Cihad Yıkılışları Önlemenin Çaresidir
Mümin, ancak içte ve dışta vereceği bu mukaddes kavgayla aziz olacaktır. Ama o, kendisine terettüp eden vazifeyi yapmayıp, yaşama ve hayattan kâm alma sevdasına düştüğü, şahsî zevklerine takılıp kaldığı zaman ise, onuru ve izzeti de gidecek, dolayısıyla da sefil ve perişan olacaktır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v):
وَتَركْتُمُ الجِهَادَ سَلّط اللهُ علَيْكُم ذُلاً لاَ يَنْـزِعُهُ حَتّى تَرْجِعُوا إِلَى دِينِكُمْ
"Cihadı terkettiğinizde, Allah üzerinize öyle bir mezellet verir ki, dininize tekrar dönene kadar o mezelletten kurtulamazsınız’’ [1] buyurmaktadır. Bu itibarla denebilir ki, izzetli yaşamak, ancak cihad adına bir kısım meşakkatlere katlanmakla mümkündür. Millet, bu meşakkatlere topluca göğüs gerdiği sürece aziz olarak yaşamaya hak kazanacaktır. Ve tabiî fertler tek tek kendi hayatlarını yaşamak için cihadı terk ederlerse, o zaman da Allah’ın umûmî azabı gelir ve masumu mütecâviziyle, mazlumu da zâlimiyle beraber derbeder eder. Öyleyse umûmî bir belâya maruz kalmamak için topluca cihada sarılmak şarttır.
Burada Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v)’in bir sözüyle meselenin özüyle alâkalı bir hususu arzetmek istiyorum. Kâinatın Efendisi (s.a.v) şöyle buyururlar:
إذَا تَبَايَعْتُمْ بِالْعِينَةِ وَأخَذْتُمْ أذْنَابَ الْبَقَرِ وَرَضِيتُمْ بِالزَّرْعِ وَتَرَكْتُمُ الْجِهَادَ سَلَّطَ اللهُ عَلَيْكُمْ ذُلاً لاَ يَنـزعُهُ حَتَّى تَرْجِعُوا إلى دِينِـكُمْ
"İyne alışverişi yaptığınız (sanayii terkle) sığırların kuyruğuna yapışıp, ziraata hasr-ı himmet ettiğiniz ve cihadı bıraktığınız zaman Allah, size, altından kalkamayacağınız öyle bir mezellet verir ki, yeniden dininize döneceğiniz ana kadar o mezelletten kurtulamazsınız.’’ [2]
İyne alışverişi yapmak, iki şekilde tefsir edilmiştir. Birincisi, birinden veresiye mal satın alıp, daha sonra aynı adama bu malı daha ucuza ve peşin olarak satmaktır. Bu alışverişten gaye şudur: Kişinin paraya ihtiyacı vardır ve doğrudan para alıp fazlasıyla ödemek faiz olacağından, iyne yapan böyle bir yola tevessül etmektedir. Bunu şöyle bir misalle biraz daha açabiliriz: Birinin diyelim ki 800.000 liraya ihtiyacı vardır; başkasına ait bir malı veresiye bir milyon liraya satın alır. Sonra da aynı malı aynı adama 800.000 liraya peşin olarak satar. Dıştan normal bir alış-veriş gibi görünen böyle bir muamelenin faizden farkı yoktur ve kat’iyen caiz değildir.
İyne alışverişi yapmanın fukahanın çoğunluğu tarafından kabul edilen ikinci tefsiri ise şudur: İyne, bir vade farkı uygulamasıdır. Meselâ, borçlu gelir ve bu ay ödemesi gereken borcunu ödeyemeyeceğini söyler. Hemen borcuna tehir süresi ve borç miktarı hesap edilerek fiyat artırılır. İşte Allah Rasûlü, bu hadîs ile iki yorumuyla birlikte ticarî ahlâksızlığa parmak basmakta ve bu ahlâksızlık sizi esaret altına aldığı zaman mezelleti bekleyin, buyurmaktadır.
