Hakikî şükür ve Süleyman’ın (a.s.) şükür talebi
Soru: Efendim, Süleyman aleyhisselamın, şükre muvaffak kılması için Cenâb-ı Allah’tan yardım istemesini kendi adımıza nasıl değerlendirmeliyiz?
Cevap: Neml Sûresi, Süleyman aleyhisselamın şükredebilmek için yardım istemesini ve o duasına vesile olan hâdiseyi meâlen şöyle anlatır: “Günün birinde, Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları toplanmış, hepsi birlikte, düzenli olarak kendisi tarafından sevk ediliyordu. Derken Karınca Vadisi’ne geldiklerinde, onları gören bir karınca ‘Ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin! Süleyman ve orduları, sizi fark etmeyerek ezip çiğnemesinler!’ diye seslendi. Onun sesini işiten Süleyman tebessüm ederek ‘Ya Rabbi!’ dedi, ‘Beni nefsime öyle hâkim kıl ki, gerek bana gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim, seni razı edecek güzel ve makbul işler yapabileyim. Bir de lütfedip beni sâlih kulların arasına dahil eyle!” (Neml, 27/17-19)
Hz. Süleyman aleyhisselam, babası Davûd aleyhisselam aracılığıyla kendilerine şükür emredildiğini; verilen onca nimete aynı ölçüde mukabelede bulunmanın da sadece Allah’ın yardımıyla mümkün olacağını biliyor ve “Sen bizi tutar, destekler, teyid buyurur ve kalbimizi, ruhumuzu, hissimizi açar, bir lisanla bin türlü şükretme imkânını bahşedersen sana ancak o şekilde lâyıkıyla şükredebiliriz” mânâsına gelen bir talepte bulunuyor.
Hani insan ister ki, evliyâullaha müyesser olduğu gibi öyle bir tesbih çeksin, bir tesbihe binlerce “Sübhanallah”ı sığdırsın; bir defa desin, ama binlerce tesbihi birden demiş gibi kalbi açılsın. Bu hal mümkündür ve o çok büyük, engin bir kalbe vâbestedir. İşte Süleyman Nebi gibi peygamber efendilerimiz ve ehlullahtan bazı Hak erleri zerrât-ı kâinatı âdeta tesbih tanesi gibi kullanır; bir tesbihle binlerce “Sübhanallah”ı seslendirirler. Allah’a (celle celâluhû) karşı şükürde bulunacaklarsa, bir kapıdan “Şükür!” der; ama şükür sesini, hamd sadâsını yüz kapıdan birden yükseltir; fakat yine bunu da az görürler. Çünkü onlar, nimetlerin farkındadırlar. Farkında olmak, o nimette bir enginlik hasıl eder onların gönlünde. Yapıp ettikleri fiilî, kavlî ve fikrî hiçbir şükrü yeterli görmezler ve “Ben bu nimetlerin şükrünü eda edemem” der şükrü daha iyi eda edebilme yolları ararlar.
Onlardaki bu hali şöyle düşünebilirsiniz: Biz, bir sofrada yemek yer, ellerimizi kaldırır, dua ve şükrederiz. Dua ve şükrümüz, bir yönüyle sadece yediğimiz yemek etrafında döner. Oysa ki, kalbimiz engin olursa, biz yediğimiz o yemeği, dün yediğimiz, ömrümüz olursa yarın yiyeceğimiz yemekle ve aynı zamanda sevdiğimiz insanlara lütfedilen rızıklarla, bütün mü’minlerin yemekleriyle beraber duyar, Rezzâk-ı Kerîm’in topyekün varlığı rızka boğmasını hisseder ve kendimizi çok azim bir nimet sofrası önünde buluruz. Buluruz da, sadece o an soframıza konan nimetleri değil; bütün varlığa bahşedilen lütufları tahayyül eder, ağzımız kuvve-i zâikasıyla o nimeti tattığı, gözlerimiz onlardan ayrı bir zevk aldığı, kulaklarımız bambaşka bir haz zemzemesi duyduğu ve letâifimiz apayrı bir lezzete açıldığı gibi herkese verilen bütün rızıkları nazara alarak bütün zerrelerimizle şükrederiz. İşte, sadece mevcut nimetlere “Elhamdulillah” deme başkadır; engin gönüllü insanların geniş bir kapı aralayıp bin dille şükretmeleri başkadır. Birisi kalıplar arasında sıkışmış, çok dar bir teşekkür; öbürüyse binlerce dille seslendirilen geniş bir şükürdür.
