Nabızlar hep aynı atmalı
Allah’ın eli (bütün o biat edenlerin) hepsinin üzerindedir.” (Fetih, 48/10) ayeti kerîmesi ve Peygamber Efendimiz’in (sav) “Cemaatte rahmet, firkatte azap vardır.”, “Benim ümmetim dalâlet üzere ittifak etmez.” ve “Allah’ın eli cemaatledir, cemaatle beraberdir.” sözleri gibi ayet ve hadîsi şerifler dinî hayat adına cemaatin önemini ifade etmektedir.
Dinimizde toplumla bütünleşme, cemaat halinde yaşama çok önemlidir. Burada cemaat kavramını sosyolojik açıdan bir organizasyon ya da teşkilat olarak değil, tamamıyla dinî bir terim olarak, ayet ve hadislerde ifade edilen ve dinimizde büyük önem verilen duyguda, düşüncede, sevinci ve hüznü paylaşmada bir ve beraber olan insanların meydana getirdiği şahs-ı manevi manasına kullandığımı belirtmeliyim.
Evet, bütünleşme, aynı yönde hareket etme ve aynı istikamete yönelme... Bir orkestrada belli bir makama ayak uyduran, o ritme uyan pek çok sanatçının farklı enstrümanlarla aynı sesi vermeleri gibi diğer insanlarla beraber elem duyma, onların sevincini yaşama, aynı anda “of” çekme, elemleriyle müteellim, neş’eleriyle mütelezziz olma; kendi mahrumiyetleri karşısında üzülmenin çok ötesinde, bir kardeşinin mahrumiyeti karşısında “Ah keşke ona olmasaydı da bana olsaydı.” diyebilme... İşte bu başkalarının mutluluğuyla mutlu olma ruh hali, İslâm’ın Müslümanlardan isteyip beklediği bir vasıftır.
Felçli bir uzvun bir manada bünyeden kopması, ona kumanda eden beyindeki bir merkezin harap olmasıyla bünyenin genel işleyişinden ayrılması gibi fert de bünye ile bütünleşmeyince toplumun, cemaatin yümün ve bereketinden istifade edemez. Aslında mümin bir cemaat, velâyeti temsil eder. Hususiyle bencilliğin ve enâniyetin çok ileri gittiği bir dönemde kutbiyet ve gavsiyeti, salih müminlerden meydana gelen topluluğun şahs-ı mânevîsi temsil eder. Her mümin, gönlünde duyduğu intisap ve paylaşma hissine göre o kutbiyet ve gavsiyette pay sahibi olur. Bir topluluğa gavsiyet bahşedilse de bir şahıs diğer inananlarla aynı duygu ve düşüncede değilse, arkadaşları arasında kendini onlardan herhangi bir insan olarak görmüyorsa; o, şahs-ı maneviye bahşedilen lütuflardan bir nefer kadar dahi istifade edemez. Her ferdin tek tek, toplumla hakiki manada bütünleşmesi, kalbinin diğerleriyle beraber atması, başkalarının heyecanlarını yaşaması, dertleriyle müteellim olması, kendisi aç kalsa da diğerlerini doyurma gayreti içinde bulunması lazımdır.
Şahs-ı Mânevî’nin Velâyeti
Fertleri bu şekilde birbirine bağlı bir toplulukta her zaman bir gavsiyet, bir kutbiyet olabilir. Çanakkale’de şehit olan yiğitlerin her biri veli olabilirler; ama onlara asıl destan yazdıran şey her birinin kalbî ve ruhî beraberliğinden hâsıl olan şahs-ı manevî ve o şahs-ı manevînin velâyetidir. Öyle bir topluluk, bela ve musibetlere karşı bir paratoner gibidir. Allah Teâlâ, “Rabb’in, halkı dürüst hareket eden, hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları, haksız yere asla helâk etmez.” (Hûd, 11/117) buyuruyor. Evet, bir milletin içinde hayır düşünceli, ıslâhçı bir topluluk varsa, Allah (cc) o karyeyi, o beldeyi, o ülkeyi helâk etmez... Bütünleşmiş, bünyân-ı marsûs olmuş; fertleri, ancak balyozla vurup kırılabilecek bir binanın birbirine girmiş parçaları haline gelmiş bir milleti ve toplumu felâkete uğratmaz. Ama milleti meydana getiren fertler böyle ıslahçı insanlar değillerse öyle insanların akıbetinden korkulur.
Bir veli bütün mazhariyetlere sahip olabilir. Fakat o velinin de toplulukla bütünleşmesi, diğer insanlarla uyum içinde yaşaması lâzımdır. Bir câmi heyetinden belediye meclisine kadar heyet diyebileceğimiz üç-beş kişinin bir araya geldiği her beraberlikte şahıslara düşen vazife; kendisinin çok makul düşünceleri varsa onu arkadaşlarına anlatmak, onları ikna etmeye çalışmaktır. Fikirleri kabul edilmiyorsa bile yine heyetle bütünlüğünü sımsıkı devam ettirmektir. Makul fikirlerini, fırsat bulunca tekrar anlatabilir. Hüsnü kabul görmezse, bir nefer gibi yine onlarla beraber yoluna devam eder. O, toplantıya muhalefet şerhi koyamaz; dışarıda da aleyhte beyanda bulunamaz… Bulunursa gıybet etmiş olur.
