Allah’ın zât’ını düşünmek
Soru: İstemeden, biraz da kemmiyet ve keyfiyete bağlı, Allah’ın zâtını düşünüyoruz. Bundan kendimizi nasıl koruyabiliriz?
Vacibü’l-Vücud’un Zât’ını düşünmek daha ziyade insanın merakıdır ve bunun vesveseyle asla alâkası yoktur. Cenâb-ı Hak bize bazı kabiliyetler vermiştir. Bunları vermekle de bir kısım şeyleri yapmamızı ve bazı şeyleri de yapmamamızı istemektedir. Fakat bazen bunları suistimal edip kötüye kullandığımız da olabilir.
Mesela, Cenâb-ı Hak bize “sevme” hissini vermiştir. İnsanda sevme, âşık olma, meftun ve mecnun olma hissi çok âlî bir duygu ve yüce bir histir. İnsana bu his, meâliyâta yani gerçekten sevilmesi gereken yegâne Mahbûb, yegâne Mâbud ve yegâne Maksûd’a sarfedilmek için verilmiştir. İnsan, sevgiyi suistimal edip fâni bir surette mâlâyânî şeylere sarf ederse, bu yüzden ızdıraba maruz kalacağı gibi, suistimalinin cezasını da çeker. Aksine, insan bu muhabbet kabiliyetini Allah’a tevcih eder, O’ndan ötürü mahlukât-ı ilâhiyeyi de severse hiç azap çekmez, aksine mutlu olur. Yunus’un ifadesiyle, “Yaratığı severim Yaratan’dan ötürü” sevme duygu ve düşüncesi içinde olan insan asla ızdırap çekmez. Zira o, “Bütün mahlukât Allah’tandır, Allah’la var ve Allah’la kâimdir.” ve “Allah ezelî-ebedî olduktan sonra, bunlar yok olsalar bile O, bunların binlerce misalini hem burada hem de ahirette yeniden yaratacaktır.” der ve müteselli olur. Buna mukabil insan, mahlukât-ı ilâhiyeyi doğrudan doğruya kendi adlarına ve Allah’ı düşünmeden seviyorsa o hep ızdırap çeker.
“İnat” da insana verilmiş çok faydalı bir histir. Ama onun esas kullanılacağı yer, hangi sıkıntıyla karşı karşıya kalınırsa kalınsın hakta sebat etmek içindir. Evet, bu duygu sadece ve sadece hakta sebat etmede kullanılmalıdır. Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında akla hayale gelmedik bin türlü şüphe îrâs edilse de mü’min, bu mevzuda –hakta sebat mânâsına– inat ederek o konuda hep dik durmalıdır. Yine mü’min, hizmetten kendisini engellemek için yapılan bütün hilelere rağmen inat deyip Mâbud-u Mutlak’ına günde beş defa tecdîd-i biatta bulunarak hep O’na müteveccih olmalıdır. İnat hissi de bazen suistimal edilebilir. Mesela, iki insan bir meselede farklı düşünebilir; mesela, biri diğerinin dediğini kabul etmez ve tam aksi bir şeyi savunur. İşte bu da inadın suistimal edilmesidir. Aslında, insanların farklı düşünmeleri normal bir durumken bunu münakaşaya götürme ve bu konuda inat etme, bu hissin suistimal edilmiş olmasındandır.
İnsana bir de “merak” hissi verilmiştir. Merak hissi, insanda meâliyâtı tahkik etmek için vardır. Bu his Efendimiz’de çok ulvî bir şekilde mevcut idi. Zira O (sallallâhu aleyhi ve sellem), zayıf bir hadise göre, “Allah’ım, bana eşyanın hakikatini göster!”[1] diye dua ediyor ki, eşyanın mülk ve melekûtunu görme isteğinin temelinde, müspet mânâda merak vardı. Bu şekilde, eşyanın hakikatine muttali olmak için kullanılan merak, yerinde kullanılıyor demektir. Bu merakla insan eşyayı didik didik etmeli, illetten ma’lûle (sebepten neticeye) intikal etmeli ve tabiat ötesine muttali olmaya çalışmalıdır. Bu sayededir ki insan, fizikten atom fiziğine intikal eder, “acaba acaba”larla eşyanın derinliğine nüfûza muvaffak olur. Ne var ki o, eşyadan aldığı mârifet hüzmeleri, pozitif sonuçlar yanında hiçbir zaman Cenâb-ı Hakk’ın eşyayı idare ettiğini de hatırdan çıkarmamalıdır. Esasen merak çok kıymetlidir. Kâinattaki her şeyin arkasında isim ve sıfatların cilvelerini gören insan çok defa hayretinden kendinden geçer. Bir de bu güzel isim ve bu mukaddes sıfatların asıl bağlı bulundukları şuûnat-ı zâtiye vardır ki, doyulmaz tetkik ve temaşasına…
