Cihad Yeryüzüne Evrensel Sevgi-Şefkat ve Emniyeti Hakim Kılmanın Vesilesidir
Müminin elinde olan, daima doğru yolu gösteren, izzet ve şeref kaynağı bir kitap; önünde de mukteda-yı küll bir rehber olan Hz. Muhammed (s.a.v) vardır. O, bu ikisiyle yeryüzünün en talihli insanıdır. Dolayısıyla yeryüzü hâkimiyetinin tek namzedi O'dur. Kur'ân mümine bunu öğretir, bunu talim eder. Ve Cenab-ı Hakk müminden hep bu neticeyi bekler.
Zaten mümin, 'Allah Rabbim, Hz. Muhammed (s.a.v) rehberim, Kur'ân düsturum, cihad yolum; bu uğurda ölmek ise, en tatlı ümniye ve idealimdir' diyen insandır. Onun kafasında, sabit bir fikir halinde daima şu düşünceler vardır: 'Ben, kendi milletimi yeryüzündeki bütün milletler arasında bir muvazene unsuru haline getirme mecburiyetindeyim. Şayet yeryüzünde, tabakat-ı beşer çapında verilecek kararlar içinde benim reyim esas olmazsa, yeryüzünde nice zulümler işlenecek, azizler zelil, zelil olması gerekenler de aziz olacaktır. Onun için, hükmü ben vermeli, muvazene unsuru ben olmalıyım. Devletler bir araya geldiklerinde benim parmağıma bakmalı, söz söylendiğinde benim sözüme öncelik vermelidirler. Ve benim reyim alınmadan, kimse rey kullanmamalıdır.' Mümin işte bu seviyede bir anlayış, duyuş ve şuur seviyesini yakaladığı zaman, hiçbir süper güç müslümanları sömüremeyecek ve onlara ambargo uygulayamayacaktır. Zaten, Cenab-ı Hakk'ın bizden istediği de böyle bir yeryüzü hâkimiyetidir:
وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِي الصَّالِحُونَ
'Kasem olsun, Biz, Zikir'den sonra Zebur'da da şunu yazdık: Yeryüzüne Benim salih kullarım varis olacaktır.' (Enbiya, 21/105)
Zikir, öğüt ve nasihat demektir. Burada ise ya Tevrat, ya da daha şümullü bir ifade ile 'Levh-i Mahfuz' mânâsına gelir. Bu takdirde, ayete şöyle bir izah getirmek mümkündür: 'Biz Levh-i Mahfuz'a yazdıktan sonra, Davud'a gönderdiğimiz Zebur'da da, Levh-i Mahfuz'dan istinsah ile şöyle yazdık ki, yeryüzüne ancak benim salih kullarım varis olacaktır.'
Yerin hakiki ve uzun süreli muvazene unsuru, sadece salih kullardır. Bunların muvazene unsuru olmalarına karşılık, diğerlerinin hakimiyeti bir şimşeğin çakıp sönmesi gibi geçicidir ve izafîdir. Gözleri kamaştırsa, gözlerinin ferini alıp götürse bile, bu böyledir. Yeryüzünde, daimî bir yenilenme ile hakimiyeti devam edenler, ancak salih kullar tarafından temsil edilme durumuna gelebilmiş salih milletler ve salih topluluklar olacaktır. Levh-i Mahfuz'da bu bir kanun olarak tesbit edilmiş, sonra da, oradan alınarak Zebur'a kaydedilmiştir. Hz. Davud'un eline verilen orijinal (tahrif edilmemiş) Zebur'da böyle ilahî bir kanun vardır.
