Halvet ve Celvet
Tenha bir yere çekilme, inzivada bulunma ve yalnızlığı intihab etme mânâlarına gelen halvet, sofîlere göre, halktan uzletle bütün bütün Hakk'a yönelip, duyuş, seziş, zevk ve hâl çerçevesinde her zaman O'nunla bulunmak, O'nu duymak, O'nu bilmek, O'na tahsis-i nazar etmek, gönülden O'nunla hâlleşmek ve zâhir-bâtın duygularla O'na bağlanmak; muztar kaldığında içini O'na dökmek ve hâlini sadece O'na açmak... gibi hususların bütününe hamledile gelmiştir.
Halvette esas olan, ruhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve vicdan sisteminin bütünüyle Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ederek O'nun maiyyetine ermesidir. Böyle bir teveccüh ve maiyyete erme neticesinde hak yolcusunun bir kısım vâridlerle desteklenmesi, ilham esintilerine mazhariyeti, hatta "bî kem u keyf" Hak'la söyleşmesi –ki, erbabı ona "necvâ" der– gibi hususlar, tamamen onun cehdine ve samimiyetine lütfedilen birer mevhibe-i ilâhiyedir; gaye değildirler, istenilmeleri de sû-i edebdir. Dahası, amelin onlara bina edilmesi, apaçık hedeften sapma ve kazanma kuşağında kaybetme demektir. Kâmil ruhlar bu kabîl şeylerin talepsiz gelenlerinden bile ürkmüş, istidraç olabileceği endişesiyle sarsılmış ve bu tür mazhariyetleri ahiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yiyip bitirme sayarak:
Allahım, Sen o vâridâtı arzu edenlere ver;
Bana sadece dîdârına giden yolları göster.
demiş ve sürekli O'na tahsis-i nazar etme üzerinde durmuşlardır.
Erbabınca hep böyle değerlendirile gelen halvet, bazı mutasavvıfînce çerçevesi biraz daha daraltılıp surî inzivalara bağlanarak, çilehanelerde "kıllet-i kelâm", "kıllet-i taâm", "kıllet-i menâm" ve "uzlet ani'l-enâm" şeklinde yorumlanmıştır ki; biz bunu, "Çile" ya da "Erbaîn" başlıklarıyla sunmaya çalıştığımız konulara bağlayabiliriz. Meseleye bu zaviyeden yaklaşan mutasavvıfîn; teferruatta bir kısım farklılıklar arz etse de, hemen her dinde ve her ruhanî sistemde halvetin var olduğundan bahisler açmış ve onun evrenselliğini vurgulamışlardır. Onlar, Hz. Musa'nın (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) Eyke'deki on senelik ikametini,[1] Tur'daki kırk günlük mîkâtını,[2] İsrailoğulları'nın Tih'deki kırk senelik maceralarını,[3] Hz. Meryem'in وَاٰوَيْنَاهُمَۤا إِلٰى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَع۪ينٍ "Onları, suyu çağlayan ve ikamete elverişli bir tepeye yerleştirip barındırdık."[4] âyetiyle anlatılan uzletini, nihayet Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) "tehannüs" unvanıyla Hira'daki ibadete bağlı yalnızlığını[5] hep halvet şeklinde yorumlamış ve onun ruh tasfiyesi ve nefis tezkiyesi adına mutlak bir esas olduğu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bu hâdiselerin açıkça halvete me'haz teşkil etmediği söylense de, halvette, bir "beyt-i Hudâ" olan kalbin ağyâr düşüncesinden arındırılması ve onun hususî bir kısım temrinlerle lebrîz edilerek, ilâhî tecellîleri intizara müsait hâle getirilmesi de bir gerçektir.
Evet, halvet, halvet olarak değil, hâne-i dilde Yâr sohbetine vesile olması açısından önemlidir. Bu yönüyle de ona, seyr-i ruhanînin bir buudu, Hakk'a vuslat ve maiyyete ermenin de bir yolu nazarıyla bakabiliriz.
Aslında, sâlikin "erbaîn"lerle gerçekleştirmeye çalıştığı halvet, onu kalbî, ruhî, hissî ve şuurî tezkiye ve tasfiyeye ulaştırması açısından tamamen "celvet" adına ve hak yolcusunu irşada hazırlama hesabınadır.
Evet, halvet, sâlikin, cismanî ve nefsânî mahiyetinden sıyrılarak, kendini insanî derinlikleriyle duyması ve yaratılışındaki nihâî gayeyi müşahede edebilmesi; aczi, fakrı ve ihtiyaçları adesesiyle, mazhar olduğu mevhibelerin çehresinde "sırr-ı ehadiyet"i temâşâ etmesi sayesinde bütün letâifiyle tevhide yönelebilmesi için bir yol ve asıldır.
