Muhâsebe
Hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama diyebileceğimiz muhâsebe; mü'minin, her gün, her saat, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevap yaptığı şeyleri gözden geçirip, hayırları, güzellikleri şükürle karşılaması; inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlıkları, kötülükleri de tevbe ve nedâmetle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın kendini isbat etmesi mevzuunda da ciddi bir teşebbüs sayılır.
"Fütûhât-ı Mekkiyye" sahibinin de belirttiği gibi, selef-i sâlihîn, her günkü iş ve davranışlarını ya kaydeder veya hâfızalarına alır; sonra da bunlar arasında, kalbî endişe ve vicdânî ızdırâba sebebiyet verecek bir kısım nâhoş hususları, ileride ruhlarında meydana gelmesi muhtemel gurur fırtınalarına ve ucub girdaplarına karşı dikkatlice kullanır.. ve aynı zamanda günah saydıkları şeylerde istiğfâra sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına dehâlet eder, nihayet temsil ettiği güzelliklerden dolayı da yüz yere kor ve şükranla iki büklüm olurlardı.
İnsanın, kendi kendini ledünnî yanlarıyla, iç derinlikleriyle, mânâ ve rûh enginlikleriyle keşfedip tanıması, tanıyıp yorumlaması diye de ifade edebileceğimiz muhâsebe, gerçek insânî değerlerin ortaya çıkarılması, bu değerlere esas teşkil eden duyguların geliştirilmesi ve korunması yolunda bir ruh cehdi ve düşünce sancısıdır. Ancak böyle bir cehd ve düşünce sayesindedir ki insan, dünü, bugünü ve yarınıyla alâkalı hayrı-şerri, güzeli-çirkini, yararlıyı-zararlıyı birbirinden tefrik edip gönül istikametini koruyabilir.
Evet, onun, hâl'i değerlendirip geleceğe hazırlanabilmesi; geçmişte işlediği yanlışları telâfî edip Allah nezdinde aklanabilmesi; dünü, bugünü ve yarını itibarıyla kendi kendini sorgulayıp gerçek değerini bulabilmesi; daha önemlisi de Allah'la münasebetleri açısından iç dünyasında sürekli yenilenebilmesi ancak ve ancak sıkı bir nefis muhâsebesiyle mümkün görülmektedir. Zîrâ insanın hem zaman üstü muhtevâsı, hem de zamanla mukayyet duyguları, onun kalbî ve rûhî hayatıyla ve kendi ledünniyâtının şuurunda bulunmasıyla çok irtibatlıdır.
Müslüman ne kalbî ve rûhî hayatı, ne de umumî davranışları itibarıyla kat'iyen muhâsebeden müstağni kalamaz. O, bir yandan dün ihmal ettiği, hattâ yıkılmasına göz yumduğu geçmişini, ötelerden gelip vicdanının derinliklerinde yankılanan: وَتُوبُوا إِلَى اللهِ "Tevbe edip Allah'a dönün!.."[1] ve وَأَنِيبُوا إِلَى رَبِّكُمْ "Rabbinize inâbede bulunun!.."[2] ümit edalı, rahmet şîveli ilâhî nefehâtıyla onarıp ihyâ etmeye çalışırken; diğer yandan da: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍ "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na karşı saygılı olun! Ve herkes yarın için ne hazırlamış ona bir baksın!.."[3] yıldırımlar gibi ürpertici, rahmet gibi inşirah verici uyarılarıyla teyakkuza geçer; kendine çeki-düzen verir, elinden geldiğince bütün fenalıklara karşı kapanır.. içinde bulunduğu ânı, tıpkı bir döllenme mevsimi, bir bahar faslı gibi değerlendirir ve imanın verdiği şuurla, basîretle o ânın her lâhzasına ayrı bir derinlik kazandırır. Zaman zaman cismâniyete toslayıp sarsılsa da; إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ "Sineleri her zaman Allah'a karşı saygıyla çarpan müttakiler, şeytandan bir tayf, bir vesvese dokunduğu zaman hemen Allah'ı anarlar ve derken gözleri açılıverir."[4] ilâhî beyânına göre her zaman tetiktedir.
Muhâsebe, mü'minin iç dünyasında bir kandil, vicdanında da bir hayırhah ve nasihatçı gibidir. Her fert onunla hayrı-şerri, güzeli-çirkini, Allah'ın sevdiğini-sevmediğini birbirinden tefrik eder ve hayır soluklu o nasihatçının rehberliğinde en aşılmaz gibi görünen engelleri aşar ve hiçbir şeye takılmadan gidip hedefine ulaşır.
