Kalb Selameti ve Aktüel Konular
"Göz çok geniş bir sahayı gördüğü halde, bir kıl onun görmesine mani olur" sözü kalb ve ruh hayatımız için neler ifade etmektedir? Günümüzde dünyevî meşguliyet ve aktüel mevzûların insanın ufkunu kapatıp onu, akıbetini düşünemez hale getirdiği söylenebilir mi? Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Göz, görme alanı çok geniş olan, önündeki hemen her şeyi görebilen, konumuna göre cihanları müşahede edebilecek kabiliyette bulunan ilahî bir nimettir. Ancak sizin de soruda ifade ettiğiniz gibi onun üzerine bir kıl dahi konulsa, o çok küçük cisim, gözün görmesine engel teşkil edip onun görme ufkunu kapatır. Fakat burada bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Esasında göz uzvu üzerinden bir benzetme ile dile getirilen bu tespit, insanın maddî-manevî bütün latifeleri için düşünülebilir. Mesela insan bazı meseleleri çok engince mütalaa ederken uygunsuz bir nazar, gayr-ı meşru bir hülya, kendisine galip gelen bir ruh hâleti onu öyle bir noktaya sürükleyip götürür ki, insan o esnada başka hiçbir şeyi göremez hâle gelir. Öyle ki cihanlara sığmayan, dünyayı âdeta bir top gibi kucağına alıp oynayası gelen, o ölçüde onu tahkir edip küçümseyen insan bir zerrede boğulabilir. Bir bakış, bir duyuşla künde künde üstüne devrilebilir. Bir hayal, bir tasavvur, bir ruh hâli bütün benliğini sarar da onu istediği yere çekip sürükleyebilir.
İblis ve Cinnet Hâli
İnsanın bu durumunu anlayabilmek için İblis’in, Hazreti Âdem’e secde emri aldığı esnada ortaya çıkan ruh hâlini hatırlayabiliriz. Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği üzere Cenab-ı Hak Hazreti Âdem’i yarattıktan sonra bütün meleklere ona secde etmelerini emir buyurur. Meleklerin hepsi Hazreti Âdem’e secde etmesine rağmen, İblis kendisinin ateşten Âdem Aleyhisselam’ın ise topraktan yaratıldığını, dolayısıyla kendisinin ondan daha üstün olduğunu iddia ederek kibre kapılıp büyüklük taslar ve neticede küfre girer. Ardından da;
فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ
“İzzetine yemin olsun ki, ben de onların hepsini baştan çıkaracağım” der. (Sa’d suresi, 38/82)
Görüldüğü üzere burada İblis, insanları değişik yollarla saptıracağını ifade ederken, Allah’ın (celle celaluhu) azamet ve celaline, büyüklük ve ululuğuna yemin etmektedir. İşte onun bu kasemi, fıtratının bazı şeyleri sezdiği ve Allah’ı (celle celaluhu) belli bir seviyede bildiğini göstermektedir. Fakat teorik planda Allah’ı bu ölçüde biliyor olmasına rağmen o, bir noktaya takılıp kalıyor ve gözünün önündeki bir kıl, apaçık gerçekleri görmesine mani oluyor. Takılıp kaldığı o noktayla İblis, kendini kin, nefret, haset, kıskançlık ve bencillik gibi âfetlere kaptırıyor ve artık o, gözü başka hiçbir şeyi görmez, kulağı başka hiçbir şey duymaz kör ve sağır bir varlık hâline geliyor.
Şeytanın bu durumunu anlamak için öfkelenmiş, cinnet yaşayan bir insanın o anki hâlini düşünebilirsiniz. Çünkü bazı insanlar kimi zaman öyle öfkelenir ki, böyle bir şahsı gördüğünüzde rahatlıkla “bu insan delirmiş” diyebilirsiniz. Hatta onun bir şizofren olduğuna kanaat getirip bir psikiyatriste gitmesi gerektiğine hükmedebilirsiniz. Böyle bir kişi, kendini kaybetmiş bir halde eline ne geçirirse kaldırır yere çalar, sağa-sola atar, yıkıp devirir, paramparça eder. O esnada kalkıp: “Kardeşim! Allah seni insan yaratmış, sen zaten çok şefkatli bir arkadaştın, ben sende daha önce böyle haller görmezdim” türünden sözlerle onu teskin etmeye çalışsanız, söylediklerinizi hiç mi hiç dinlemez; dinlemez ve eline geçirdiği bir nesneyi tutar size de fırlatır. Çünkü o, bu esnada, öfke ve nefrete kendini öyle bir kaptırmıştır ki, artık ona kendi mülahazalarının dışında bir şeyler anlatmak, bir şeyler dinletebilmek âdeta imkansız gibidir.