Topluluğun gıybetini etmek affedilmeyen bir günahtır. Çünkü bir cemaat hakkında gıybet eden insan, o cemaatin ne kadar ferdi varsa teker teker hepsine haklarını helal ettirmesi gerekir; yoksa ahirette yakasını kurtaramaz. Bir cemaatin, bir topluluğun gıybetini eden, onun şahs-ı manevîsini küçümseyen ve hafife alan insan çok büyük bir günah işlemiş olur. Mesela, okul-aile birliği toplantısındaki bir fert, fikir beyan edecekse toplantı devam ediyorken beyan etmeli; fikri varsa onu ortaya koymalıdır. Toplantıdaki üyeler onun fikrine hüsnü kabul gösterebilir; ama aynı zamanda o fikri beğenmeyebilirler de. Ortaya koyduğu fikir kabul görmeyen şahıs diğerleri hakkında “Akılları ermedi, kabul etmediler...” diyemez; hele aleyhte kat’iyen konuşamaz. Bunlar dinimizin hassasiyetle üzerinde durduğu hususlardır ve bunların ihlâli gıybet veya yerine göre de iftira olur ki, ikisi de çok büyük günahtır.
Günahını unutmama
Allah, kelam-ı ezelisinde “Allah, onların günahlarını hasenata tebdil eder.” buyuruyor. Bu, günahkâr insanlar için aslında büyük bir beşarettir. Fakat bu ayete mâsadak olabilmek için kulun da yapacağı şeyler vardır. Bir; günah insanî ilişkiler alanında cereyân etmişse yani kul hakkı söz konusu ise, mutlaka karşı taraftan helallik almak. İki; işlenen o günahı bir ömür boyu hatırlamak, onun ızdırabını sînesinde daima canlı ve taze olarak hissetmek. Bu hususu bir başka yerde şöyle ifade etmiştik: “Günah, çok kötü bir şeydir; ancak bir yerde iyi sayılabilir. O da kulun, bir günaha girdikten sonra bir ömür boyu onun için âh u vâh etmesi halidir. Mesela, harama im’ân-ı nazar ederek (dikkatlice) bakan, fakat yıllar sonra bile onu hatırladıkça iki büklüm olup Rahmet kapısına yönelen bir kul için o günah pek çok hayırlara gebe olabilir.”
Bu iki şey yapılabilirse şayet, Allah o kulu ahirette rezil etmez. Ama günah işlenmiş, unutulmuş ise aynı neticeden bahsetmek oldukça zor olsa gerek. Evet, aslında unutulması gerekli olan şeyler iyilikler ve güzelliklerdir. Zannediyorum günümüzde çok Müslümanlar bu iki hususu birbirine karıştırıyor, unutulması gerekli olanları unutmuyor, unutulmaması gerekli olanları da unutuyorlar.
Bu meselenin bir diğer buudu ise şudur; insan olan herkesin ve hepimizin, Rabb’i ile olan irtibatı adına eksiklikleri, işlediği günahları vardır. Arzu ederiz ki Allah affetsin onları. Fakat aynı arzuyu başkalarının günah ve hataları adına da duymak gerekmez mi? Niçin o arzuyu izhar etmiyoruz biz? Allah hepimizin Allah’ı; O Raûf, O Rahîm ve O Kerîm. “Rahmetî vesiat külle şey’” buyuruyor, yani rahmeti her şeyi ihâta etmiş. O’nun âdet-i sübhânîsi, çamurun içinde duran kimseleri hemen tutup çıkarması, yıkaması, üzerine gül suları serpiştirmesi ise şayet, bizim onları çamur içinde görmeye hakkımız yok ki. Dilerse affeder onu. Dolayısıyla yukarıda ifade etmeye çalıştığımız “günahları unutmama”yı herkes kendi adına yapmalı. Elli sene evvel de işlemiş olsa, onu yeni işlemiş gibi bütün inciticiliğiyle duymalı. Bu açıdan “Ben biliyorum ki falan zat falan zamanda şunu yapmıştı, ama bu günahın hacâletini hiç de üzerinde görmüyorum.” demeye hiç kimsenin hakkı yok. Nereden biliyorsun onun içinde boyundurukların dönmediğini, için için ızdırap çekmediğini?!
Haftanın duası
Ey Merhameti Sonsuz Rabb’imiz! Sıkıntılarımızı izale buyur ve bizi içinde bulunduğumuz gamdan, kederden kurtar... En yakın bir zamanda biz aciz kullarına nezdinden bir ferec ve mahreç nasip eyle... Bu mücrim bendelerini nefislerimizin, insî ve cinnî şeytanların ilkâ etmeye çalıştıkları vesveselerden, şehvet ateşinden, gaflet zilletinden uzak tut... Rahmetinle muamele buyur da bizi günahlardan koruyacak elbiselerle donat...
Sözün özü
Bizim bir tek hedefimiz vardır o da Zat-ı Ulûhiyet’in, yine O’nun rızası için, bütün sînelerde yer buluncaya dek anlatılmasıdır. Evet, bunun dışında başka hiçbir mülâhaza bizi ilgilendirmez. Biz sohbetlerimize rıza-yı Bâri’nin dışındaki şeyleri konu edinmeyi bir yanlışlık sayar ve içine girmişsek, farkına vardığımız an hemen keser ve konumuza döneriz. Böyle düşünmemiz, başkalarına karşı bir tavır olarak da algılanmamalıdır.
- tarihinde hazırlandı.