Hadiste anlatılan ikinci hususa gelince;
وأخَذْتُمْ أذْنَابَ البَقَر ورَضِيتُمْْ بالزَّرْعِ
"Sığırların kuyruğuna tutunup da ziraata hasr-ı himmet ettiğiniz zaman" ifadesinde tenkidi yapılan husus elbette ki ziraat değildi. Zira Efendimiz:
إِنْ قَامَتِ السَّاعَةُ وَبِيَدِ اَحَدِكُمْ فَسِيْلَةٌ فَاِنِ اسْتَطَاعَ اَنْ لاَ يَقُومَ حَتَّى يَغْرِسَهَا فَلْيَفْعَلْ
"Kıyametin kopması esnasında sizden birinizin elinde fidesi olsa, kıyamet kopmadan önce onu dikmeye gücü yeterse, diksin" [3] buyurmuştur. Ayrıca, مَنْ أحْيَا أرْضاً ميتَةً فَهِيَ لَهُ "ölü araziyi kim ihya ederse, o yer onundur" [4] fehvasınca ölü toprağa İslâm’ın tahammülü yoktur. O mutlaka ihya edilmelidir. Burada tenkid edilen husus, dengesizliktir; çünkü, iktisâdî hayatın can damarı olan üretim, sadece ziraata hasredilir, ticaret ve sanayi ihmale uğrarsa, o takdirde üretimde bir dengesizlik söz konusudur. Buna karşılık sadece ticarete veya sadece sanayie yönelik kalkınma hamleleri de, aynı şekilde bir dengesizliğin ifadesidir. O halde esas olan, her sahaya gereken değeri vermek ve böylece gereken üretim dengesini sağlamaktır.
Ziraat, köylerde olur; bu yüzden insanların kendilerini bütünüyle ziraate vermeleri şehirleşmenin tamamen durması demektir. Şehirleşmenin durması ise sanayi ve ticaretin ölmesi mânâsına gelir. Bunun aksi yani, herkesin köyde tarlasını bırakıp da büyük kentlere akın etmesi bir başka arızanın doğmasına yol açar ki, günümüzdeki şekliyle kentlerin hızla büyümesi, büyüme hızı oranında yeni yeni problemler doğması yeraltı ve yerüstü hizmetlerinin akamete uğraması ve işsizliğin had safhaya yükselmesi bunlardan sadece birkaçı...
Kalkınma dengeli olmaz ve iktisâdî hayatın bir bölümü dışa bağımlı kalmaya devam ederse, her zaman hasımlarımız tarafından bir darbeye maruz kalabileceğimiz kaçınılmaz olur. Dışa bağımlı sanayi kuruluşları, dışa bağımlı ticaret emtiası kadar, dışa bağımlı ziraat ürünleri de, her zaman iktisadî hayat için bir tehdit unsurudur. Öyleyse asıl olan, bütün sahalarda dengeyi koruyabilmektir.
Efendimiz devrinde hızlı kentleşme problemi olmadığından iktisâdî dengesizlik, hadiste ziraata hasr-ı hayat etme şeklinde ifade buyurulmuştur. Günümüzde ise, hızlı kentleşme, beraberinde getirdiği sıkıntılarla yeni bir dengesizlik alâmetidir. Bu problemin çözümü için düşünülen veya düşünülebilecek olan köye dönüş veya köye yerleşme meselesi, ciddî olarak ele alınması gereken hususlardan biridir ki, hadisten bu mânâyı anlamak da mümkündür.
Diğer taraftan, medeniyetten sonra bedeviyete rücû veya bedeviyette ısrar edip durma da, hadiste tenkid edilen hususlardandır. Bunların hepsi, topluma mezellet ve meskenet getirir.
Hadiste anlatılan üçüncü husus: وََتَرَكْتُمُ الْجِهَادَ
"Cihadı terk ettiğiniz zaman’’ yani rahata daldığınız, kendi işlerinize kapanıp onlarda boğulduğunuz zaman sizin için başınızın ucunda bir mezellet hazır demektir. Evet havanız maddeten karardığı gibi, manevî havanız da kararmış, ruh semânızın yıldızları dökülmüş; ayınız, güneşiniz küsuf ve hüsufa uğramış demektir. Sizin yeryüzünde yaşamanız şeriat-ı fıtriyeye göre artık caiz değildir.
Yeniden dine dönünceye kadar, siz ısrarla isteseniz de, dua dua yalvarsanız da, maruz kaldığınız o mezelleti Allah başınızdan atmayacaktır.