İşte böyle bir şahsın kin ve nefretini alın, onu kat be kat katlayın, hatta Ziya Gökalp’in ifadesiyle mük’ab hâle getirin ve sonra İblis’in Allah’a karşı geldiği esnadaki o halet-i ruhiyesini bu mukayeseyle anlamaya çalışın.
“İsyan deryasına yelken açmışım”
Şimdi asıl konumuza dönecek olursak, denilebilir ki, her bir insan, İblis’in içine düşüp helake sürüklendiği bencillik, kibir, haset, kıskançlık gibi esasında kıl kadar ehemmiyeti bulunmayan ancak encamı itibarıyla ciddi handikapları netice veren azim tehlikelerle karşı karşıyadır.
Mesela bir bakarsınız gönlü engin, vicdanı geniş, dünyalara sığmayan, bütün insanları kucaklayıp Cennet’e götürme arzu ve iştiyakı içinde bulunan bir insan, bir yerde, kıl kadar ehemmiyeti olmayan bir hususa takılıp kalabiliyor. Mesela bir anlık bir boşlukla şehevanî bir hisse yenik düşebiliyor. Çünkü insan, zihnine gelen bir hayal veya tasavvuru alıp geliştirdiği, az-biraz kurgulayıp nemalandırdığında hiç farkına varmaksızın öyle sahillere açılır ki, artık onun geriye dönüşü neredeyse imkansız hâle gelir. Cevdet isminde halk diliyle şiirler yazan bir çocukluk arkadaşım vardı. Onun yazdığı şiirin bir beyti bu hâli ne de güzel ifade eder. Şöyle derdi o çocukluk arkadaşım: “İsyan deryasına yelken açmışım/Kenara çıkmaya koymuyor beni”. Evet, mebdei itibarıyla kıl kadar küçük bir şey, sizi alıp öyle bir yere sürükler ki, bir daha geriye dönme imkanı bulamayabilirsiniz. O yerleri gören gözünüz de artık hiçbir şeyi göremez hâle gelebilir.
Latife-i Rabbaniye Enginliği ve İnsan
Halbuki Cenab-ı Hak bir hadis-i kudsîde:
مَا وَسِـعَنِي سَـمَائِي وَلاَ أَرْضِي وَلكِنْ وَسِعَنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ
“Arz ve sema beni istiap etmez, almaz. Ben mümin kulumun kalbine sığarım” buyuruyor. (el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 2/195) Bildiğiniz gibi İbrahim Hakkı Hazretleri enfes bir tercümeyle bu manayı şöyle nazımlaştırmıştır: “Sığmam dedi Hak arz u semaya/Kenzen bilindi dil madeninden.” Evet, arz ve semalara sığmayan Hak Teâla, sezilme ve algılanma şeklinde kenzen insanın kalbinde bilinir. Bu bilinme tecellî ve mir’atiyet itibarıyladır. Bundan dolayı mevzuu şöyle de ifade edebilirsiniz: Kalbin Allah’ı duyup hissedişi, O’na ayna olup O’nu anlatması kâinat kitabının O’nu anlatmasından daha ileri seviyededir. Aynı şekilde kütüphaneler dolusu kitaplar da kalbin Allah’ı (celle celaluhu) anlatışı gibi anlatamazlar. Kitaplar ancak kalbin enginliğiyle enginleşip kalbin boyasıyla boyanınca gerçek ifadelerini bulurlar. Elbette ki burada bahsedilen vücudumuza kan pompalayan çam kozalağı şeklindeki uzuv değildir. Burada kastedilen sır, hafî veya ahfa ufkuyla Allah’ın esma ve sıfâtlarına bakan ve yerinde latife-i rabbaniye veya fuad diye de isimlendirdiğimiz vicdan mekanizmasını oluşturan dört temel rükünden biridir.
Şimdi insan bu genişlik ve enginlikte olan, dünyaları içine alsa doymayan böyle potansiyel bir lütfa mazhar kılınmıştır. Ancak bir de bakıyorsunuz, bu donanıma sahip insanoğlu kimi zaman hiçbir şey duymayan, hiçbir şey hissetmeyen, hiçbir şey anlayıp idrak edemeyen tavır ve davranışlar içine girebiliyor. Evet âdemoğlu, kitapların ihtiva edemediği hakikatleri istiap eden, onları çok iyi bilip çok iyi algılayacak ve aynı zamanda bütün bunları ifade edebilecek kabiliyeti haiz bulunan bir kalb taşıdığı halde sanki onları hiç duymamış gibi bir saplantıya kendini kaptırıp hiçbir şey bilmeyen bir varlık konumuna düşebiliyor.
