Şevk u İştiyâk
Şiddetli arzu, aşırı istek, marifet kaynaklı neş'e, sevinç ve hasret çekme manâlarını ihtiva eden şevk; sûfîyece, tam idrak ve ihata edilemeyen veya müşahede edilip de sonra kaybolan mahbûba "sevgili" karşı, kalbin arzu ile coşması şeklinde ta'rif edilmiştir. Bazıları onu, ma'şûkun cemâlini görmek için âşığın kalbinde tütüp duran neş'e, sevinç, heyecan ve hasret; bazıları da, mahbûba meyi ü muhabbetten gayrı, âşığın kalbindeki bütün hâtıraları, bütün meyilleri, bütün iştiyakları, bütün arzuları ve bütün dilemeleri yakıp kül eden bir kor şeklinde yorumlamışlardır.
Şevkin menşei muhabbet, muhabbetin neticesi de şevktir. Hasretle yanan bir kalbin şifâsı vuslattır; şevk de bu yolda nurdan bir kanat.. âşık vuslata erince, şevk de zail olur; ama iştiyak daha da artar ve müştakın vicdanı her mazhariyetten sonra köpürür ve هَلْ مِنْ مَزِيدْ "Da-ha var mı, arttırılamaz mı?" der. Onun içindir ki, her an ayrı bir marifet, ayrı bir muhabbet ve ayrı bir zevk-i rûhânî ile aşkı, şevk ufkunda, şevki, iştiyak kutbunda devredip duran Ufuk İnsan ve Kutup Peygamber (sas), bir vuslat kuşağı sath-ı mailinde en birinci dilek olarak: "Allah'ım Sen'den, Sen'in cemâl-i bâ kemâlini müşahedeye ve Sana vuslata şevk istiyorum" sözleriyle O'na yalvarır ve mezîd ister.
Bazı tefsirciler, وَالَّذِينَ آمَنُوا اَشَدُّ حُـبًا لِلَّهِ "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok daha sağlam ve daha güçlüdür"(el-Bakara/165) âyetini tefsir ederken şunları da kaydederler: Şevk, minvechin idrâk olunup, minvechin idrak olunmayan şeylerde bahis mevzudur. Yoksa tam idrak ve ihata edilebilen şeye karşı şevk olamayacağı gibi hiçbir zaman bilinip kavranması mümkün olmayan şeylere karşı da şevk tasavvur olunamaz. Evet görmediği, sesini işitmediği, evsâfına muttali' olmadığı şeylere iştiyak beslemediği gibi, tamamiyle ihata: idrâk edebileceği nesnelere karşı da alâka ve arzu hissetmez.
Şevk u iştiyak iki şekil ve iki surette cereyan eder:
1. Sevgiliyi müşahede ve vuslattan sonra meydana gelen ayrılık esnasındaki iştiyaktır ki; Mevlâna'nın "ney"i, Yunus'un "dolab"ı, o ürperten inilti ve gıcırtılarıyla, ezel bezmindeki vuslat ve maîyyete duydukları şevkten birer feryattır ve bu feryat "Şeb-i arûz"a kadar da sürüp gidecektir.
2. Müştak olan âşık, sevdiğini perde arkası görür, fakat tam ihata edemez; hisseder, ama tam duyamaz.. parmağını aşkın balına banar; ne var ki bir adım daha atmasına izin verilmez.. "yandıkça yandım bir su!” der ama, yanması matluptur, çığlıkları nazara alınmaz...
Ruhun, böyle zamanüstü "elest" bezminde [1] O'nu müşahede edip de sonra beşeriyetin gereği veya teklif sırrı ve gaybe imânın öne çıkması sebebiyle, muvakkat bir hasret ve hicrana atılan insanoğlu, bir ömür boyu O'nu sayıklar durur ve O'na iştiyakla yanar, tutuşur. Bundan daha önemlisi de, nezih ruh, temiz gönül ve selim fıtratlara karşı, istiğnâ izâtisine [2] muvafık şekilde Zât-ı akdes'in şevkidir... Kim bilir belki de, sinelerde ocak gibi tütüp duran iştiyakın asıl kaynağı da bu şevktir..?
Şevk, zahir ve bâtın duyguları mahbûba tevcih edip ondan başkasına karşı olan iştihâlara bütünüyle kapanma, iştiyak ise, ona karşı arzu ve isteklerle dolup taşmadır.. ve bunların her ikisi de ruhu besleyen önemli kaynaklardandır. Her ikisi de elemli fakat inşirah verici, sıkıntılı, fakat ümit va'dedicidirler.
