İlm-i İlâhî Açısından Kaza ve Kader

Bu mevzûa bir hadîs-i şerifle başlamak istiyorum. Bu hadîste Efendimiz (sav): 'Sizden hiç kimse yoktur ki, cennet ve cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın'[1] buyuruyor.

Demek oluyor ki, daha insan yaratılmadan, Cenâb-ı Hak, insanın cennetlik mi, yoksa cehennemlik mi oldugunu biliyor. Şimdi ilim açısından kaza ve kader meselesinin farklı bir açıklamasını arzedelim:

Allah (cc), her şeyi bilir. Bildiğini tayin ve takdir eder. Bir kısım meseleler de vardır ki, bu meselelerde Allah (cc) atâda bulunur. Hakkımızda hükümler verir. Husûsiyle Kur'ân-ı Kerim ile bizi mükellef kılar. Mükellef kıldığı şeyler ise çok defa bize nâhoş gelir. Nefislerimiz onları sevimli bulmaz. Ama Allah (cc), her şeyi bilen Allah'tır. Hakkımızda böyle bir hüküm ve takdirde bulunurken, bizim için bir kısım fayda ve maslahatlar vaz' eder. Ve, işte O'nun takdir ve tayinlerinde bu maslahatlar da nazara alınmıştır. Fakat biz bütün bunlardan habersizizdir. Biz bilmiyoruz ama Allah (cc) biliyor. Allah'ın bilmesi ve aynı zamanda bu bildiklerinin bir hikmete yakın ve mukârin olması, evet bunlar, birbirinden ayrılmayan hakikatlerdir. Her zaman Cenâb-ı Hakk'ın ilmini, hikmetler ve maslahatlar takip eder. Allah (cc) hikmet ve maslahata göre iş yapma mecburiyetinde değildir. Ancak, O'nun ilmi nasıl her şeyi kuşatmışsa hikmeti de, aynı şekilde her şeyi kuşatmıştır. O hem Alîm'dir, hem de Hakîm'dir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir.

'Her işte hikmeti vardır,
Abes iş işlemez Allah.'

Hikmet daima O'nun ilmine râmdır. Nerede ilim tecelli eder, kudret ve irade iç içe çiçek gibi açarsa hemen ardından bir hikmet ışıldamaya başlar. Halbuki biz, bu maslahat ve hikmetleri bilmediğimiz için çok kere mükellefiyetleri kerîh görürüz. Bunların, -fıkıh ıstılahıyla ifade edecek olursak- hüsün li gayrihi, yani neticeleri itibarıyla güzel olduğunu idrâk edemeyiz. Meseleye bu açıdan bakılabilse, hilkatin netice itibarıyla çok hikmetli ve çok güzel olduğu ortaya çıkacaktır.. şerlere gelince onlar bizim hususi kesbimize bağlıdır...

Şu âyet-i kerime, bu hususu gayet açık bir şekilde izah etmektedir:

 

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُواْ شَيْئاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئاً وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

 

'Hoşunuza gitmese bile, savaş size farz kılındı. İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin lehinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz şey sizin aleyhinizedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.'[2]

Allah yolunda kıtal, muharebe; İslâm'ın izzet ve haysiyeti uğruna cihad olarak size farz kılındı. Kitab'ı kafanıza, silahı belinize koyup sınırlarınızı bir nefer gibi korumak, devlet, millet, şeref ve haysiyetine bekçilik yapmak sizin için mukaddes bir sorumluluktur. Mülk yönüyle ve dışa bakan cihetiyle bu size kerîh gelebilir. Ama size bir kanun söylüyorum: nice kerîh görüp hoşlanmadığınız şeyler vardır ki, onlar sizin için hayırdır. Nice sevdiğiniz şeyler de var ki onlar sizin için şerdir.

