Hayatın gayesi ve şükür
Soru: Hayatın gayesi nedir ve şükrü nasıl eda edilir?
Üstad Hazretleri Lem’alar’da, kâinatın gayesinin hayat, hayatın gayesinin de şükür olduğunu ve bunun aksine, hayatın gayesini, “Rahatça yaşamak; gafletle lezzet peşinden koşmak ve heveskârâne nimetlenmektir.” şeklinde tarif edenlerin hayat hakikatine karşı küfrân-ı nimette bulunduklarını ifade eder.[1] Mektubat’ta da, hilkatin en yüksek gâyesi ve fıtratın en yüce neticesinin iman-ı billâh olduğunu belirtir. O, şöyle der: “Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır.. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki mârifetullah.. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o mârifetullah içindeki muhabbetullahtır.. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.”[2] Ayrıca burada, Üstad’ın daha farklı bir yaklaşımla, ruh meselesini anlatırken ifade buyurmuş olduğu şu formülü ifade etmenin de yerinde olacağını düşünüyorum: “Varlığın süzülmüş hulâsası hayat, hayatın süzülmüş hulâsası ruh, onun (ruhun) süzülmüş hulâsası da şuurdur.”[3] Üstad Hazretleri daha sonra buradan hareketle ruh mekanizması içerisinde önemli bir latife-i Rabbâniye olan vicdan mekanizması üzerinde durur. Bunun yanında o, değişik yerlerde daha başka makamları da nazara verir. Mesela, bir yerde iman-ı billâh, mârifetullah ve muhabbetullah hâl ve keyfiyetlerini anlatır ve bize ait kulluğun aksâmı plânında çok önemli olan hususları, bir yandan mebde, diğer yandan da netice ve gâye itibariyle ele alır ve âdeta bir sistemin farklı parçalarını bir bir tahlil eder.[4]
Hayatın gayesi ile alâkalı şu hususun da bilinmesinde fayda mülâhaza ediyorum. Allah (celle celâluhu) bize hayatı bahşetmiş, bu hayatı şuurla derinleştirmiş ve buutlaştırmış olduğuna göre bu bizim, zîşuur bir kanun-u emrîye mazhariyetimizi gösterir. Bu da, Allah tarafından bizde, kavrayabilen, değerlendiren, hükme varan bir muhakeme ve mantığın varlığı demektir. Öyleyse meseleye şöyle-böyle aklî yaklaşsak da burada, meknî, müphem, mutlak bir ubûdiyet esası çıkarmak mümkündür. Bununla beraber vazife-i ubûdiyetin Allah’a karşı şükür olduğu da bilinen bir gerçek ve o, bu şekliyle de hayatın gayesi sayılmaktadır.
Şükür, umumî mânâsı olan bir kelime. Klasik kitaplarda şükrün nevileri çerçevesinde kavlî, fiilî ve hâlî şekillerinin olduğu üzerinde durulmuştur. Vâkıa, bunlara fikrî şükürü eklemek de mümkündür. Evet, insanın kafasında sürekli olarak topyekûn varlık ve insanlığın mazhariyetlerini düşünmesi, bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın nimetleri olması itibariyle fikrî birer şükürdür. Bunları, yer yer diline dolayıp tekrar etmesi kavlî şükür; diliyle söyleyip ibadet ü taatle mukabelede bulunması fiilî bir şükür ve bütün bu hususları sürekli vicdanında duyup yaşaması ve bu duyuşlarını tavırlarıyla ifade etmesi de hâlî bir şükürdür.
Ayrıca meseleye tasavvufî bir buud kazandırılarak şükür, hâl ve makam açısından ele alınıp daha değişik yorumlar da getirilebilir. Bu mânâda ele alınan bir şükür çok ihâtalı bir hususiyet arz eder ki, bu aynı zamanda Risale-i Nur’da üzerinde durulan dört önemli esastan biri olarak hakikî kulluğun gayesi demektir.[5] Bu esaslardan ikisi (acz ve fakr), bizi diğer önemli iki esas olan şevk ü şükre ulaştırmak için birer basamak nevindendir. Bu esaslarla kalbteki nokta-i istinadı kavrama söz konusudur. Yani insan, vicdanında aczini hissedince bir güce dayanma lüzumu hisseder ve bu hisle hemen Allah’a dayanır ve O’na sığınır. Üstad Hazretleri, Mesnevî-i Nûriye’de bunlardan birine nokta-i istinat, diğerine de nokta-i istimdat demiştir.[6] Bu yaklaşımı daha önce seslendiren bir başka âlimin olduğunu hatırlamıyorum. Üstad, bu meseleyi açıklarken bunların insanı imana götüren önemli iki dil olduğunu ifade eder.[7]
İşte bize bu istinat ve isdimdat noktalarını hatırlatan husus bizim aczimiz ve fakrımızdır. Evet, insan bir mânâda aczini idrak ettiği ölçüde her şeyden elini ve eteğini çeker, sadece O’na yönelir. Seyr u sülûklarına devam edenler, inayetin sadece O’ndan geldiğini duydukları her yerde sürekli bu noktaya yönelirler ki bu, şükrün envâını câmi bir noktaya yönelme demektir.