Kur’an-ı Kerim değişik yerlerde bu mülahazaya vurguda bulunur. Mesela bir yerde şöyle buyurulur:
لَهُمْ قُلُوبٌ لاَ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَ يَسْمَعُونَ بِهَا
“Onların kalpleri vardır ama bu kalplerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler.” (Araf Suresi, 7/179) Evet onların kalpleri, meselelerin önünü-arkasını görüp bir değerlendirmeye tabi tutmaya, sonra da buradan yeni hüküm ve yeni terkiplere ulaşmaya müsait değildir. Kur’an-ı Muciz’ul-Beyan, bu ve benzeri âyetlerle bizi böyle bir mecazî körlük, mecazî sağırlık ve mecazî kalpsizlik karşısında dikkatli ve müteyakkız olmaya çağırmaktadır. Geçici, kıymetsiz, küçük şeylerle görme ufkumuzu kapatmamamız, iç duyuş ve enginliğimizi daraltmamamız noktasında ikaz ve tenbihte bulunmaktadır. Çünkü insan, Cenab-ı Hakk’a açık durduğu müddetçe çok engin ve geniş bir mahiyete sahip demektir. Evet o, bu haliyle melekleri bile geride bırakabilir. Merhum Akif bu hakikati ne güzel ifade eder:
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
Muhakkar bir vücûdum!’ dersin ey insan, fakat bilsen.
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir
Fahr-i Kainat Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâmü milelardi vessemâ) bizim içimizden çıkmış olması bu hakikatin en parlak, en güzel, en muhteşem delili değil midir? Elbette ki öyledir. Evet O, Âmine Hatun’dan tevellüd etmiş, Abdullah’tan olmuş yani anne ve babası nur-u nübüvvetle tenevvür etmemiş bir insan olarak öyle bir noktaya gelmiştir ki, Süleyman Çelebi “Yürü top Senin, çevkân Senindir bu gece” ifadeleriyle bu eşsiz faikiyeti dile getirir. Çünkü İnsanlığın İftihar Tablosu Miraç’ta öyle bir noktaya ulaşıyor ki, Cibril-i Emin , “ben bir adım daha atsam yanarım” diyor. Şayet sübühat-ı vech şuaatı, sıfat-ı sübhaniye ve esma-i ilahiyeyi de yakıp kül ediyor ve o noktada Zat-ı Baht’tan başka hiçbir şey kalmıyorsa Cibril-i Emin’in dahi ona tahammül etmesi mümkün değildir. Fakat işte bu noktada dahi insanlık âlemi olarak İftihar Vesilemiz, İki Cihan Serveri Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) yürüyüp yoluna devam ediyor.
Buradan anlıyoruz ki, insan mahiyeti böyle bir seyahate açıktır, böyle bir hamuleyi taşımaya müsait olarak yaratılmıştır. Evet, o, insanlık emaneti gibi çok kıymetli bir hamuleyi yüklenip taşıyabilecek ve Halık’ın atiyyelerini omuzlayabilecek donanım ve kıvamda bir matiyyedir.
İşte insan, mahiyeti bu kadar geniş, engin, güçlü ve Allah’a çok yakın iken, maalesef çok basit, ehemmiyetsiz heves ve maksatlar için o enginliği daraltıyor, büzüyor ve kıymetsiz hale getirebiliyor. Bundan dolayı onun kendisini böyle bir darlığa hapsedebilecek muhtemel tehlikeler karşısında ömür boyu sürekli tetikte bulunması gerekir. Evet, insan son nefesine kadar mücadelesini sürdürüp insan olma çizgisinin altına düşmeme cehd ve gayreti içinde bulunmalıdır. Zira o, insan olarak üzerinde yürüdüğü hattın altına düştüğü zaman kendisini bir bilinmezliğe mahkum etmiş demektir.
O hâlde insan, himmetini her zaman âli tutmalı, hep yüksek uçma peşinde olmalı ve sürekli Allah’a müteveccih yaşama gayreti içinde bulunmalıdır; bulunmalıdır ki, küçük ve basit şeylere takılıp kalmasın. Eğer her şeye rağmen gözde bir çapak oluşmuş veya onun üzerine bir kıl konmuşsa onları da hemen izale etme yoluna gitmelidir. Yani insanın latife-i rabbaniyesi, şu veya bu sebeple bir darlığın mahkumu olabileceği bir yola girmişse, o zaman da derhal bir “La havle” çekip yeniden Cenab-ı Hakk’a doğru yürümesini bilmelidir.