Her devirde, hangi topluluk salih amel işler veya diğerlerine göre daha fazla salih amelde bulunursa, yeryüzünde denge unsuru olma, söz söyleme salahiyeti o toplumun hakkıdır. Ancak bu mevzuda şu hususa dikkat edilmelidir: Salih amel, sadece ibadetten ibaret olmayıp, temelde Nebi ahlâkıyla ahlâklanma demektir. Bu ahlâkta eşya ve hadiseleri anlama, insan ve kâinat arasındaki münasebeti kavrama da vardır. Yine bu ahlâkta, iç derinliği ile dış tefekkürü aynı ritimde koruma kabiliyet ve meziyeti mevcuttur. Böylece sonsuzu yakalayabilen insan, hakiki mânâda salâhı yakalamış olur.
Yeryüzünde anarşi çıkaranlar, ölüme ölümle karşılık verenler, siyasî meselelerle halkın karşısına çıkıp onu iğfal edenler, umumun efkârını kendi istikametlerine meylettirebilmek için durmadan slogan üretenler ve bir ateş böceği hüviyetindeki akıllarına güvenerek burunları doğrultusunda gidenler, asla hakikî mânâda hakimiyet kuramayacaklardır. Bir gün hakikat güneşinin doğması, onların nasıl bir zifiri karanlık içinde yol almaya çalıştıklarını gözler önüne serecek ve onlara da hatalarını itiraf ettirecektir. Bu sebeple diyoruz ki, salâhat kazanmadan ulaşılacak neticeye hiç kimse bel bağlamamalıdır. Çünkü bu, ilâhî kanuna karşı tavır almak mânâsına gelir. Halbuki Allah (c.c)
إنَّ الله لا يُغَيّر مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيرُوا مَا بأَنْفُسِهِمْ
'Bir kavim kendini değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmeyecektir' (Ra'd, 13/11) buyurmaktadır. Dolayısıyla, bir millet azizken, Allah onları zelil etmez. Bir millet, başlara tac iken, Allah onları ayaklar altına aldırmaz. Ama millet kendini değiştirirse, Allah da onları değiştirir. Bu müsbet mânâda da, menfî mânâda da böyledir. Öyle ise, evvelâ 'Nefsinizi koruyun!', yani, nefsinizde derinleşin. İçinizi fethetmeye çalışın. Eğer fatih olmak istiyorsanız, evvelâ işe nefis kalesini fethetmekle başlayın. Buudlarınız, iç âleminizde gelişsin, genişlesin ve derinleşsin. Her tarafınızda Allah (c.c) mütecelli olsun.
Deli Petro, bir delidir. Ama çizdiği plan Rus insanı için hep üzerinde durulmuş ideal bir plandır. Bu planın bir bölümünü şu ifadelerle hülasa edebiliriz: 'Balkanları aşacaksınız.. Osmanlı'nın gelişmesine ve yaşamasına imkân vermeyeceksiniz... İçlerine nifak sokacaksınız. Sıcak denizlere inecek, Afrika ve Basra Körfezi memleketlerini hâkimiyetiniz altında bulunduracak; yer yer Avrupa ile anlaşmaya gitseniz bile, hiçbir zaman Avrupa'nın âlem-i İslam'ı sizin aleyhinizde kullanmasına fırsat vermeyeceksiniz.' Deli Petro'nun meşhur vasiyeti, hemen hemen bütünüyle bu istikamette sarf edilmiş bir kısım sözlerden ibarettir ve daha düne kadar bu Rusya için hep bir ideal olagelmiş; hatta komünist Rusya bile bu idealden vazgeçmemiştir.