O Hazret’in beyanında, kulluğun esaslarını ifade eden bu dört husus sayılan “acz, fakr, şevk ve şükr” sıralamasında şükür en sona bırakılmıştır. Zira şükür, kendisi de ayrı bir şükrü gerektirmenin yanında bütün nimet ve mevâhibe karşı vazife, sorumluluk ve kadirşinaslığın bir ifadesidir. Yani bir insan, eli olmadığı hâlde birilerini kündeye getiriyor veya ayağı olmadan mesafe alabiliyorsa, yani o, bütün kudret ve kuvvetin O’ndan olduğu iz’anı içinde ise, servet O’nun, o da O’nunla zengin olduğunun şuurunda ise, işte o zaman o insan asla ye’se düşmez. Zira böyle biri kendini hep O’nun servetiyle ganî görür ve sürekli şevkle şahlanır ve mazhariyetlerini şükürle taçlandırır. Evet, bizler her zaman Allah’a böyle şükretmeli ve “Aczimizi bizim için ayn-ı kuvvet, fakrımızı ayn-ı gınâ hâline getiren, bizi şükürle sürekli coşturan Allah’a binlerce hamd ve senâ olsun.” demeliyiz.
Burada şükür ile hamdin farklılığına dikkat çekmenin de yararlı olacağını düşünüyorum. Şükür, mevcut bir nimet ve mevhibe karşılığında Allah’a mukabelede bulunma demektir. Hamd’de ise bir mukabele meselesi söz konusu değildir. Bu itibarladır ki bu dört esas arasında hamd değil de şükür tabiri kullanılmıştır. Aslında burada ciddi bir şekilde şuura parmak basma hususu da söz konusudur. Acz ve fakr, Allah’ın bize açık nimeti olduğu şuuru ile sinelerimizin şevkle coşması ve bunun Allah’ın bize bir lütfu, ihsanı olduğu kavranıldıktan sonra, geriye artık O’nun (celle celâluhu), üzerimizde mevcut olan nimetlerine karşı mukabelede bulunma kalıyor ki o da şükür ile eda edilmektedir.
Hamd kelimesi bundan farklıdır; zira o, hem “fedâil” hem de “fevâdıl”a bakar. Yani Allah Teâlâ, Mâbud-u Mutlak olması itibariyle O’ndan bize –farz-ı muhal– bir lütfu erişmese de O, kemal ve cemal-i mutlak sahibi olması itibariyle “Mâbud-u bi’l-Hak” ve “Maksud-u bi’l-İstihkak”tır. Şükre gelince o, nimet ve teveccühün vücuduna vâbestedir. Onun için musibetler karşısında hamd edilir de onlara karşı şükredilmez; evet, şükür, bir nimet mukabilinde olur.
Bu açıdan burada şuur ve idrak çok önemlidir. Acz ve fakrın doğru sezilmesi, insanı yönlendiren bu iki faktörle şevke yönelmek ve sürekli hizmet atmosferinde bir metafizik gerilim içinde bulunmak öyle ilâhî bir lütuftur ki bunu tatmayan bilmez. Ancak, bu metafizik gerilim bazen insanın bu mevzudaki gayretleriyle olur, bazen de mü’min-i âşıkın cezb ü incizâbı ölçüsünde kendini gösterir; gösterir de o, Allah tarafından çekilmeye başlar ve irade edilene fâik mazhariyet ve maiyyetlere erer, erer de göz açıp-kapayıncaya kadar olsun nefsiyle baş başa bırakılmaz, bırakılmaz ve doğrudan doğruya Allah tarafından sevk ve idare edilme teveccühleriyle yaşar. Bu da Allah’ın insana lütfettiği derinlerden daha derin bir ihsandır. İşte bu lütufların derinliğini idrak eden bir insan artık hep şükreder ve bu şükrüyle bütün ubûdiyetin envâını câmi bir mukabelede bulunmuş olur.