Aktüel Mevzûlar – Dağınık Zihinler
Sualde ayrıca dünyevî meşguliyet ve aktüel mevzûların da bu çerçeve içinde ele alınıp alınamayacağı soruluyordu. Eğer herhangi bir fayda, maksat gözetmeksizin gereksiz, boş, abes bir işle meşgul oluyorsak elbette ki bu durumun da yukarıdaki çerçeve içinde mülahazaya alınması gerekir. Hatta belki biz şu andaki konuşmamızda sözü evirip çevirip sohbet-i canana getirmiyorsak, o zaman bizim söylediğimiz her şey bir manada dedikodu demektir. Evet söylenen sözler, konuşulan mevzûlar ya bizim Allah’a doğru yürümemiz istikametinde bir dinamo gibi hızımızı arttırmalı, ya insanlığa yararlı olmalı, ya da milletimize, ülkemize, ülkümüze hizmet etmelidir. Aksi takdirde selahiyet ve sorumluluğumuzun sözkonusu olmadığı, bundan dolayı konuşup durmamızın hiçbir müsbet netice vermeyeceği, herhangi bir fayda sağlamayacağı aktüel meseleler hakkında –kusura bakmazsanız o tabirle ifade edeceğim– çene çalıp duruyorsak bu dedikodudan başka bir şey değildir. Ayrıca bilinmesi gerekir ki bu tür faydasız ve gereksiz konuşmalar yapmamız gerekli olan işlere de ciddi bir mania teşkil eder. Hiç farkına varmaksızın bu türlü mevzûların içine dalar ve böylece yapacağımız işleri yapamaz hâle geliriz. Hatta zamanla salim düşünme imkanını sağlayan hislerimizi felç eder ve bunun sonucunda sağlam ve sıhhatli muhakeme kabiliyetinden mahrum kalırız.
Zaten bugün biz, kendimizi bir muhasebe ve murakebe süzgecinden geçirsek, gereksiz ve faydasız konulara im’an-ı nazar ettiğimizden dolayı, esas konsantrasyon temin etmemiz gerekli olan önemli ve hayatî mevzulardan uzaklaştığımızı göreceğiz. Bundan dolayı diyoruz ki, keşke im’an-ı nazar etmemiz gerekli olan konulara tam eğilsek, asıl onlar üzerinde yoğunlaşsak. İç alemimize ait problemlerimiz varsa asıl onları halletmekle meşgul olsak. Bizi, potansiyel insan olma hâlinden hakiki insan olma ufkuna taşıyacak alternatif sistemler geliştirip bunların değerlendirmesini yapsak. Ancak maalesef genellikle aktüel meselelerle meşgul oluyor ve küçük şeylere takılıp kalıyoruz. Tabii bu esnada çok önemli ve hayatî işlerimiz de arada kaynayıp gidiyor.
Eskiden, kalb ve ruh hayatının soluklandığı meclislerde hep “sohbet-i canan” der, onun üzerinde durur, onun üzerinde yoğunlaşırlardı. Çünkü bir meseleye ne kadar konsantre olursanız, o ölçüde size kapı aralanır. Ne kadar Allah’la münasebete geçerseniz, o kadar teveccühe mazhar olursunuz. Bu disiplin sofiler arasında genel ve sabit bir kuraldır. Evet, teveccüh, teveccüh doğurur; nazar, nazarı netice verir. Bakıyorsanız, bakarlar size günebakanlar gibi. Bu sebeple tabiatınızın baskı altında bulunduğu anlarda dahi gözünüz bir nigâh-ı âşinâ ile hep kapı aralığından O’na bakmalıdır.
Cenab-ı Hak bir kudsî hadiste buyuruyor ki: “Kulum Bana bir karış kadar yaklaşırsa, Ben ona bir arşın kadar yaklaşırım.. bir arşın kadar yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç kadar yaklaşırım.. Bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak mukabelede bulunurum.” (Buhârî, Tevhîd 50) Aslında anlatılan bu hususlar hakikat olmaktan ziyade birer mecazdır. Fakat Allah (celle celaluhu) şart-ı adi planında kendi teveccühünü teveccühümüze, kendi nazarını nazarımıza bağlamış oluyor. Eğer siz gözünüzü diker, O’nun kapısı eşiğinde hep vefalı bir tavır içinde bulunursanız, Cenab-ı Hak bu vefayı tek taraflı olarak sizin aleyhinize bozmaz. Çünkü O, sonsuz merhamet, sonsuz ilim, sonsuz kudret, sonsuz irade sahibi Allah’tır (celle celaluhu).
- tarihinde hazırlandı.