Evet, şükre esas teşkil edecek, ister doğrudan doğruya, isterse de şöyle böyle şahsımızı, insanî hislerimizi alâkadar eden, bizde bir ilgi uyaran başka varlıklara ait ne kadar nimet varsa onların hepsini birden nazar-ı itibara alarak Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunup “Eşşükrü lillah” demek, o lisanlar sayısınca birbirini çağrıştıran ve nâmütenâhî keyfiyete bürünen bir şükür olur. Fakat böyle bir şükür dahi, Zât-ı Ulûhiyet’in büyüklüğüne uygun değildir. İşte Süleyman aleyhisselam bunun idrakıyla “Ya Rabbi!” diyor, “Beni nefsime öyle hâkim kıl ki, gerek bana gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim.” Cenab-ı Hak’dan kendisini te’yid etmesini, ona zahir olmasını istiyor. Ayrıca, sâlih amel hususunda da Allah Teâlâ’nın inayetine sığınıyor. Ve dahası, sâlih amel isterken de Rahman-u Rahîm’in rızası hangi amel ve hangi yönde ise ona muvaffak kılınmayı, onun rızasına ermeyi talep ediyor.
Soru: Efendim, Süleyman aleyhisselam “Sebe Melikesi”nin tahtını bir anda kendi yanında bulunca hemen onun da Allah’ın bir ihsanı olduğunu söylüyor zannediyorum.
Cevap: Evet, Neml Sûresi’nin kırkıncı âyetinde bu şükran hissi ifade ediliyor. Âyet-i kerime meâlen şöyledir: “Ama nezdinde kitaptan ilim olan bir zât da ‘Ben, sen gözünü açıp kapamadan onu (tahtı) getirebilirim.’ der demez, Süleyman, kraliçenin tahtının yanıbaşında durduğunu görünce ‘Bu, Rabb’imin lütuflarındandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım diye beni sınamak içindir bu nimet. Şükreden sadece kendi lehine olarak şükreder, nankörlük eden ise bilmelidir ki Rabb’im onun şükründen müstağnidir, onun şükrüne ihtiyacı yoktur, onun ihsan ve keremi boldur.’ dedi.” (Neml, 27/19).
Hz. Süleyman’ın oturduğu Filistin ile Sebe arasındaki mesafe iki bin kilometreden fazlaydı. Cenâb-ı Hak ona, bir mucize olarak, o mesafeden kraliçenin tahtını getirme imkânı vermişti. Bir kuvve-i kudsiye ile onun yetiştirdiği, ledünniyâta vakıf bir zât, eşyanın naklindeki sırrı çözmüş, bugünün ses ve görüntü naklinin çok ötesinde -tabir caizse- bir teknolojiyle, bir mucize olarak eşyayı aynen nakletmiş, göz açıp kapayıncaya kadar kilometrelerce ötedeki taht onun yanına gelivermişti. Hz. Süleyman tahtı yanında görür görmez “Hâzâ min fadli Rabb’i (Bu da Rabb’imin lütuflarından biridir.)” demişti. Bu söz, kendini bilme ve Rabb’ini tanımanın ifadesiydi; “Bu mucize iş benden değil, vesile olan o şahıstan da değil, bu da Allah’ın bir lütfudur, bu nimet de Rabb-i Kerim’imdendir” demekti. Kutlu Nebi bu sözüyle Cenab-ı Hakk’a karşı minnetini ifade ediyordu. Yanındaki insanlar, bu seviyede bir ruh haletini paylaşmıyorlarsa onları da ikaz ediyor ve ins ü cinne de ders veriyordu.
Evet, hayatın merkezine rızık konmuş ve o da şükre bağlanmıştır. Açıktan açığa değişik nimetlere mazhariyetleri itibarıyla Hz. Davûd ve Hz. Süleyman’la (aleyhimesselam) alâkalı konularda şükür kelimesine çok rastlamak mümkündür. Onlar hem pek çok nimete mazhar olmuş hem de şükür üzerinde derince düşünmüş, her nimetin çehresinde Cenâb-ı Hakk’ı görmüş ve sürekli şükür atmosferinde yaşamışlardır.
- tarihinde hazırlandı.