Demek oluyor ki, nice dış yüzüyle çirkin görünen şeyler var ki bizim için onlarda çok büyük hayırlar vardır. İşte soğukta alınan abdest, işte uzun mesafeler kat'edip mescidlere gitmek ve işte namazdan sonra diğer namazı beklemek, zahiren çok zordur; fakat bu zorluğun verasında adım adım cennete yaklaşmak ve merhâle merhâle Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine yanaşmak vardır. Nefse hoş gelen, insanı şehvet alemlerine iten nice iç gıcıklayıcı şeyler de var ki, onların da neticesi adım adım cehenneme yuvarlanmak ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden uzaklaşmaktır.

Hz. Ömer (ra) bu meseleyi ne güzel yakalamıştır. Şöyle der: 'Hayırla mı, yoksa şerle mi sabahladım, hiç aldırış etmeyeceğim: Çünkü benim hayır zannettiğim esasen benim için şer; şer zannettiğim de benim için hayır olabilir.'

Esas olan, bizim için meçhul sayılan bu sahaya dair hüküm vermekten kaçınmak ve Allah'ın hükümlerine inkıyad etmektir. Evet bize vacip olan hayra koşmak, hayra niyet etmektir. Öyle ise dikkat edelim, emir ve nehiylerde Allah'a itaatimiz tam olmalı, emir ve yasakların dış yüzlerine bakıp aldanmamalıyız.

Bu konuda Hudeybiye Anlaşması, meselemiz için çok çarpıcı bir misaldir. O, mülk yönüyle ve hâdiselerin dış yönündeki akışıyla ele alındığı zaman nefsin hoşuna gitmeyen tablolarla doludur. Fakat aynı Hudeybiye, melekût yönüyle ve ledünnî derinliği ile ele alındığı zaman, Kur'ân'ın ifadesi içinde bir 'Feth-i Karîb-Yakın fetih' olarak karşımıza çıkar.

Hakikaten Hudeybiye'nin mülk yönü dayanılacak gibi değildir. Sanki aleyhte olabilecek ne varsa hepsi toparlanmış ve Müslümanların karşısına dikilmiştir...

Hak uğrunda bir bardak suda fırtına koparacak kadar, Hakk'a bağlılıkları müsellem ancak bir o kadar da müteheyyic sahabenin Ka'be'yi tavaf için, evet, bunca yılın verdiği hasretle kavrulup duran bu insanların, Ka'be ile aralarına giren düşman hâili sebebiyle, geldikleri yere dönmeye zorlanmaları, o yapıdaki insanların katlanabilecekleri şey değildi... Hele, elinde ayağında kalın zincirler olduğu hâlde Allah Resûlü'ne sığınan Ebû Cendel'in geriye döndürülmesini kabul etmek onlar için ızdırabın en elem vericisiydi. Ve, işte bütün bunlar meselenin dışa bakan yönüydü. O yönüyle bütün hâdiseler aleyhte cereyan ediyordu. Heyecanın doruk noktaya ulaştığı bu hengâmede dahi, Allah Resûlü, iç âlemi itibarıyla nice burkuntular geçirmesine rağmen, sükûnetini muhafaza ediyor ve âkıbetin mutlaka hayırlı olacağına inanıyordu ve acı bakışlarının altındaki gizli, tatlı tebessümün mânâsı da buydu. Hz. Ömer'in dahi kavrayamadığı ve kavradığı zaman da hayatının sonuna kadar sadaka ve istiğfar ile hatasına keffaret aradığı böyle bir meseleyi anlayıp kavramak cidden müşkül ve oldukça zordu.. neden sonra nâzil olacak âyet, müşkülü çözmüş ve Ashab'ın, meselenin bâtınî ve ledünnî yönüne bakmalarını temin etmişti. Evet, Hudeybiye bir fetihti.

Zira Kureyş, Müslümanların karşısına oturup anlaşma teklifi yapmakla onların varlığını resmen kabul etmişti.

Müslümanlar, ertesi sene Umre yapabilme garantisini almışlardı ki, bu da resmen, Ka'be'nin sadece Mekkelilere ait olmadığı hükmünü kabul etmek anlamına geliyordu. Bu düşünce diğer kabîlelerin de cesaretini artırdı.