Böyleleri için dine dönüş nasıl olacaktır? Şu anda üzerimizde ve omuzlarımızda asırların getirip biriktirdiği dünya kadar haklar var. Bırakın başka hakları, bu dönemde nefsimize karşı eda edilmesi gereken hakları bile eda edememişizdir. Ayrıca yine bu devrede, ailemizin, milletimizin, neslimizin bizden beklediği şeyleri de yerine getirememişizdir. Evet cılız omuzlarımıza, incecik belimize üst üste bir sürü vebal yüklenmiştir. Yirminci asrın idrak sahibi müslümanı, bu veballer altında iki büklümdür ve bu mesele hafif değil, aksine çok çetindir. Çünkü üç asırlık yıkılışın feryadını sînelerimize doldurmakla karşı karşıyayız. La akal, çeyrek asır inlemeden, sancı ve ızdırap çekmeden bu feryadın dinmesi de mümkün değildir. Bu duruma gelmemizin tek sorumlusu da, yine kendimiziz. O halde kurtuluş yine bizimle olacaktır. Dişimizi sıkacak, kendi meşalemizi kendimiz tutuşturacak, Allah’ın inayetine yönelecek ve bu yönelmeyi hem sözle, hem de fiille gerçekleştireceğiz. Bunu yapabildiğimiz ölçüde Rahmet’in kapıları açılacak ve Rahmet eli, içinde bulunduğumuz durumdan bizi çekip alacak ve inşaallah kurtuluş sahillerine ulaştıracaktır.
a) Akabeyi Aşanlardan...
Rasûl-i Ekrem (s.a.v), topyekün cihan karşısında öyle bir cemaatle kavga veriyordu ki, o cemaatin her ferdi, hayatın hangi kesiminde kendisine ne düştüğünü çok iyi biliyordu. Uhud, bu şuurun çeşit çeşit tablolarla ebedileştiği bir yerdir. O gün orada kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar herkes, kendine düşeni samimiyetle yerine getirdi ve o makûs talih, ancak bu şekilde tekrar müslümanların lehine döndü. Hz. Enes (r.a) anlatıyor: "Gözüme çok sık ilişenlerden ikisi, annem Ümmü Süleym ve Ezvâc-ı Tahirat’tan Hz. Âişe idi. Medine’ye koşuyor, mataraları doldurup geliyor ve şehid namzetlerine su dağıtıyorlardı. Bütün gün böyle gidip geldiler. Boş kaldıkları anda da hemen mataraları bir yana koyup yaralılarla ilgileniyorlardı."
Bu hengamede yaşlı bir kadın, elinden tuttuğu çocuğunu Efendimiz (s.a.v)’e getirdi. Bu kadın, savaşmak veya yaralılara hizmet etmek bir yana, elden ayaktan düşmüş denebilecek derecede yaşlıydı. Şu kadar ki, üzerine düşenin idraki ve şuuru içindeydi. Yapabileceğini yapmak ve Uhud’da hissesine düşeni en iyi şekilde eda etmek istiyordu. Bu çocuk ve annesinin, hakka hizmet aşkını tablolaştırdıkları şu manzara, ne kadar da görülmeye değerdi! Çocuğun omuzundaki kılıç neredeyse yerlerde sürünüyordu; mânevî hazla kanatlanıp uçan ruhunun aksine, bu küçük bedenin o kılıcı taşıyacak hali de yoktu. Yaşlı kadın, huzur-u Rasulullah’a geldi ve şöyle dedi: "Ya Rasulallah! Verecek bir şeyim, bir iş yapacak hal ve takatim yoktur. Lakin, bu, benim çocuğumdur. Onu size armağan ediyorum. Önünüzde savaşsın ve sizi müdafaa etsin." Allah Rasulü, ışıl ışıl yanan gözleri yüzüne çevrilmiş emir bekleyen çocuğa baktı. Çocuk, âteşîn gözleriyle âdeta, "Ferman buyur ya Rasulallah! İzin ver, uğruna öleyim" diyordu. Bir şeyi bu kadar candan ve yürekten isteyenin, kim olursa olsun red cevabıyla karşılaşması mümkün değildir. Onun için, Allah Rasulü bu yavrunun isteğini kabul etti ve onu İslâm askerleri arasına aldı. Çocuk, boyundan büyük kılıçla düşman saflarına daldı. Sanki birden büyümüş ve civanmert bir delikanlı olmuştu. Ne var ki, Uhud’un yükü çok ağırdı. Onu ancak Hamzalar, İbn-i Cahşlar, Mus’ablar omuzlayabilirlerdi. Fakat işte, çocuk da bir tarafından bu yükün altına girmişti. Gel gör ki, bu narin bünye bu ağır yüke daha fazla dayanamadı ve aldığı kılıç darbeleriyle yere düşüverdi.