O, müfrit bir halvetînin:
رَاحَتِي في خَلَوَتِي يَا إخْوَتِي
لأَنِّي كُلَّمَا صَحِبْتُ قَوْمَاً
أَظْهَرُوا عَيبِي وَأَبْدَوا ذِلَّتِي
مَا وَجَدْتُ في حَيَاتِي صَادِقَاً
بَلْ وَجَدْتُ رَاحَتِي في خَلَوَتِي
"Kardeşlerim, benim rahatım halvettedir; zira, kimle arkadaşlık kurdu isem, ayıplarımla uğraştı ve sürçmelerimi fâşettiler. Doğrusu hayatımda hiç sadık birine rastlamadım. Bu itibarla da ben, rahatı yalnızlıkta buldum." sözleriyle ifade ettiği gibi bir "ferrâr" işi değil, muvakkaten geriye çekilip donanımını tamamladıktan sonra yeniden vazifeye koşan bir "kerrâr" hareketi ve zâhiren bir inziva ve halvet, niyette ve hakikatte ise celvete yürüme azmidir.
Halvetî, yolun başında itikâf yapıyor gibi "uzlet ani'l-enâm" der, bir köşeye çekilir.. az yer, az içer, az uyur, az konuşur; oturur-kalkar Hakk'ı zikreder.. sürekli tefekkür ve murâkabeye bağlı yaşar.. derken istidadının nihâî ufkuna, tabir-i diğerle, kemalâtının arşına ulaştığı hissedilince de, celvete yönelir ve insanlardan bir insan olma mülâhazasına bağlılık içinde halka hizmet vermeye çalışır. Halvetî, halvetle, nefsi ve enaniyeti açısından yokluğa erer; Hakk'ın varlığının ziyasıyla da, solmayan, renk atmayan bir vücud-u câvidânî kazanır. Artık böyle bir hakikat erinin tasavvurlarında, düşüncelerinde, konuşmalarında kendi yoktur; Hak vardır, hakikat vardır. Bu itibarla da o: "Ben bende değilim..." diyebilir. Mevlâna, Divan-ı Kebir'inde, مارا سفرى فتات بيماmatlaıyla başlayan bir gazelinde bu mukayyet yokluğu:
"Bize Hak yolunda bir sır, bir yolculuk nasip oldu. Biz, bizsiz olarak neş'elenir ve sevinç duyarız. Öyle ise gelin, hep bizsiz olalım, bizsiz kalalım. Önceleri kapılar yüzümüze kapalıydı; biz bizden kurtulunca, bütün kapılar da açılıverdi. Biz bu yolda bizsiz olduğumuz için gönüllerimiz huzurla doldu. Bizden gizlenen o Güzeller Güzeli Sevgili bizsiz olarak yüzümüzü okşadı. Biz O'nun uğrunda can verdik; O da bizi bizden kurtardı." sözleriyle anlatır.
Celvet; sâlikin kendine ait şeylerden sıyrılıp, ilâhî sıfatların bir mazhar-ı tâmmı ve esmâ-i Sübhâniye'nin de bir mir'ât-ı mücellâsı olarak bütün müktesebât ve mevhibeleriyle kendisini hizmete adayıp, hayatını başkalarının ebedî mutluluğuna bağlamanın bir başka unvanıdır. Diğer bir yaklaşımla celvet, sâlikin halvet veya ona alternatif başka bir yolla kendine ait itibarî değerlerden sıyrıldıktan sonra aklını, mantığını, muhakemesini ve dilini mişkât-ı nübüvvetin ziyası altında insanlığın hizmetine bağlama hamlesidir.
Bir celvetî, celvetîlerin bazı hususiyetlerini şöyle resmeder:
Celvetîler verirler rûha cilâ,
Onlardır her zaman halka muktedâ;
Vardır onlarda dahî üç îtibâr:
Tezkiye u tasfiye u tecliye
Bunlar âyinedirler bilkülliye.
İster halvetî ister celvetî, hüner Hakk'a kul olmak, kulluğun hakkını vermek ve O'nu gönlünün sesiyle herkese duyurmak ve herkese sevdirmektedir, gerisi bir sürü güft u gû...
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الحَقَّ حَقاً وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحُمَّدٍ وَعَلَى الهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
[1] Bkz. Kasas sûresi, 28/27-29
[2] Bkz. A'râf sûresi, 7/142
[3] Bkz. Mâide sûresi, 5/26
[4[ Mü'minûn sûresi, 23/50
[5] Bkz. Buhârî, bed'ü'l-vahy 3; Müslim, îmân 252
Sızıntı, Şubat 2000, Cilt 22, Sayı 253
- tarihinde hazırlandı.