Müminler için de Rasul-i Ekrem (s.a.v)'den kalma bir vasiyet vardır. Evet O da ümmetine büyük bir dâvâ ve bir yüce gayeyi emanet ölçüsünde vasiyet etmiştir. Bu emanet, dünya ve ukba saadetinin teminatı olan İslâmî ahlakın hayata hakim olmasıdır. Bu mukaddes emaneti afâk-ı âlemde temsil vazifesi, bugün bir borç olarak bize düşmektedir. Mümin, hayatı boyunca hep bu idealle yaşayacak ve yine bu ideal uğruna sıcak denize de, soğuk denize de açılacak... Sibirya buzullarında, Güney ve Kuzey Amerika'ya kadar her yerde, kendine ait değerleri, geçmişten tevarüs ettiği güzellikleri hissettirecektir. Zira Allah (c.c), müminin, kâfirlerin hâkimiyeti altında yaşamasına razı değildir. Bir mümin, kâfirin emri altında yaşamaya razı olmuşsa, o, İslâm'a ve imâna ait her şeyi kaybetmiş demektir; ve böyle birinin yaşamaya hakkı da yoktur. Zaten yaşaması da bir mezellettir.. ahireti de mezellet olacaktır. Bu itibarla bir müminin, bin bir ihtimamla yaşatacağı en mukaddes duygu ve düşünce, cihana hakim olma duygu ve düşüncesi olmalıdır.
Bir zaman biz, bütün dünyaya hakim olmuştuk. Bu dün gerçekleştiği gibi bugün de gerçekleşebilir. Elverir ki azmedip, dişimizi sıkalım; hiç olmazsa, bu mevzuda düşünce üretip azim insanlarını harekete geçirelim.
a) Hz. Musa'da Hakimiyet ve Öncesi
Seyyidina Hz. Musa da terbiye etmekle sorumlu olduğu cemaatine bu hedefi göstermişti ama o cemaatin buna liyakatı yoktu. Tur'da Rabbinin tecellileriyle dopdolu hale gelmiş bir Rabbanî ve yüce ruhta temerküzleşen sonra da ondan nebean eden hakikatlere karşı onların gözleri kör, kulakları da sağır idi.
Kur'ân onların bu hallerini;
قَالُوا يَامُوسَى إِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا أَبَدًا مَا دَامُوا فِيهَا فَاذْهَبْ أَنْتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلاَ إِنَّا هَاهُنَا قَاعِدُونَ
'Ey Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz burada oturacağız' (Mâide, 5/24) şeklinde hikaye eder.
Evet, bu söz bir peygambere karşı söyleniyordu. İsrailoğulları senelerce arz-ı mev'ude girme ideal ve düşüncesiyle yaşamışlardı. Halbuki şimdi fırsat önlerindeydi. Biraz gayret ve biraz da fedakârlıkla maksatlarına erme imkânı ellerindeydi. Ama onlar hem mefluç hem de rahat ve rehavete gömülmüşlerdi. Yerlerinden kımıldamaya da hiç niyetleri yoktu. Yaşama kavga ve mücadelesinden korkuyorlardı. Hiç şüphesiz elde etmek istedikleri şeyin bedeli vardı.. ve onlar bu bedeli ödemeye yanaşmıyorlardı. Buna karşılık Hz. Musa, elinden birşey gelmediği itirafıyla Rabbine iltica ediyor ve:
قَالَ رَبِّ إِنِّي لاَ أَمْلِكُ إِلاّ نَفْسِي وَأَخِي فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ
'Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum; artık bizimle bu yoldan çıkmış milletin arasını ayır' (Mâide, 5/25) diyordu ki bu da 'Bıktım artık bunlardan; utandım ve usandım bu dertsiz, gayretsiz, rahat ve rehavet düşkünü, cihad aşkından nasipsiz ölü ruhlardan' demekten farksızdı. Evet O, 'Bizimle bu fasık kavmin arasını artık ayır' diye dua ediyor ve Cenab-ı Hakk'ın hakemliğine sığınıyordu. Bu dua ile hedeflenen hususun bugünü ve yarını itibariyle, Allah da onları tam 40 sene 'Tih' sahrasında şaşkın ve baygın bir halde dolaştıracaktı.