Biraz sonra, "Allah’a giden yolda meleklerle yarışacak", bu gül yüzlü yavruyu kucaklayıp huzura getirdiler. Kalbi, bir güvercin kalbi heyecanıyla çarpıyordu. Beyaz kuğular gibi nazenin boynunu germişti, ama yüzünü çepeçevre sevinç ve mutluluk sarmıştı. Gözlerinin içi gülüyordu. Çünkü, şehadetin füsun-u nevmi (tatlı uykusu) ile, Uhud’un âteşîn ravzasından çıkacak ve az sonra cennet yamaçlarında dolaşmaya başlayacaktı. Gözlerini çocuğun gülümseyen bakışlarına dikmiş olan Allah Rasulü, "Yavrucuğum, acı duyuyor musun?" diye sordu. Çocuk, Allah Rasulü’nü mahzun etmemek için güçlükle "Hayır Ya Rasulallah" diye inledi. Uhud’un üzerine akşam hüznü inerken güneş, sanki bu çocuğun çehresinde yeniden doğmaya hazırlanıyordu.[5]
Ümmü Ümare anlatıyor: "Uhud’a gittim. Elimde sargı bezleri vardı. Yaklaştığımda Rasûl-i Ekrem’in etrafının dağılmış olduğunu gördüm. Yaralı Mus’ab, o haliyle sağa sola koşuyordu. Yaklaşık on kişilik bir grup saldırınca, Rasul-i Ekrem, "Bunlara kim karşı koyacak?" dedi. Meydanda kimse kalmamıştı. Herkes, biçilmiş başaklardan dökülen taneler gibi bir tarafa dökülmüş, yıkılıp kalmıştı. İş başa düşmüştü. Elimdeki sargı bezlerini attım ve bir kılıçla onlara karşı çıktım. Karşımdaki İbn-i Kamie idi; Rasûl-i Ekrem’in üzerine gelirken, gayz içinde şunları söylüyordu: "Bana Muhammed’i gösterin. Eğer O kurtulursa, ben kurtulamadım demektir." Bu "Ya O beni öldürecek, ya ben O’nu öldüreceğim" demekti. İbn-i Kamie demir zırhlar içindeydi. Benim zırhım da yoktu ama, ona elimdeki kılıçla karşı çıktım. Bana öyle kılıç darbeleri indirdi ki, sırtımda bir el girecek kadar derin yaralar açılmıştı. Ve o gün, akşama kadar bana savaşmak düşmüştü."[6]
Savaş akşama kadar devam etmişti.. ve tabiî Medine’nin de içten korunması gerekiyordu. Peygamberin halası, büyük kadın Hz. Safiyye o esnada Medine’deydi. Efendimiz’in yaralandığını duyunca Uhud’a koştu. Ümm-ü Ümare gibi o da, felaketin üstüne üstüne gidiyordu. Yerden kaptığı bir mızrakla kâfirlerin üzerine öylesine saldırdı ki, Rasûl-i Ekrem dayanamayarak Safiyye’nin oğluna,
"Ananın önüne geç. O kadındır" demek zorunda kaldı. O bu sırada kâfirleri önüne kattığı gibi sürükleyip götürüyordu.[7]
İş başa düşünce, kadın da vazife yapıyordu. Evet, dahilden ve hariçten gelen felâketler karşısında mümin, cihada koşacak; ailesine, dinine, vatanına, milletine karşı vazife ve sorumluluğunu yerine getirecektir. Kadınıyla, erkeğiyle, genciyle, ihtiyarıyla topyekün ve hayatın her safhasında kavga verilecek ve himmetler, hayatın sadece bir-iki noktasına hasredilmeyecektir. Aksi halde mağlubiyet muhakkak ve mukadder olur. Mümin, hayatı bir bütün olarak kucaklamak zorundadır; ve cihadda böyle şümullü bir mânâ vardır.
b) Aziz Yaşamak İçin..