Muhâsebe; iman, kulluk, tevfik, kurbiyet ve ebedî saadete mazhariyet gibi mevzularda, tamamen, ilâhî inayet, ilâhî rahmet yörüngelidir.. ve yeis gibi mutlak emniyetin de en amansız hasmıdır. Evet o, her zaman huzur ve itminâna açık olmasının yanında, korku, endişe ve ürperti eksenlidir. Muhâsebeye açık gönüllerin buğulu yamaçlarında her zaman; لَوْ تَعْلَمُونَ مَا أَعْلَمُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيلاً وَلَبَكَيْتُمْ كَثِيرًا "Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız."[5] iniltileri yankılanır.. ve onun, huzur ve mehâbetin iç içe yaşandığı ikliminde, mes'ûliyet ve sorumlulukla iki büklüm olmuş en yüce kametlerin;
لَوَدِدْتُ أَنِّي كُنْتُ شَجَرَةً تُعْضَدُ "Keşke kesilip biçilen bir ağaç olsaydım."[6] inkisârları uğuldar; uğuldar da onlar; ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ اْلأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ "Yer bütün genişliğine rağmen onlar için daraldı ha daraldı.. ve vicdanları da bu daralma altında kaldı."[7] tesbitinin her an kendileri için vâki ve vârid olduğunu hissederler. Onların beyinlerinin her guddesinde; وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِي أَنْفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللهُ "Siz içinizi dökseniz de gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çekecektir."[8] tınlamakta.. ve dillerinde: أُمِّي يَا لَيْتَنِي لَمْ تَلِدْنِي "Âh! Keşke, anam beni doğurmasaydı."[9] çığlıkları nümâyândır.
Bu ölçüde kendi kendini sorgulamanın zor olduğu söylenebilir; ama bu seviyede nefsini muhâsebeye tâbi tutmayanın da zamanı değerlendirmesi; bugünü dünden, yarını da bugünden farklı yaşaması mümkün değildir. Böylesi zamanzedelerin uhrevîlik performansı göstermeleri ise bütün bütün imkân hâricidir.
Nefsin sürekli sorgulanması ve ona itâb, imanın kemâlindendir. Hayatını "insan-ı kâmil" ufkuna göre plânlamış her rûh, yaşadığı hayatın şuurundadır ve ömrünün her dakikasını nefsiyle mücâdelede geçirir. Kalbine uğrayan her hâtıraya, kafasından geçen her düşünceye parola sorar ve vize tatbik eder. Şeytana, âsâba, hassâsiyete açık her işinde nefsânîliğini yakın takibe alır; çok defa onun en güzel, en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular; akşam-sabah elindeki tığını, nefsini levm atkıları arasında dolaştırır ve bu rûh hâleti içinde hayat dantelasını örmeye çalışır. Her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha kontrol eder, her sabah bütün günahlara kapalı ve yepyeni bir azimle hayata açılır.
O, böyle bir sadâkat ve vefâ, böyle bir tevâzu ve mahviyetle iki büklüm olup başıyla ayaklarını aynı noktada birleştirdiği sürece, ona gök kapıları ardına kadar açılır ve kendisine: "Gel ey sâdık ki, mahremsin, bura mahrem makamıdır; seni ehl-i vefâ gördük..." denir ve her gün ayrı bir semâvî seyahatle şereflendirilir. Zaten, Cenâb-ı Hak da: وَلا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ "Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!"[10] diyerek bu saflardan saf rûh adına kasem etmiyor mu..?
اَللَّهُمَّ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ نَجِّنَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الشَّفِيعِ يَوْمَ الدِّينِ وَعَلَى أَصْحَابِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ أَجْمَعِينَ
Sızıntı, Mart 1992, Cilt 14, Sayı 158
[1] Nûr sûresi, 24/31
[2] Zümer sûresi, 39/54
[3] Haşir sûresi, 59/18
[4] A'râf sûresi, 7/201
[5] Buhârî, küsûf 2; Müslim, küsûf 1; Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19
[6] Bir önceki hadisi naklettikten sonra Hz. Ebû Zerr'in (r.a.) söylediği bu söz için bkz. Tirmizî, zühd 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/173
[7] Tevbe sûresi, 9/118
[8] Bakara sûresi, 2/284
[9] Hz. Ömer, Ebû Meysere Amr b. Şurahbîl gibi bazı İslam büyüklerine isnat edilen bu söz için bkz. İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-kübrâ 3/360; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/98, 152; Beyhakî, Şuabü'l-îmân 1/486
[10] Kıyâmet sûresi, 75/2
- tarihinde hazırlandı.