Hatta, daha sonraki peygamberlerin misyonu da hep bu vetire içinde cereyan edecekti. Hz. Yûşa bu işe hız verecek aynı mücadele Hz. Davud'la sürüp gidecekti... Evet, Hz. Davud, Talut'un ordusunda bir nefer gibi Câlût'a karşı kavga verecek.. onu harb meydanında öldürecek. Ama bütün bu neticelere rağmen Tâlût'un ordusunda bulunanlardan niceleri yolda takılıp kalacak ve Câlût'a karşı ancak çok az bir fedakâr ve hasbiler ordusu çıkabilecekti.
Yolda takılıp kalanlar 'Bizim Câlût ve ordusuyla başetmeye gücümüz yetmez' derken; sayıca az bu fedailer grubu
كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ الله وَالله مَعَ الصَّابِرِينَ
'Nice az topluluk vardır ki, çok kalabalıklara Allah'ın izniyle galebe çalar' (Bakara, 2/249) diyecek ve hayatı istihkâr ile ölüme atılacaklardı. Cenab-ı Hakk da onları bu inançlarında yalancı çıkarmayacak ve Tâlut'un ordusu Câlût'u hezimete uğratacaktı. Bu sayede Amelikalılar bütünüyle oradan sökülüp atılarak, İsrailoğulları'nın senelerdir içlerinde yaşattıkları Kudüs'e girme ümniye ve ideali tahakkuk edecekti.. ve etti.
b) Ümmet-i Muhammed'in Hakimiyet Anlayışı ve Coğrafyası
Bir de Nebiler Serveri'ne bakalım. O sahabelerin ruhunda defaatla misallerini verdiğimiz ideal çerağı tutuşturmuştu. Onlar, dînî hayatın ikamesini, her zaman şahsî hayatlarının önünde tutmuş ve Allah rızasını gönüllere hakim kılmayı hayatlarına gaye edinmişlerdir. Allah da, onlara bütün yeryüzüne sevgi ve huzur götürme imkânını vererek kendilerini aziz kılmıştı. Zaten Allah Rasulü'nün risaletinin mânâ ve hedefi de buydu. Cenab-ı Hak, O'nu yeryüzündeki bütün sistem ve dinlere galebe çalsın diye hak bir din ve hidayet kaynağı Kur'ân ile göndermişti. Mevzu ile alâkalı ayet, bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ
'O ki, Rasulü'nü bütün dinlerin hepsine galebe çalsın diye hak din ve hidayet kaynağı (Kur'ân) ile gönderdi.' (Fetih, 48/28)
Cenab-ı Hakk, O'na Mekke'nin fethini vaad etmişti; Allah vaadinde hulf etmezdi.. ve Mekke fethedildi. Bundan da anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak, cihan çapında devletlerarası muvazenede sözünü geçirecek hakim bir güç olmayı vakti geldiğinde O'na nasip edecekti. Zira bu keyfiyet de O'na (s.a.s) bizzat Cenab-ı Hak tarafından vaad edilmişti. Yeryüzünde gönüllerin tek ve biricik hâkim dini, İslâm olacaktır. O İslâm ki, insanlığa huzur ve saadet getirecek tek sistemdir. Evet Allah, Habibi'ni böyle bir dinle göndermişti. Göndermişti ki, yeryüzü O'nun nuruyla aydınlansın; bütün harabeler O'nun getirdiği hidayet kaynağı ile ma'mûr hale gelsin..
Yahya Kemal, Yavuz'un ruhaniyatının gölgesinde birgün şöyle der:
'Sultan-ı Selim-i evveli râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî..
Gök, nura gark olur nice yüzbin minareden,
Şehbal açınca ruh-u revân-ı Muhammedî'
Gönlünde bu aşk ve heyecanı tutuşturabilen insan, cihadı hayatının en büyük gayesi ve en büyük ideali haline getirir.. getirir ve artık bu uğurda ölmeyi cana minnet bilir. Zaten yok olmadıktan sonra, varlıktan dem vurmak da mümkün değildir. Varlığa giden yol, yokluktan geçer. Her gündüz bir geceden, her bahar bir kıştan sonradır. Şahsî hayatlarında kışı ve gecesi olmayanlar, ne bahar yaşayabilir ne de nehar...
