Bir trafik kazası ve ölümün gerçek manası
Soru: Efendim, eğitim gönüllülerinden bir esnafın arabasıyla şarampole yuvarlandığını ve vefat ettiğini öğrenip çok üzülmüşsünüz. Bu ve benzeri ölümler bize neyi hatırlatmalıdır?
Cevap: Çok zikrettiğimiz ve aramızda maruf olduğu üzere ölüm, bizim için, kulluk vazifesinden terhis mânâsına gelir; Cenâb-ı Hakk’ın “Haydi şimdi bütünüyle bana gel!” demesinden başka bir şey değildir. Onu gönülden tanıyıp sevenler için bu “Gel!” deyişin üslûbunda öyle bir iltifat ve öyle baş döndürücü bir teveccüh vardır ki; “Ey gönlü itmi’nana ve huzura ermiş ruh! Sen ondan, o da senden razı olarak dön Rabb’ine! Katıl has kullarıma ve gir cennetime!” (Fecr, 89/27-30) şeklindeki çağrıyı alan ruh, bir dakika bile burada kalmak istemez. Zira, bu çağrının mânâsı, “Dünyanın sıkıntı, dağdağa ve boğucu havasından sıyrıl; yitirdiğin cennete ve ruhun asıl yurduna dön!” demektir.
Ölümü, bu mânâda bir iltifat çağrısı kabul edenler, dünyaya gelişi bir memuriyet ve askerlik, ondan ayrılışı da bir terhis, bir ikinci doğum ve bir ebedî varoluşa uyanma şeklinde anlar ve merdane yürürler kabre doğru. Aslında mü’min, ölüp mezara gömülmeyi, bir tohum gibi, sümbül vermek için toprağın bağrına saçılma olarak görür.
Ne var ki, toprağın bağrında bir cehennem zakkumu olmaktan kurtulup cennet tûbası haline geliverme, imanla ölmeye bağlanmıştır. Ölümün gülen yüzünü görebilmek için imanla ölmek şarttır.
Hadis diye rivayet edilen ve büyük bir gerçeği ifade eden bir sözde “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” denmektedir. Bir insanın hayat tarzı, onun şuuraltını meydana getirir ve besler. İnsanın şuuraltı birikimi, hem onun bütün hayatında hem ölümü esnâsında hem de kabirde Münker ve Nekir’e cevap verirken tesirini gösterir.
İmanla ölmek, hakkımızdaki ilâhî takdirin nasıl tecellî edeceğini bilemediğimizden dolayı elimizde olmayabilir. Fakat Müslüman olarak ölme yolunda bulunmak elimizdedir. Aksi takdirde, Kur’ân-ı Kerim’in “Ancak Müslümanlar olarak ölünüz” (Bakara, 2/132) emri bir “teklifi mâ lâ yutak”; yani, “yerine getirilmesi mümkün olmayan bir teklif” olurdu.
İnsan, Müslümanca ölme yolunda olmak için, gittiği her yerde dünyevî işlerinin yanında küçük dahi olsa mutlaka dine ve millete hizmetle de meşgul olmalı; hayatını başkalarına faydalı olma dantelası üzerinde örmeye çalışmalıdır. Böyle bir niyet ve gayret neticesinde, dünyevî işler bile ibadet sırasına gireceğinden, insan Rabb’iyle sürekli irtibat halinde olacaktır. Ve o irtibat varken gelen ölüm, nerede ve nasıl gelirse gelsin, bir şehitlik mülâhazasını da beraberinde getirecektir. Mesela, insanın kavî bir imanı varsa ve yolda fuzulî şeylerle değil de, meâlîye ait meselelerle meşgul oluyorsa, trafik kazasında da ölse o şehit mertebesindedir. Evet, o şekilde vefat eden insan şehadet şerbeti içer; biz de acımızı şehitlik mülâhazasına sarıp sarmalar, ısıtır ve yumuşatırız, onunla teselli oluruz.
Diğer taraftan, kevnî kanunlar sabittir ve ihmallere karşı insafsızdır. İnsan kevnî kurallara uymazsa, kurallar onu affetmez, affediciliği yoktur onların. Yani mesela, “Ben kendimi şu çukura bir atayım, ne oluyor bakayım” diyemez insan. “Şu uçakla yer çekimine bir gireyim” diyemez. Esbâb-ı âdiye açısından, Cenâb-ı Hak tekvinî emirleri izzet ve azametine perde yapmıştır ve onlar kimseye iltimas geçmeden vazifelerini eda ederler.
Bundan dolayı, mesela, mevzu bir trafik kazası ise, trafik kurallarına mutlaka azamî ölçülerde uymak gerekir. O iş, kahramanlığa gelmez; Allah muhafaza, işin kaidesine, kuralına uymayan insan intihar etmiş gibi muamele görebilir ötede. Eğer uzmanlar, ben tam bilemiyorum, mesela “Doksan kilometrenin üzerinde hız yapan şoför, direksiyon hâkimiyetini kaybeder” diyorlarsa, yüz elli kilometre hız yapmak bir intihara teşebbüs; ondan dolayı meydana gelecek ölüm de, intihar ve cinayet olarak mahşer meydanında insanın karşısına çıkabilir. Öyleyse, her şeyin kuralına, kaidesine uygun hareket etmek lâzımdır.
- tarihinde hazırlandı.