Ben, bana verilenle ancak bu kadarını alabiliyorum." cevabını verdi.
Elbette Hz. Ali'nin o devrede yapmak istediği kuru bir zahitlik değildi. O, Emeviler eliyle bozulmaya yüz tutmuş bir hususa fiilî olarak karşı koyuyordu. Devlet idaresindekiler devletin malını çarçur edemezlerdi. Hz. Ali herkesi kendi yaşantısıyla istikamete zorluyor ve toplum içindeki umumî bozuluşu önlemeye çalışıyordu.
Eğer mülk Allah'a ait ise, o bu yönüyle de kıymetlidir. Dünyada tasarruf hakkı kime verilirse verilsin, mülke karşı daima saygılı davranmalı ve o mülk saçıp savrulmamalıdır.
Kur'ân bu hususa temas sadedinde şöyle buyurur:
"Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver, elindekini saçıp savurma. Saçıp savuranlar şüphesiz şeytanlara kardeş olmuş olurlar. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür." (İsrâ sûresi, 17/26-27)
Bilmem ki, savurganlık yapıp israfa dalanlar; fert, aile, cemiyet ve millet olarak ekonomilerinde dengesiz tüketimi esas alanlar, acaba şeytanî bir davranış içinde olduklarının farkındalar mı?
Dağıtırken dahi, başkasının hakkı girsin veya girmesin, sırf Allah'ın mülkü olduğu nazara alınarak israftan kaçınmak icap eder. Ayrıca malın korunması da çok önemlidir ve bu hususta da şu tahşidat yapılır:
"Allah'ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı, sefih kimselere vermeyin. Kendilerini bunların gelirleriyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin." (Nisâ sûresi, 4/5)
Burada geçen sefih, malını koruyamayacak durumda olan insan demektir. Bu tür insanlardan bazıları aklî muvazeneleri yerinde olmadığından dolayı, bir kısmı da sefahata alıştığından ötürü elindeki malı saçıp savurduklarından devlet onların tasarruflarına müdahale etme durumundadır.
Böyle bir durum karşısında bazen neseben ona en yakın olan insanlar o mala el koyarlar ve ana sermayeyi muhafaza edip o malı nemalandırarak hem onlara bakarlar hem de Cenâb-ı Hakk'ın emanetini yerine getirmiş olurlar. Bu da İslâm'ın mala verdiği ehemmiyetin bir başka yönüdür.
Cenâb-ı Hak, koyduğu kanunlarla senin malını ve mülkünü koruma altına aldığı gibi, aynı şekilde sen de O'nun mülkünü korumak ve muhafaza etmekle mükellefsin. Aynı zamanda böyle davranmak Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmanın da gereğidir. Bu açıdan denebilir ki, yukarıda zikrettiğimiz âyet, bir çırpıda hem Allah hakkını hem de kul hakkını anlatmış oluyor ve mü'min her iki hakkı da dengeli olarak gözetmek zorundadır.
bc. Malın Dağılımında Denge
İktisatta en mühim esaslardan biri olarak kabul edilen, "malın dengeli dağılımını temin ve belli ellerde toplanmasını önleme", İslâm'da kendiliğinden gerçekleşen bir husustur. Bunun için ayrıca kanun vaz'ına da gerek yoktur. Yani sistemin işleyişi normal olarak bu neticeyi doğurmaktadır.
İslâm'da, temerküz (malın belli ellerde toplanması) karşısında tahşidat yapma lüzumunu hiç duymayız. Zira bu negatif görüntünün ortadan kalkması, sistemin işlerliği içinde kendiliğinden hâsıl olmaktadır. Kur'ân, sözünü ettiğimiz esası şu şekilde açıklar:
"Allah'ın, fethedilen ülke halklarının mallarından Peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; ta ki bu mallar, içinizde zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun. Allah'tan sakının, doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir." (Haşir sûresi, 59/7)
Demek oluyor ki, devlet hazinesine çeşitli yollarla servet akıp gelecek ve devletin başında bulunan şahıs veya şahıslar da onu zikredilen zümreler arasında taksim edecekler. Bu taksim gerçekleştiği zaman da servet sadece zenginlerin elinde bir güç olmaktan çıkacak ve malın bir elde temerküzü de böylece önlenmiş olacaktır.
Zaten inanan insanlar, îsâr prensibi içinde, kardeşini nefsine tercih etme duygu ve düşüncesiyle yaşamaktadırlar. Bir de sistem bu istikamette işliyorsa o zaman İslâmî bir toplumda servetin belli ellerde toplanması hiçbir zaman söz konusu olmaz.