Aziz olarak yaşamanın yolu, yerinde ölmesini bilmekten geçer. Evet yerinde, korumakla mükellef olduğumuz mukaddeslerin uğrunda ölebilsek veya kendimizi ölüme hazırlayabilsek, daha dünyada iken sürekli ebedî varoluşun neşvesini yudumlayacak ve ahirette de tasavvurlarımızı aşan mazhariyetlere ulaşacağız. Rasûl-i Ekrem, bu mevzuda aşkımızı coşturup gönüllerimize güç verecek şu sözleriyle nazarlarımızı bu noktaya çeker ve buyurur ki:
لَوْلا أَنْ أَشُقَّ عَلَى أُمَّتِي لأَحْبَبْتُ أَنْ لا أَتَخَلَّفَ خَلْفَ سَرِيَّةٍ)، (لَوَدِدْتُ أَنِّي أَغْزُو فِي سَبِيلِ اللهِ فَأُقْتَلُ ثُمَّ أَغْزُو فَأُقْتَلُ ثُمَّ أَغْزُو فَأُقْتَلُ
"Ümmetime meşakkat vermek istemeseydim hiçbir seriyyenin ardında kalmazdım. Ne kadar arzu ederdim, Allah yolunda öldürüleyim sonra diriltileyim, sonra tekrar öldürüleyim, tekrar diriltileyim, tekrar öldürüleyim.." [8]
Allah yolunda mücadele ve mücahede, uğrunda ölme ne kadar şerefli ve ne kadar mukaddes bir vazife ki, Mefhar-i Mevcudat Efendimiz (s.a.v), başı evc-i kemâlâta ulaştığı bir dönemde peygamberlik dâvâ ve misyonunun yanında, harb seriyyelerinin arkasına takılmayı arzu etmekte.. ve savaşma-ölme veya öldürme, sonra yine ölme ve dirilme.. ve bu işe birkaç defa mazhar olma temennisinde bulunmaktadır.
Bu mazhariyet aklı başında olan herkesin talep etmesi gereken bir mazhariyettir. Zira cihadsız geçen hayat, boşa geçmiş demektir. Efendimiz’in bu husustaki her ifadesi, cidden dikkat çekicidir.. İşte bir-iki misal:
مَنْ مَاتَ وَلَمْ يَغْزُ وَلَمْ يُحَدِّثْ بِهِ نَفْسَهُ مَاتَ عَلَى شُعْبَةٍ مِنْ نِفَاقٍ
"Bir kimse, hayatında hiç cihad yapmadan, bu mevzuda hiç bir cehd göstermeden ölürse, bir nifak şubesi içinde ölmüş olur." [9] Yani bu insan münafıklık zemininde ruhunu teslim etmiş demektir. Bir başka rivayette de şöyle buyurulmaktadır:
مَنْ لَقِيَ اللهَ بِغَيْرِ أَثَرٍ مِنْ جِهَادٍ لَقِيَ اللهَ وَفِيهِ ثُلْمَةٌ
"Bir kimse, hayatında cihad eseri olmadan Allah’ın huzuruna çıkarsa, kendinde ciddi bir boşluk olduğu halde, Allah’la karşılaşmış demektir." [10]
Yani, böyle bir kimse, Mahkeme-i Kübra’ya kendisini utandıracak ve yüzünü kızartacak bir eksikle, bir gedikle gelmiştir.
Sağımızda, solumuzda dünya kadar doğranan, tecavüze uğrayan, inim inim inleyenler var. Mazlumun imdadına koşmak bize bir vazife olduğu gibi, zalimin zulmünü defetmek de bir vazifedir. Yoksa, öyle acı bir derdest oluşla huzur-u Rabbü’l-alemin’e gideriz ki, bu, dünyada gözümüzün önünde çekenlerin çektiklerini unutturacak şekilde ürpertici olur. Rabbin huzuruna böyle bir perişaniyetle çıkmak, böyle haşr u neşr olmak ne büyük talihsizliktir!..
Bir başka hadislerinde Efendimiz (s.a.v) güzide arkadaşları sahabeye istikbalde vaki olacak ve her mümini ürpertiye sevkedecek bazı hadiseleri haber vermekte ve her haber verdiği hadisenin sonunda sahabe dehşete kapılarak: "Bu da olacak mı ya Rasulallah?" diye sormakta, Efendimiz de: "Daha dehşetlisi de olacak" cevabıyla bir başka hadiseyi haber vermektedir. Ebu Ya’lâ ve İbn-i Ebi’d-Dünya’nın rivayet ettiği bu hadis, mealen şöyledir: Allah Rasulü buyurur:
"Nasıl olacak o gün ki, kadınlar baş kaldırmış, gençleriniz fısk u fücura daldığında kötülükler yayılmış ve cihad terkedilmiştir?"