Bunu bilmeyen insanlara gelince, onlar da –hafizanallah– aczini idrak edeceği yerde kendini güçlü görür ve: إِنَّمَۤا أُوتِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ عِنْدِۤي “Bana verilenler bilgimden ve irfanımdan ötürü verildi.” (Kasas sûresi, 28/78) derler. Böyleleri âdeta, “Bunları ben kendim plânladım, kendim düşündüm, sistemi kendim kurdum ve bu insanları etrafıma ben topladım…” iddialarının muzaaf bir şeklini sergilerler. Elli defa evirip çevirerek, ilim ve idraklerini daha bir cazip göstermeye çalışırlar. Bir zatın esprili bir şekilde ifade ettiği gibi onlar, haddizatında “Bana kendi ilmimden dolayı verildi.” demek suretiyle Firavun ve Nemrudların soluklarıyla soluklanırlar. Bu insanlar, acz ü fakrı ciddi birer sâik bilerek şevke yürüyüp şükre sıçramaları gerekirken daha işin başlangıcında o sâik ve faktörleri görmezlikten gelme körlüğü yaşarlar. Bu öylesine bir körlüktür ki, böyleleri her mazhariyeti kendi imkânları, güçleri ve kuvvetleriyle çözdüklerini sanırlar. İşin başlangıcında bir kere körlük gayyâsına yuvarlandıklarından artık bir daha da şevke yürüyemezler.
Allah böylelerine nimet verdiğinde onlar nefsâniyetleri adına sevinir ve küstahlaşırlar. Buna mukabil, her bir olay ve hâdisede Allah’ın icraatını gören insanlar ise verilenlerin çehresinde O’nun inayetini okur ve şevk ü şükürle coşarlar. Bu coşma, onların içindeki inşirahtan öte bir zirveye ulaşır. Hatta bunlar arasında daha şuurlu olanlar, bu inşirah içinde uhrevî zevkler yudumlarlar. Onlar bu enginlikleriyle her an ayrı bir ubûdiyet buuduna geçer ve bununla ayrı bir zevk zemzemesine ererler. Buna mukabil, çıkış noktası yanlış olanlar, şevke ulaşmak şöyle dursun, kâbuslar yaşar, hatta –hafizanallah– bazen ye’se düşer, bazen de şımarıklığa girip firavunlaşırlar. Aksine, acz ü fakrı kuvvet ve gınâ kabul edenler “âcizim”, “fakirim” dedikleri aynı anda sultanlara taç giydirirler. Buna mukabil her şeyi kendinden bilenler ise tabiî olarak her şeyin sahibi olan Allah’a şükretmez, sultan olsalar dahi zilletle hep iki büklüm yaşarlar.
Bu itibarladır ki, günümüzde iman ve Kur’ân’a hizmet edenler kendilerini şükrün bütün çeşitlerini içine alan ibadete salmalı, hayat dantelâlarını hamd ü şükür atkılarıyla zenginleştirmeli ve zaman ve mekânın sahibine karşı hep arz-ı ubûdiyette bulunmalıdırlar. Aksine böyle yapmadıkları takdirde nimetlerin artması ölçüsünde –hafizanallah– nankörlüğe girer ve iç içe hüsranlar yaşarlar. Buna binaen bu iki gruptan birine güruh, diğerine kafile demek uygun olacaktır zannediyorum. Önlerinde Peygamber, hak yolunun yolcuları olan kafile-i mümtaze, birbirlerine destek olmak için bir araya gelmiş basiret insanlarıdır. Diğerlerine gelince onlara şuursuz bir kitle olduklarından basiretsiz kalabalıklar demek yerinde olacaktır.
[1] Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.410 (Otuzuncu Lem’a, Beşinci Nükte)
[2] Bediüzzaman, Mektubat s. 253 (Yirminci Mektup, Mukaddime)
[3] Bediüzzaman, Sözler s.117 (Onuncu Söz, Onuncu Söz’ün Mühim Bir Zeyli ve Lâhikasının Birinci Parçası)
[4] Bkz.: Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye, s. 181.
[5] Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s. 17 (Dördüncü Mektup); s. 512 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Dokuzuncu Kısım, Sekizinci Telvîh).
[6] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s. 167-168 (On Üçüncü Söz, İkinci Makam); Mesnevî-i Nûriye s. 236 (Nokta, Dördüncü Burhan).
[7] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s. 747 (Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere, İkinci Nokta).
- tarihinde hazırlandı.