Sadâkat ve Vefâ
Sadâkat; doğru düşünmek, doğru konuşmak, doğru davranış sergilemek ve aynı zamanda doğruluğu kalpte korumak demektir. Bu manadaki sadâkat, izafi bir tabir olup belli bir ölçüsü de yoktur.
Sıdk sıfatı da; tıpkı ismet, emanet, tebliğ ve fetanet gibi, enbiya-i izamın sahip olduğu sıfatlardandır. Bu sıfatlar, onların hususiyetlerindendir. Buna onların hâssası da diyoruz. Hâsse, kâmil mânâda herhangi bir kimsede bulunup bir başkasında bulunmayan özellik demektir. Dolayısıyla sadâkat, zirve noktada enbiya-i izamda bulunur.. ve onu sadece 'söz doğruluğu' şeklinde yorumlamak da eksik bir anlayıştır. Sadıklar, kalpleri doğrulukla dopdolu olan ve tamamen Allah'a kilitlenen insanlardır. Onların kalbî dünyalarındaki bu durum her zaman davranışlarına da aksedecektir. Zira onların kalpleriyle söz ve davranışları arasında herhangi bir farklılık söz konusu değildir.
Sıdk'ta Zirve
Sıdk'da zirveyi tutan enbiya-i izam, kalp, söz ve davranış bütünlüğü içinde Allah'a kilitlenmiş kimselerdir. Bu ölçüdeki sıdkla ittisafı 'Allah'ın sâdık bir bendesi olma' mânâsında anlamak da mümkündür. Bu itibarla da nebilere, Allah'ın boynu tasmalı birer kapı kulu, bizlere de onların halâiki nazarıyla bakabiliriz. Evet onlar, 'Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler' (Tahrîm, 66/6) gibi emredilen şeyleri harfiyen yerine getirir ve göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa, muhalefet mülahazasına girmezler. Bazıları onlar için değişik mütalaalarda bulunsalar da, enbiya-ı izamın sıfatları mevzuunda bizim mülahazamız budur. Onlar hakkında Kur'an-ı Kerim'de te'dib mahiyetinde söylenen sözler, onların hayallerine akseden bir şeyin daha baştan önünü kesmeye matuf ilâhî tembih demektir.
Sıdk'ta Denge
Enbiya-i izam, daima iç-dış bütünlüğü içinde yaşamışlardır. Aksi takdirde onların hayatlarında az bir inhiraf söz konusu olsa, hemen hızlı bir tembihle kalplerinin yanına getirilirler. Nitekim 'Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.' (Hâkka, 69/44-47) mealindeki ayet, onların durum ve konumlarındaki böyle bir ciddiyeti hatırlatır.
Nebilerden sonra en büyük sıddîk, Hz. Ebu Bekir'dir. 'Sıddîk', bağlı bulunduğu şeyi her şeye tercih edecek kadar dengeli ve temkinli olan ve bütün hayatını ona göre proğramlayıp yaşayan insan ise -ki öyledir- Hz. Ebu Bekir en büyük siddîkdir.
Vefa da, tıpkı sadâkat gibi ölçüsü tam bilinemeyen izâfî bir tabirdir. Vefa, birine karşı ister baştan verilen, isterse verilip kendisine hatırlatılan şeylere karşı borcunun şuurunda olarak o borcu eda etmek demektir. Bu da, çok defa karşılıklı mukaveleler şeklinde gerçekleşir. Nitekim Cenab-ı Hak, 'Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.' (Bakara, 2/40) yani Bana karşı vefalı olun, verdiğiniz sözü, davranışlarınızla yerine getirin ki, ben de bu mukavelede size verdiğim sözü gerçekleştireyim' buyurur. Ayrıca şu iki ayet-i kerimede de 'Siz beni anın ki ben de sizi anayım' (Bakara, 2/152), 'Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder.' (Muhammed, 47/7) buyurulmaktadır ki, bu türlü durumlarda yerine getirilen şeylerin hepsi birer vefa ifadesidir.
Efendimizin Davasına Vefâ
Vefalı olmak, bir taraftan sadâkat gereken zata karşı o his ve tavrımızı korumak, bir diğer taraftan sorumluluğumuzun şuurunda olmak ve onun gereklerini yerine getirmek, bir başka zâviyeden de, onun teveccühü ölçüsünde ona teveccühte bulunmak demektir.
Yukarıda da zikredildiği gibi hem sıdk hem de vefa tabirleri izâfîdir. Herkesin derecesine göre bir sadâkat ve vefa hissi vardır. İnsan, bu ulvi hislerinden dolayı değer verdiği şeylere karşı saygı duyar ve onlara gönülden sahip çıkar. Mesela, bir insan, Efendimiz'in (sav) davasına, düşüncesine ve ortaya koyduğu âsârına karşı sâdık ve vefalı ise o böyle bir duygu ve düşünceyle O'nun (sav) mübarek lihye-i şerifinin bulunduğu sandukayı veya kadem-i pâkini başına taç yapacaktır. Esasen böyle bir hürmet, ne Kur'an ne de Sünnet'te emredilmektedir; ama, Nebiler Serveri'ne (sav) karşı sadâkat içinde olan bütün büyükler, Asr-ı Saadetten bu yana hep böyle vefalı davranmış ve O'nun ayak izinden hırkasına, âsâsından lihye-i şerifine varıncaya kadar, O'ndan hatıra kalan bütün emanetleri hep saygıyla karşılamış ve muhafaza etmişlerdir. Osmanlılar ise, bu mukaddes emanetleri altın kakmalı sandıklar içinde muhafaza ederek günümüze kadar ulaştırmışlardır. Mesela O'nun hırka-i şerifi, her yerde ve her zaman açılmaz. Ona bir selat u selamla uzaktan bir göz dokundurma için bile Ramazan ayı gibi mübarek bir zaman diliminin gelmesi beklenir. Bu diğer milletlerde olmayan, milletimize mahsus bir saygı tavrı ve Nebiler Serveri'ne (sav) karşı gösterilen sadâkat ve vefa ifadesidir.