Düşünün ki, ele geçen ganimetlerden beşte biri doğrudan doğruya Efendimiz'e aitti. Bununla beraber O, "Ben beşte bir alırım; fakat onu da size iade ederim."[8] buyuruyor ve en zor şartlarda bile dediğini tatbike koyabiliyordu. Evinde aylar geçerdi de yemek yapmak üzere o evde bir ateş yanmazdı.
Hz. Ömer'in müşâhedesi ile, evindeki bütün eşya; bir hasır, duvarda asılı duran tabaklanmamış bir deri ve içinde bir avuç kadar arpa bulunan küçük bir dağarcıktan ibaretti. Bazen üzerine giydiği yeni bir elbiseyi sahabeden biri ya teberrüken ya da ihtiyacı olduğu için ister. O da derhal çıkarıp ona verirdi. Ardından, kendisi yine beş on yerinden yamalı eski elbisesini giyerdi.
Dahası o, çok kere geceleri üzerine örtecek bir örtü dahi bulamazdı. Hâlbuki, ganimetlerin beşte biri elinin altındaydı ve Cenâb-ı Hak da bu malı kendisine helâl kılmıştı. Ama her şeye rağmen O'nun davranışı hep böyle olmuştu.
O'nun ardından gelen, bütün Raşid Halifeler de aynı şekilde yaşadı. Ben daha bu cümleyi söylerken, sizin tedai yani çağrışımlar yoluyla nice tabloları düşündüğünüzü biliyorum…
İşte sizin hatırınıza gelen bütün bu tablolar, yaşanmış birer hayat hikâyesidir. Onları böyle yaşamaya sevk eden de, intisabıyla şeref duydukları İslâm'dır.
Daha sonra gelenler arasında da bu ölçüleri kendilerine düstur edinen nicelerini görürsünüz. Çünkü onlar da örnek olarak Allah Resûlü'nü seçmişlerdi. Zaten O'na ittiba ve iktidayı emreden âyet de buna âmirdi: "Resûl size ne verirse onu alacak ve sizi neden menederse ondan da kaçınacaksınız." (Haşir sûresi, 59/7)
Bu ilâhî emir dün ve bugün bütün mü'minler için geçerlidir. Zira bizler için en güzel örnekler, hem de ziyadesiyle Allah Resûlü'nde bulunmaktadır.
Cennet arzusu ve Cehennem'e girme endişesi, yani ahiret şuuru da aynı şekilde malın temerküzünü engelleyen hususlardandır.
4. Özet
Baştan beri söylediklerimizi kısaca özetleyecek olursak, İslâm dini, malî ve iktisadî hayatı tevhid inancına göre ele alıp öyle değerlendirmiştir. Mülk bütünüyle Allah'ındır. İnsanlar o mülkte ancak geçici olarak tasarruf hakkına sahiptirler. Onlara bu hakkı veren de yine Allah'tır.
Mal kazanma, insan fıtratında var olan cibillî bir duygudur. Kâinat nizamını kuran Allah (celle celâluhu), insanla kâinat arasında bir münasebet vaz'etmiştir. Kâinat, bir kitaptır. İnsan ise onun fihristidir. Bu kitap ve bu fihrist arasındaki münasebeti bize şerh ve izah eden de Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'dır. Evet, Kur'ân bize fıtrî kanunları anlatıp izah etmektedir. Öyle ise, onun emir ve nehiyleri insanî fıtratla asla çatışmayacaktır/çatışmamaktadır.
Cenâb-ı Hak, insanın mahiyetine yerleştirdiği duygularda nice hikmet ve maslahatlar gözetmiştir. Mal ve mülk tutkusu da bu duygulardan birisidir. Öyle ise, hem insana böyle bir duygu verilsin hem de dünyayı düşünmekten menedilsin, böyle bir tezat ilâhî sistem açısından mümkün değildir.
Hiçbir fert, hiçbir karîha ve hiçbir deha, insan ve kâinat arasındaki münasebeti tam olarak kavrayamaz. Kavrayamadığından dolayı da onlara ait düşünce ve sistemlerde fıtratla zıtlaşmaktan kurtulamaz. Kur'ân'dır ki, bu zıtlaşmayı ortadan kaldırmıştır.