Kâinatı, esmâ, sıfât ve Zât’ı ile izhar eden –Vacibü’l-Vücud olan– Allah’ın bir de Zât-ı Baht’ı vardır. “Acaba bu güzelliklerin asıl menbaı olan Zât-ı Bârî’yi görmek mümkün değil mi?” merakı ne hoştur! Ve aslında Allah, insana bu istidadı vermiştir. İnsan, Zât-ı Bârî’yi bî kemm u keyf tasavvur edecek, merak edecek ve görme iştiyakı ile yanıp tutuşacaksa bu biraz da merakla alâkalıdır. Ama görmenin yeri burası değildir. Ne var ki, burada görme merakı ve isteği olmalıdır ki ötede de gerçekleşsin. Burası, esbap perdelerinin hükümfermâ olduğu bir yerdir. İnsan burada ancak milyonda dört-beş nisbetinde görür, dört-beş nisbetinde işitir, dört-beş nisbetinde hisseder ve milyonda ancak dört-beş nisbetinde bir şeye muttali olabilir. Binaenaleyh insan, görmek, duymak, hissetmek ve bilmek için kendisine lütfedilen bu çok dar daire içinde Cenâb-ı Hakk’ı asla göremez. Onun göreceği şey esmâ-i ilâhiyenin celevâtı, hissedeceği şey ise, sıfât-ı ilâhiyenin tecellîleridir. İnsan, sıfât-ı ilâhiyeyi ihâta edemez. Edebilmesi için binde bin görmesi, binde bin duyması, binde bin idrak edebilmesi lâzımdır..
Dolayısıyla mü’minler Cennet’te Cenâb-ı Hakk’ı görecek, duyacak ve bir şerefe mazhar olacaklardır. İşte oradaki görme hakikati bizim ruhlarımıza aksedince, burada da içimizde bir görme, Zât’ını tasavvur etme merakı beliriyor. Eğer ille de burada göreceğiz dersek totemciliğe, putperestliğe düşebiliriz. Mü’minler burada düşünce ve tasavvurlarında hep tecrit ve tecerrüt mülâhazasına bağlı yaşarlar/yaşamalıdırlar. Resûl-i Ekrem Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde bu hakikati ifade sadedinde, kıyamet günü insanlar haşrolunca onlara Allah’tan başka taptıkları şeylere tâbi olmalarının söyleneceğinden bahseder. Mü’min kullara gelince, onlara da böyle bir tecellî olacak ve Allah, “Ben sizin Rabbinizim.” diyecek. Onlar da, dünyadaki bilgilerine göre Allah’ın görülüp ihâta ve idrak edilemeyeceğini düşündüklerinden bunu kabule yanaşmayacak ve “Senden Allah’a sığınırız. Rabbimiz gelinceye kadar yerimiz burasıdır. Gelince biz O’nu tanırız.” diyecekler. Derken Rabbileri onların tanıyacakları bir surette tecellî eder. Onlar Cenâb-ı Hakk’ı tanıyıp “Evet, Sen Rabbimizsin!” derler.[2]
Evet, Rab, dünyada ihâta ve idrak edilmez. Fakat orada “Ben sizin Rabbinizim!” diye bunu bizzat Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud ve Tekaddes Hazretleri beyan edecek ve herkes kendi ruh aynasına ve kabiliyetine göre “idraksiz ve ihâtasız olarak” O’nu mutlaka müşâhede edecektir. Bundan anlaşılan şudur: Mü’min, burada kendini çok iyi disipline etmiş, dinî prensipleri çok iyi sindirmişse bilir ki, Cenâb-ı Hak ne şekildir ne de cisim. O sınırlandırılamaz, zıddı ve niddi yoktur. Hiçbir şey O’na benzetilemez. Cennet’te görebileceği şekilde tecellî etmesine karşı mü’min, dünyadaki kanaatiyle “Hayır, Sen Rabbimiz değilsin.” diyor. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesinden sonra Rabb-i Kerimleri olduğunu anlayabiliyorlar.
Mü’minler, dünyada Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfâtının tecellîlerini gördükleri gibi ahirette de O’nun Zât’ını müşâhede edeceklerdir. Allah’ın görülmesiyle alâkalı akidemiz, hadis-i şeriflerden çıkarılmıştır. Bunu, Sirâceddin Ali İbn Osman el-Ûşî şöyle dile getirir:
يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ
وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ
فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ
فَيَا خُسْرَانَ أَهْلِ الْإِعْتِزَالِ
“Mü’minler O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler / Buna bir misal de getirilemez.
Ve O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar / ‘Allah görülmez’ diyen ehl-i i’tizâle hüsran olsun!”[3]
Allah’ım, bizleri Cennet ve rü’yet ü rıdvânınla sevindir.
[1] Bkz.: Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/109, 2/184, 6/169, 13/37, 21/31, 22/35, 40, 24/128.
[2] Buhârî, rikâk 52, tevhîd 4; Müslim, îmân 182,183.
[3] el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54.
- tarihinde hazırlandı.