Amr bin Âs ve Halid bin Velid
Efendimiz'e (sav) karşı olabildiğine sâdık ve vefalı olan insanlardan birisi de Afrika fatihi büyük insan Amr İbn Âs (ra) idi. O, vefat ederken sadâkatinin bir tezahürü olarak dilinin altına Nebiler Serveri'nden hatıra kalmış mübarek bir kıl koyuyor ve bununla ahirette sorulan suallere kolay cevap vereceği tefe'ülünde bulunuyordu...
İnsanlığın İftihar Tablosu'na (sav) karşı büyük bir sadâkat ve vefa örneği sergilemiş kişilerden bir diğeri de, girdiği hiçbir savaşta yenilgi yüzü görmeyen büyük kumandan Hz. Halid b. Velid'di; işte bu yüce kâmet, sarığında devamlı Allah Rasulü'nün (sav) mübarek sakalından bir kıl taşırdı. Bir keresinde o, cephede Bizans'a karşı savaşırken bir kılıç darbesiyle başındaki miğferi yuvarlanarak düşman safları arasına gidince, heyecanla ve ölümü hiçe sayarak miğfere doğru koşmuş ve arkadaşlarının ihtarlarına kulak asmadan onu alıp giymişti. Daha sonra Hz. Halid'in o güne kadar düşman karşısındaki tavrını çok iyi bilen arkadaşları, kendisine bu denli tehâlükünün sebebini sorduklarında o yüce ruh, onlara şu cevabı veriyordu: 'Ben onu nasıl düşmana bırakırım! O miğferin içinde Allah Rasulü'ne ait mübarek bir kıl vardı.'
Sultan Ahmet
Hz. Peygamber'in (sav) sadık bendelerinden biri de hiç şüphesiz Osmanlı sultanlarından ve aynı zamanda ismiyle anılan camiyi yaptıran Sultan Ahmet'tir. O, Nebiler Serveri'nin (sav) mübarek ayağının bastığı çamur kalıbını tacına sorguç yapmayı düşünmüş ve 'N'ola tâcım gibi başımda götürsem kadem-i pâkin/Ahmedâ yüzün sür pâyine ol pâkin.' diyerek tebcilde bulunmuştur.
Bütün bunlar, bir dava ve düşünceye ve o dava ve düşüncenin arkasındaki insana sadâkatin ifadesidir. Efendimiz'in de, Allah'a karşı baş döndürücü bir sadâkati vardır. O kadar ki, O; Cibril vahyi kendisine tebliğ ederken bir kelime unutma endişesiyle dilini ağzında sürekli evirip çevirir ve tek bir hareke, bir nokta zayi etmemek için tehâlükler yaşardı. '(Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir.' (Kıyâme, 75/16) mealindeki ayet onun bu hissini nâtıktır.
Bize Düşen
Bu ümmet, Efendimiz'den (sav) kalan pek çok şeye karşı aynı sadâkat içinde olmuştur. Ama tarihin çeşitli dilimlerinde bu sadâkati zedeleyen hadiselerin meydana geldiği de bir gerçek. Bu ümmet arasında da dinsizlik yaygınlaşmış ve pek çok insan ateist olmuştur. Yine bazı karanlık dönemlerde camiler terkedilmiş ve Kur'an da unutturulmuştur. İşte böyle bir zamanda sadâkat, her şeye katlanarak yok olmaya yüz tutmuş yüce değerleri yeniden ihya etmeye çalışmak olmalıdır. Sadâkatin gereklerinin yerine getirilmesi ise bir vefadır.
Dilerim bütün bunlar -inşallah- sinelerde yeniden neşv ü nema bulur ve insanımız üzerine düşen vazifeleri bihakkın yerine getirir. Böyle bir aydınlık yola giren ve sineleri sadâkat ve vefa hissi ile dopdolu sadâkat ve vefa erleri, kendilerinden beklenen misyonu eda eder ve başkalarının da bu havayı teneffüs etmelerine imkan hazırlarlar. Duygu ve düşünceler insanları aynı noktaya çekip götüreceğinden dolayı bu kutlular, inşallah mahşerde de onlarla beraber olurlar. Mesela, sıdk ve vefa mevzuunda azami derecede hassas olanlar Hz. Ebu Bekir'le, kılı kırk yararcasına adalet ve istikamet içinde hareket edenler Hz. Ömer'le, iffet ve namusunu koruma mevzuunda fevkalade hassas davrananlar Hz. Osman ve Hz. Ali'yle; hasılı kim hangi yolda yürüyor ve neyi yaşayıp temsil etmeye çalışıyorsa o yolun kahramanlarıyla mutlaka buluşacak ve onlarla aynı nimetleri paylaşacaktır.
- tarihinde hazırlandı.