Biz gönüllere talibiz
Osmanlı’nın üst üste zulüm ve ihanetlere uğradığı, İslâm âleminin müstemlekeciler tarafından adeta tırpanlandığı ve fikir, düşünce adına dümdüz edildiği, geriye sadece Osmanlı’ya sövme ve vefasızlığın miras kaldığı bir dönemin akabinde, Malik bin Nebi, o ihanetlere ve vefasızlığa başkaldıran ilk kadirşinaslardan biridir ve şu sözleri ifade etmiştir: “Eğer İslâm dünyasının şimalinde Türk toplumu olmasaydı, bugün İslâm dünyası da olmazdı. Türkler olmasaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık da kalmazdı.”
Bir şey ifade ediyorsa, ben de senelerdir aynı kanaati taşıyorum; evet, asırlar var ki, İslâm dünyası dediğimiz coğrafyada Müslümanların en büyük problemi düşmanlık ve vefasızlık olmuştur. İslam’ı gadre uğratan iki cephe vardır: Birisi, sürekli taarruzlar peşinde olan haset, kin, inat ve küfür cephesi; diğeri de, dini yolda bulmuş gibi davranan, kültür Müslümanlığı tavrı sergileyen vefasızlar cephesi.
Bu hakikati dile getirmek ve vakayı rapor etmek gereksiz görülebilir. Fakat bazı problemleri bilme ve onları teşhis etme tedavi adına çok önemlidir. Ziya Paşa’nın
Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhem her yâreye derman mı sanırsın?
En ummadığın keşfeder esrar-ı derunun,
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
dediği gibi her şeyden önce illetin bilinmesi, hastalığın teşhis edilmesi, doktorların ifadesiyle ‘tanı’nın ortaya konması lazımdır. Bu yapılmadan tedaviye başlanması mümkün değildir. Bu açıdan, hoşgörü, barış ve sulh atmosferinde yaşamayı arzu eden ve bu gaye uğrunda gayret gösteren Müslümanlar da İslâm’ın dünden bugüne biteviye saldırılara maruz kaldığını ve bundan sonra da bazı insanların düşmanca hislerle hareket edebileceğini bilmeleri lazımdır.
Sulh adaları
Fakat biz bunları söz konusu etmeme, düşmanlık vesilelerine hayat hakkı tanımama azmindeyiz. Mazinin yanlışlıklarını tarih kitaplarında zincire vurma ve düşmanca duyguları hortlatmama taraftarıyız. Geçmişte belli hadiseler başka zincirleme hadiselere sebebiyet vermiş; düşmanlıklar, belli düşmanlıklar doğurmuştur; insanlar birbirlerinden uzaklaşmış, zıt cepheler oluşmuştur. Bugün bunları konu ederek yeniden kavga sebebi yapmak, yeni uçurumlar meydana getirmek manasızdır. Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın; biz, yürüdüğümüz hoşgörü yolunda ilerlemeye devam etmeli, sağdaki-soldaki kine, nefrete, düşmanlığa rağmen, bir kısım ‘sulh adaları’na ulaşmalı, ‘sulh adacıkları’ oluşturmalıyız.
Biz ‘hoşgörü’ diyelim, hoşgörünün de ötesine yürüyelim, dünyayı dostça paylaşmayı düşünelim; niyetimiz, azmimiz bu istikamette olsun ve planlarımızı, projelerimizi o niyet ve azme göre yapalım. Ceste ceste onları uygulamaya çalışalım. Bu bizim dinimizin ve tabiatımızın gereği olan bir tavırdır. Fakat unutmayalım ki, dünyadaki bütün insanları yumuşatmaya da bizim gücümüz yetmez. Herkese ‘diyalog’ dedirtemeyiz, ‘hoşgörü’, ‘konuma saygı’ dedirtemeyiz. Siz Türkiye’de bile herkesi hoşgörü atmosferine taşıyamıyorsunuz. Hatta bazen Abdulkadir Geylanî yolunda olduğunu söyleyen insanlar dahi, ‘Bunlar hoşgörü, diyalog diyerek milleti Hristiyanlaştırıyorlar.’ diye her yere şikâyet ediyorlar sizi. Sizinle uğraşmayı, aleyhinizde olmayı, kâfirle uğraşmak ve küfrün aleyhinde olmaktan daha önemli bir vazife gibi görüyorlar. Bunlara hoşgörü ve diyaloğu anlatmak mümkün değil. Belki kendileri o işin başında olsalardı, o zaman meseleye sahip çıkarlardı. Ama bir başkası o işi temsil edince, İslâm’ın geleceği ve insanlığın huzuru adına onu önemli görünce, sırf o işi temsil edenlerden ötürü öyle mühim bir meseleye de husumetle bakıyorlar. Bu açıdan, hoşgörü, diyalog, herkesi kendi konumunda kabul etme ve herkese insanca davranmaya karşı çıkacak insanlar da her devirde bulunacaktır. Onların kin ve nefretini kırmak, kalplerini yumuşatmak, duygu ve düşüncelerinizi kabul ettirerek onları da hoşgörü çizgisine getirmek belki de mümkün olmayacaktır.