Hudeybiye ile varılan anlaşmaya göre her iki taraf on sene birbirine harp ilân etmeyecekti. Bu kadar uzun bir süre Müslümanların dinlerini yayma çalışmaları için çok büyük bir fırsat demekti. Nitekim bu zaman zarfında yapılan tebliğlerle, kabîleler akın akın İslâm'a girdiler. Bu yönüyle de Hudeybiye bir fetih oldu.[3]

Hâdiselerin melekût cihetini, meselenin tatlı yüzünü gösteren bir başka misal de Hz. Yusuf'dan (as): Mısır'a azîz olmak için, evvela kuyuya atılmak, sonra köle gibi satılmak, ardından zindana tıkılmak gerekiyormuş. Hz. Yusuf (as) da bunların hepsini görmüş ve çekmişti. O bütün bu imtihanları bir nebiye yakışır şekilde başarıyla atlatmıştı. Zâhiren zor ve çetin görünen bu hâdiselerin verasında, bütün milletin kaderine hâkim olma gibi bir pâye vardı ve o bunlara erişti.

Allah Resûlü de mi'râca böyle sıkıntılı bir anda çıkmıştı. Hâdiseler hep aleyhindeydi. Müslümanlar muhasara altına alınmışlardı. Kendisini en çok destekleyen iki insan vefat etmişti. Artık Hz. Hatice ve Ebû Talib cismanî hayatta Allah Resûlü'nün yanında olmayacaklardı. Taif'e gitmiş fakat kabul görmemişti.[4] İşte tam bu esnada Allah Resûlü'ne gökten bir davet geldi. Derken imkân ve vücûb arası bir makama erdi. Evet bir yere ulaştı ki, orada Cibril sadece O'nu seyretmekle yetindi. Çünkü parmak ucu kadar dahi ilerlemesi mümkün değildi.[5]

Hz. Mûsa'nın (as) çilesi daha doğar doğmaz başlamıştı. Bir sepete konulup nehre bırakılmıştı. Sonra Allah (cc) onu, hem kendisine hem de Mûsa'ya en büyük düşman olan Firavun'un sarayına yerleştiriyordu. Bir Kıptiye vurduğu öldürücü bir tokat yüzünden senelerce sürgün hayatı yaşadı. Zira İsrailoğulları gibi şeytan bir kavmi melekleştirmek için, böyle bir hazırlık safhası geçirmesi gerekiyordu. Neticesi çok güzel ve hayırlı olan böyle düzine düzine hâdiseler zincirinin varsın başlangıcı zâhiren kerih görülecek şeylerle dolu olsun; Allah, bütün bu hâdiselerde mutlak hayırlar yaratıyordu.

Hz. Mesîh (as) göğe nasıl yükseldi. Ortada onu asmak için hazırlanan bir çarmıh vardı. O korkunç bir tarassud altında sıkışıp kalmıştı. İşte o anda ona gökten bir el uzandı ve doğuşu mu'cize olan bu zâtın, dönüşü de mu'cize ile noktalandı.

Ümmet-i Muhammed için de durum farklı değildir. O da geçmiş ümmetlerin çektiklerini çekecek ve Cenâb-ı Hak, dışa bakan yönüyle zor ve kerih gibi görünen bu hâdiselerden bol bol hayırlar yaratacak ve ona ferecler, kurtuluşlar ihsan edecektir.

İşte İlm-i İlâhî'de her hâdise başlangıç ve neticeleriyle böyle sırdan bir yumaktır. Yani, Allah (cc) hem Zâhir hem de Bâtın olması hasebiyle, hâdiselerin hem mülk hem de melekût cihetini bilmektedir. Ve kader de O'nun bu ilminin sırlı bir ünvanı demektir. Bu keyfiyetiyle de kader Levh-i Mahfuz hakikatinin bir başka adıdır.


[1] Müslim, Kader 7
[2] Bakara, 2/216
[3] İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 188-202
[4] İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 151-166
[5] İbn Kesîr, a.g.e. III, 135-145