Yoksa bütün akılları üst üste yığsanız, feylesofların mahzen-i esrar fikirlerine müracaat etseniz ve bütün ilim adamlarının ilim adına ileri sürdükleri düşünceleri değerlendirseniz; sonra da hayatı bunlara göre tanzime çalışsanız, asla fıtrat kanunlarını yakalayamayacak ve sayısız noktalarda fiyasko ve falsolar ile karşılaşacaksınız. Bilmem ki, artık burada meselenin müşahhasıyla konuyu uzatıp vakit israf etmeye gerek var mı?
Bize öyle bir zâtın kanunları gerekmektedir ki, bizimle beraber trilyonlarca ışık senesi ötedeki bütün kevn ü mekânı aynı anda görüp bilsin ve nizamını bu bilgiye göre kursun. Ta ki, kurduğu nizam, fıtratın ta kendisi olsun... Böyle bir nizamı Allah kurar ve işte O'nun kurduğu bu nizamın adı da İslâm'dır.
Eğer insanda mal kazanma, mal biriktirme duygusu olmasaydı, günümüze kadar devam edegelen nice umran ve nice medeniyetler asla var olmayacak ve insanlar, sıradan birer varlık olarak gelip bu dünyada yaşadıkları gibi, bir gün bu hayattan sırasını savmış varlıklar olarak da çekip gideceklerdi.
Ayrıca mal, İslâm'da korunması gereken beş esastan biri olarak da ele alınmakla, ona verilen kıymet ve değer anlatılmış olmaktadır. Hatta malını muhafaza için ölen bir insan, Allah katında şehit muamelesi görecektir.[9] Bütün bunları kabul etmekle beraber İslâm, ölçüyü aşıp malın mihrap hâline getirilmesini de kınamaktadır.
Her şeyde malı ölçü alma, her şeyi onunla irtibatlandırmaya çalışma, asla İslâm'ın tasvip edeceği bir davranış şekli değildir. Malı bütünüyle ret ve nefyetme bir tefrit, onu her şey kabul etme de bir ifrattır. Hâlbuki İslâm, her meselede olduğu gibi bu meselede de getirdiği prensiplerle sırat-ı müstakîmi tespit ve tayin etmiştir.
Fert, istediği gibi mal kazanabilir; hatta zekâtını vermek şartıyla biriktirebilir de. Ancak o, yeri ve zamanı geldiğinde, hiçbir zorlama olmadan bütün mal varlığını Allah için ve toplumun yararına sarf eder; sarf eder de içinde kat'iyen menfî mânâda bir şey hissetmez.
Ancak bu sisteme bir bütün olarak bakmadıkça ve sistemi bir bütün olarak yaşamadıkça, bu neticeyi elde etmek de mümkün değildir.
Fertlerin malî durumunu dengeleyen faktörler, Saadet Asrı insanını nasıl belli bir seviyeye getirdiyse, İslâm hangi zaman ve mekânda tatbik edilirse edilsin, o devrin ve o yörenin insanlarını da yine aynı keyfiyete ulaştıracaktır.
Üç asırdır İslâm'la aramıza giren engeller sebebiyle bazılarına bizim bu söylediklerimiz ütopya gibi görünebilir. Ancak kısa kesitleriyle tablolaştırmaya çalıştığımız bu sistem, nice defalar ve nice asırlar yaşanıp hayata geçirilmiştir. Aynı şeyin tekrarı niçin imkânsız ve ütopya sayılsın ki!
[2] Bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/115. Ayrıca bkz.: İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/379; İbnü'l-Cevzî, Sıfatü's-safve, 1/352.
[3] Buhârî, istikrâz 3; bed'ü'l-halk 6; isti'zân 30; rikâk 13, 14; Müslim, zekât 33, 34.
[4] Nesâî, zînet 39; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/278.
[5] Buhârî, fedailu'l-ashab 9; humus 6; nafakât 6, 7; daavat 11; Müslim, zikir 80; Tirmizî, daavat 24; Ebû Dâvûd, harac 20; edeb 109.
[6] Mevlâna Şiblî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/144-146.
[7] Beyhakî, Şüabu'l-iman, 7/386-387; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/379.
[8] Ebû Dâvûd, cihad 121, 149; Nesâî, fey 1; Muvatta, cihad 22; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/127; 5/316, 319.
[9] Buhârî, mezâlim 33; Müslim, iman 226; Tirmizî, diyât 21; Nesâî, tahrim 22, 23; İbn Mâce, hudûd 21.
- tarihinde hazırlandı.