Tabii sahabe, bu söz karşısında dehşete kapılmıştır. Zira onların havsalası böyle bir tabloyu alamazdı. Evet onlar, bir tek müminin bulunduğu yerde dahi böyle bir manzara ile karşılaşılacağına ihtimal veremezlerdi. Onun için de yine, soracaklardı:
"Bu da olacak mı ya Rasulallah?"
Allah Rasulü (s.a.v) "Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, daha şiddetlisi olacak" ve konuşma bundan sonra şöyle devam eder:
- Bundan daha şiddetlisi nedir ya Rasulallah?
- Bütün kötülükleri iyi ve bütün iyilikleri kötü gördüğünüz gün, bir bilseniz haliniz nasıl olacak?
Yani; zinanın tervic edildiği, şehir içi ve şehir dışı eşkıyanın teşvik gördüğü, imân ve Kur’ân’ın aşağılandığı ve müminlerin takibe tâbi tutulduğu, çirkinin güzel, güzelin çirkin gösterildiği, bütün münkerâtın devletten beraat aldığı, bunun yanında ma’ruf ve ilâhî emirlerin ayıp bir iş gibi gizli gizli yapıldığı günler de gelecek ve işte o zaman haliniz nice olacak?
- Bu da olacak mı ya Rasulallah?
- Evet, daha şiddetlisi olacak.
- Bundan daha şiddetlisi nedir ey Allah’ın Rasulü?
- Nasıl olacak o gün ki, münkerâtı emreder, ma’ruftan da men’edersiniz? (Yani çocuğunuzu namazdan alıkoyduğunuz, onu başıboş bıraktığınız ve ona halinizle, dilinizle ve davranışlarınızla kötülüğü emrettiğiniz zaman haliniz nice olacak bir bilseniz? Ve daha dehşet vericisi, neslinize Allah’ı unutturduğunuz, ilim irfan adına konuşurken hep küfür konuştuğunuz, Peygamber (s.a.v)’in nam-ı celilini onların gönüllerinden sildiğiniz gün haliniz nasıl olacak? Sanki Allah Rasulü (s.a.v) ümmetinin başına gelecekleri bir bir görmüş bulunduğumuz asrı ve içinde yaşadığımız cemiyeti bizzat müşahede etmiş gibidir.)
- Bu da olacak mı ya Rasulallah?
- Evet, daha şiddetlisi de olacak!.. (Allah Rasulü, sözünün burasında Cenab-ı Hakk’tan nakille, kasemle teyid edilen şu sözü söyler): "Celalime yemin olsun ki, bu duruma gelmiş bir cemiyetin içine çağlayanlar gibi fitneler salıvereceğim..."[11]
İşte, üzerimizde taşıdığımız mükellefiyetin Allah ve Rasulullah nezdindeki değeri budur. Kalbimizin en hassas yerinde üç asırdan beri devam edegelen bir vebalin ağırlığı ve aynı zamanda ağrısı var. Derdimize yine derdimizden başka dermanımız da yok.
Bugün ara sıra camiye gitmek veya hac farizasını yerine getirip dönmek bazılarımız için birer teselli kaynağı olmaktadır. Halbuki, içinde bulunduğumuz durumun vehameti şahsî farzları ifa ile bertaraf edilebilecek kadar basit değildir. Bu müthiş durum karşısında bütün sistematiğiyle emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker vazifesini yerine getirmekten başka bir çaremiz olduğunu zannetmiyorum. Bu kudsî vazifeyi yerine getirecek de yine bizleriz, evet, teker teker hepimiziz. Yoksa, hadiste anlatılan ve sonunda kasemle Cenab-ı Hakk’ın bildirdiği ve sanki bugünkü cemiyetin durumunun tasvirinin yapıldığı fitne girdabından kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
[1] Ebû Dâvûd, Buyû’ 56; Müsned, 2/42
[2] Ebû Dâvûd, Buyû’, 56; Müsned, 2/42
[3] Müsned, 3/191
[4] Buhârî, Hars, 15; Ebû Dâvûd, İmâre, 37
[5] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/370-371; Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1/598-599
[6] İbn Hişam, Sîre, 3/86-87; İbn Kesîr, el-Bidâye, 4/34
[7] Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 2/88; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/349
[8] Müslim, İmâre, 28; Buhârî, Îmân, 26; Nesâî, Cihâd, 3
[9] Müslim, İmâre, 157; Ebû Dâvûd, Cihâd 17, Nesâî, Cihâd, 2
[10] Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 26; İbn Mâce, Cihâd, 5
[11] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7/280-281
- tarihinde hazırlandı.