İnsanlar arasında, aşkla yanıp, şevkle inleyenden daha ızdıraplı fakat aynı zamanda daha mes'ûd kimse yoktur. O, vuslat mülahazasıyla neş'elenip coştuğu zaman o kadar rûhânîleşir ki, o esnada "Cennet'e gir!" deseler, ihtimal ki girmez. Ayrılık hasretiyle de öyle yanar-yakılır ki, Dost'la (c.c.) hemhal oluncaya kadar, ateşini Cennet kevserleri bile söndüremez. Ne var ki, içinde bulunduğu o cehennemin kurtulmayı da hiç mi hiç düşünmez...
Düşünmek bir yana, onun şevk u iştiyakına Cennet sarayları dahi mâni olsa, Cehennem ehlinin ateşten kurtulmak için feryatlar kopardığı gibi, o da çığlıklar atar.
Dünya insanları şevki, şevk ehlini bilmez, şevk ehli de, kendini dünyaya kaptırmış nadanlara hayret eder ve onların hallerinden ürperir. Nasıl ürpermesin ki, Cenâb-ı Hakk Hz. Davud'a şöyle ferman eder: "Ya Dâvud, eğer dünyaya meyl ü muhabbet gösterenler, onları nasıl beklediğimi, onlara olan şefkatimi ve günahlara baş kaldırmalarını nasıl istediğimi bilselerdi, Bana olan şevk u iştiyakla ölürlerdi..."
Şevk, bir alev gibi bütün benliği sarınca, âşık, ızdırap ve haz karışımı duygularla coşar ve çığlık atar:
اَلشَّوْقُ حَيَرَنِى، اَلشَّوْقُ اَحْرَقَنِى اَلشَّوْقُ فَرَّقَنِى بَيْنَ الْجَفْنِ وَ الْوَسَنِ
اَلشَّوْقُ قَرَّبَـنِى، اَلشَّوْقُ اَغْرَقَنِى اَلشَّوْقُ اَقْـلَقَنِى، اَلشَّوْقُ اَدْهَشَنِى
"Şevk başımı döndürüp beni hayrete sürükledi; şevk ciğerimi kebâb etti; şevk gözlerimle uykum arasına girdi.. Şevk beni aştı; şevk beni ızdıraba boğdu; şevk ruhuma dehşetler saldı.' Bazen, ruhtaki bu infial bedene akseder, onu raks ve semâa zorlar. İnsan iradesinin "hâl"e yenik düştüğü bu durumlarda âşık mazur sayılır:
فَقُلْ لِلَّذِى يَنْهٰى عَنِ الْوَجْدِ أَهْلَـهُ اِذَا لَمْ تَذُقْ مَعَنَا شَرَابَ الْهَوٰى دَعْـنَا
اِذَا اهْتَزَّتِ اْلاَرْوَاحُ شَوْقاً اِلَى اللِّقَاءِ تَرَقَّـصَتِ اْلاَشْـبَاحُ يَا جَاهِلَ الْمَعْنٰى
فَيَا حَادِىَ الْعُشَّاقِ قُمْ وَ احْدِ قَائِمًا وَ زَمْزِمْ لَنَا بِاسْمِ الْحَبِيبِ وَ رَوِّحْـنَا
“Vecd ehlini husûsî hallerinden vazgeçirmek isteyene: 'Sen bizimle aşk şarabını tatmadın, bırak bizi, de!’ Behey ma'nâ bilmez nadan; ruhlar sevgiliye karşı şevkte köpürünce, cesetler oynamaya başlar. Ey aşıkları coşturup maşuka sevkeden rehber! Ayağa kalk ve onları şahlandır; kalk sevgilinin adıyla gönüllerimize hayat üfle!”
Acz u fakr yolu itibariyle şevk, hizmette fütur getirmeme, ye'se düşmeme; mâruz kalınan, en kötü, en çirkin gibi görünen durgunlarda bile, Cenâb-ı Hakkın bir eser-i rahmeti var olabileceği mülahazasıyla buruk, hüzünlü fakat ümitli bir bekleyiş ve Allah’a karşı fevkalade güven içinde bulunma şeklinde yorumlanmıştır ki, günümüz hizmet erlerimizin dört buud ve dört derinliklerinden biri sayılır.
[1] Elest bezmi: Cenab-ı Hakk’ın ruhlara “Elestü bi rabbiküm: Ben sizin Rabbiniz değimliyim?” sorusuna ruhların “Bela: Evet Rabbimizsin”diye cevap verdiği an.
[2] İstiğna-i Zâtî: Zatında Cenab-ı Hakk’ın ihtiyaçsızlığı.
Sızıntı, Eylül 1991, Cilt 13, Sayı 152
- tarihinde hazırlandı.