Seviyeye göre konuşma
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyorlar ki: “Ben farzları yapmakla emrolunduğum gibi insanları idare etmekle de emrolundum.” Yani, Allah farzları emrettiği gibi, insanları idare etmeyi, evirip-çevirip hak ve hakikate uygun bir şekilde herkese anlayacağı dille konuşmayı da emretti, buyuruyor. Cenab-ı Hak, Hz. Musa ve Hz. Harun’a (as), “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alır yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ-hâ, 20/44) diye ferman ediyor. Firavunla bile münasebet kuracak ve yüzünü ekşitmeden hakkı ve hakikati ona da anlatacaksın.. o şekilde anlatacaksın ki, anlatmanın bir manası olsun ve bu uğurda gösterilen gayretler de boşa gitmesin... İçi nur dolu enjektörü, onun vücuduna da zerk edebilmek için, tatlılık göstererek ve ona göre bir şeyler söyleyerek ruhunun ilhamlarını onun ruhuna da akıtacaksın ki, teklif ve düşüncelerin reaksiyon görmesin. Bu şekilde davranmanın, din düşmanlarının ağızlarına pelesenk ettikleri takiyye ile de alakası yoktur. Arz ettiğimiz tavır, herkese anlayış seviyelerine göre konuşma, aldatma ve kandırma niyeti taşımadan fikir ve düşüncelerini muhatabın durumuna göre anlatmaya çalışma tavrıdır.
Vefa umarken candan…
Bugün, Müslümanlar olarak, bir taraftan çok ciddi bir husumet çemberi içindesiniz; diğer taraftan da, dostlardan beklenen vefayı göremiyorsunuz. Mürüvvetli olması gereken insanlardan içten vefa ve tam bir sadakat bekliyorsunuz ama bu beklentinizde hep inkisarlar yaşıyorsunuz. Sürekli, ‘Vefa umarken candan / Doldu gözüm hicrandan / Kaldım yaya dermandan...’ diyor, hicranınızı içinize gömüyorsunuz. İşte, candan vefa umarken, dermandan yaya kalıyorsanız ve gözünüz de hicranla doluyorsa o zaman işiniz vahimdir. İçin vefasızlığı dışın husumetine inzimam edince başınıza gelecek şeyler var demektir.
Bundan dolayı, o kadar çok istiyorum ki, dine-imana, vatana-millete hizmet etmeye gönül vermiş arkadaşlara şöyle sesleneyim: Ne olur gelin, bu gayeyi, hayatta her şeyden üstün bileceğimize yemin edelim.. yemin edelim, Allah’ın rızasını her şeye tercih edeceğimize; yemin edelim dünyayı görmeyeceğimize; yemin edelim din için, millet için her zaman dimdik, granit gibi ayakta duracağımıza; yemin edelim bu yolda mala, cana takılmayacağımıza.. yemin edelim dünya tecessüm etse, bir fettan gibi karşımıza dikilse bile dönüp bakmayacağımıza; yemin edelim maddî-manevî füyuzat hislerine bile iltifat etmeyeceğimize ve hatta bizi götürüp cennete koysalar, ‘vazife var’ deyip geri dönme arzu ve iştiyakıyla yaşayacağımıza. Gelin iltifat etmeyelim Kur’an’ın ‘lehv u laib’ dediği ‘oyun ve eğlence’ türünden şeylere. “Ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir.” (Ankebût, 29/64) ilâhî beyanını düşünelim, ona kilitlenelim ve onun ötesinde Rabb’imizin rızasını nazar-ı itibara alalım.
Bunları söylüyorum; zira dostun vefasızlığı, düşmanın tecavüzkâr tavırlarından daha zararlıdır. Çünkü o içtendir; kalenin içi ona emanettir; çünkü o vefalı durmazsa, kapılar bir vefasız elle ardına kadar açılabilir. Çünkü o, tutup dini kaldırmazsa, kendi ruhunun heykelini ikame etmezse, başkaları gelir, zaten yıkılmış olan o şeyin üzerinde tepinir. Evet, Müslümanlar olarak, bizim problemimiz sadece dıştaki husumet değildir. Kendi içimizdeki tutarsızlık, vefasızlık, samimiyetsizlik, mukavemetsizlik ve sadakatsizliktir en büyük derdimiz.
Haftanın duası
Rabb’imiz! Bizi zahir-batın nimetlerinle donat. Kurbiyetin kahramanı salih kullarını o payeyle şereflendirdiğin gibi bizi de dünya ve ukba hayatında mesud eyle. Dünyada sevip hoşnut olmadığın işlerden, ahirette de azabına ve ikabına maruz kalmaktan bizleri uzak kıl.. ebedî hayatın gerçek yurdu olan cennetine al. Cemâlini müşahede ile lütuflandır ve Sana muhatap olma payesiyle şereflendir!
Sözün özü
Herkes bu davanın dertlisi ve şu kısacık dünya hayatından, ahirete gözü açık gidebilmek için, daima ‘Çok şükür Rabb’im, bizi istihdam buyurdun. Namın dünyanın her tarafında duyuldu... Ve duyulmadık çok az yer kaldı. Ama Sen biliyorsun ki, şayet beni vefat ettirmese idin, dinini oralara da götürmeye çalışacaktım.’ inancı içinde hareket etmelidir ki, işin aslı-esası da budur. Ve işte böyle yaşandığı an, hayatın bir anlam ve değeri olacaktır.
- tarihinde hazırlandı.