Milletinizin içinden bir nehar (gündüz) bekliyorsanız, gece hayatı yaşayacak, kendinizi zora koşacak; fırtına, tipi demeden zorlukları göğüsleyecek, kandan irinden deryaları geçecek, arkada nice Uhud'lar bırakacak ve sonra Mekke fethiyle, Çaldıran zaferiyle selâmlaşacaksınız. Evet, bütün bunlar bir kıştan, bir geceden sonra, binlerce derdin şakaklarımızı zonklatmasının ardından olacaktır. Her doğum, mutlaka sancı ve ızdırapla meydana gelir. Doğumla gelenin neş'esini tatmak isteyenler, böyle bir sancı ve ızdıraba razı olmalıdırlar.
Cenab-ı Hakk, dinini yücelteceğini vaad ediyor. Allah'ın dinine sahip çıkanlar da, ona el atmakla yücelip aziz olacaklardır. Allah, bu ülkede olmazsa bile bir başka yerde bu dini mutlaka yüceltecek ve payidar kılacaktır. Bu, Allah'ın vaad-i sübhanîsidir. Ama O, bunu bir cemaatin yeryüzünden fitne yok oluncaya kadar mücadele aşk ve azmini göstermesine bağlamıştır. Kur'ân bu hususla alâkalı şöyle buyurmaktadır:
وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ لله
'Fitne kalmayıp, yeryüzünde yalnız Allah'ın dini hakim oluncaya kadar onlarla savaşın' (Bakara, 2/193). Evet, fitne ve huzursuzluk kalkacağı ana kadar mücadeleyi devam ettiriniz ki, insanlar, dünyevî ve uhrevî istikballerinden emin olabilecekleri bir ortama ulaşabilsinler. Yeryüzünde sulh u umûmî temin edileceği, huzurun ve emniyetin sağlanacağı ana kadar mücadele bir an olsun, kat'iyen bırakılmamalıdır.
İşte, Rasûl-i Ekrem (s.a.v)'in ashabı içinde tutuşturduğu mefkûre meşalesi budur!
Şimdi de bu meşale ile aydınlanan coğrafyaya bakalım;
Hz. Osman (r.a)'ın halife seçilmesinin üzerinden henüz beş sene kadar geçmişti ki, Kuzey Afrika, baştan başa İslâm'ın hakimiyeti altına girmiş. Diğer yandan İslâm orduları, tâ Hazar Denizi'nin arkasına sarkmış ve Taberistan'ı fethetmişlerdi. Ardından, Mâverâünnehir ve derken İslâm, daha Hz. Osman devrinde Çin Seddi'ne varıp dayanmıştı. Bugünkü Türkiye'nin 50 misli büyüklük ve genişlikte bir devleti Cenab-ı Hakk, hem de 15 sene gibi kısa bir zaman içinde o devrin müslümanlarına lütfetmişti. Çünkü onlar, hayatı istihkâr ediyor ve her zaman ölümü gülerek karşılıyorlardı. Siz de, ne zaman hayatı istihkâr eder, rahatınızdan fedakârlıkta bulunur, dini hayatınızın gaye ve hedefi haline getirir ve 'İslâm şahsî hayatıma hakim olmadıktan sonra ölüm daha yeğdir' derseniz, Allah (c.c) size de lütufta bulunacak ve sizi yeryüzünün hakiki mirascısı kılacaktır'. Taşıdığı bayrağı en yüksek burca dikebilme derdiyle dertli, hatta duygu ve düşüncesini bütün yeryüzüne duyurduktan sonra, bu defa da göklere bayrak dikmeye azimli bir topluluktur ki, Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve keremine liyakat kazanmış sayılır. Ve cihan hakimiyeti böyle bir Rabbanîler topluluğunun canlarını harç olarak kullandıktan sonra gerçekleşecektir.
- tarihinde hazırlandı.