Ümitvâr olunuz…
Son dönemde hadiseler dış yüzleri itibarıyla insanı bedbinliğe ve karamsarlığa sevk edecek şekilde cereyan ediyor. Ancak bir şey var ki, onu da inkâr edemem. Şöyle ki, eğer Cenab-ı Vacibu’l-Vücud ve Tekaddes Hazretleri’nin konuşturduğu bir insan, yani Resûl-i Ekrem (sas), ümmetinin son günleri adına bir beşaret vermişse, ben onu, kendi karamsar dünyam içinde karartamam. Bana düşen, onu kendi berraklığına has keyfiyette takdim etmektir.
Ayrıca, ümitsizliğe düşecek çok ciddi bir durum yok, aksine ümidinizi besleyecek pek çok gelişmeler var. Ben rahmet-i İlahi’den ümidim açısından, kendimi asrımızda yetişen neslin içinde sıradan bir fert olarak görüyorum. Dahası kendimizi bizden evvelki mahvolmuş nesillere benzetiyorum. Bizden evvelki bazı neslin duygusu, letâifi ve hissiyatı Hakk’a vuslata müsait değildi ama bütün bunlarla beraber biz kendimizi yeni bir nesle köprü durumunda görüyoruz. Ölünceye kadar da böyle görmeye çalışacağız. Çünkü o nesle, Cenab-ı Hakk’ın hususi bir iltifatı olacağına inanıyorum. Ben de bu iltifatlardan onca cürmüm ve günahımla istifade etme ümidini taşımaktayım. Şahsen hep bu hususu düşünerek hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedim. Bir karanlık dönemde hiç yoktan başlayıp gelişen, mesafe üstüne mesafe kat eden, hatta daha gerilere dönüp baktığında dün, ufkunda yalancı bir şimşeğin çakmadığını, kâzip bir fecrin tulû etmediğini gören ve bugün bir zahire-i şemse ulaşan ve güneşin parlaklığı başını okşayan bir neslin ümitsizliğe düşmeyeceğine inanıyorum, zira bizden evvelki nesillerin kupkuru ve karanlık bir dünyaları vardı. Hâlbuki şimdi az da olsa aydın bir dünyamız var ve bizi aydınlık bir istikbal beklemektedir. Bu hususu teyit eden pek çok emare var ve kimse de bunları inkâr edemez ve inkâr etme nankörlük sayılır. Her şeyden evvel mazi de bu türlü iniş ve çıkışlarla doludur. Biz, ne ilk defa inen ve devrilen kimseleriz, ne de ilk defa bir çukurdan çıkma mecburiyetinde olan kimseler. Evet, bizden evvel nice milletler hep aynı inişleri düşüşleri yaşamış ve Allah’ın lütfuyla değişik şekilde çıkışlar yapmışlardır. Hz. Nuh, ümmeti içinde bin seneye yakın irşat ve tebliğde bulunmuştu. O ümmet öyle bir çukura düşmüştü ki beş büyük peygamberden birisi olan Hz. Nuh (as), bu kadar yıl sa’y ve gayret etmesine mukabil sefine-i selamete binerken yanında ancak altmış-yetmiş kadar insan vardı. Hz. Âdem’in irşadıyla başlayan din hakikatini tanıma devresi, Hz. Nuh döneminde bu kerteye ulaşmıştı. Adeta her şey bitmiş ve tükenmiş ve Hz. Nuh ile yeni bir irşat devri başlamıştı. Hz. Hud devrine doğru yeniden bir iniş devri olmuştur. Hz. Hud, bir kere daha insanları imana çağırmıştır. Hz. Salih, muasırlarına belki mucizelerle Hakk’ı anlatmış, onlar, Hz. Salih’in devesi ile istihza etmiş, peygamberden gelen tehdidi kulak ardı etmişlerdir. O’da ümmetine yeniden çeki düzen vermiş ve yeniden bir kez daha küre-i arza nur serpiştirmiştir.
Adını Anan Kalmayacak
Hz, İbrahim, firavun tarafından zevcesi ile tehdit edildiğinde ellerini açarak şöyle yalvarmıştır: “Allah’ım! Biliyorsun ki, yeryüzünde eşim ve benden başka Müslüman yok. Eğer bizi de mahvedersen Senin adını anan kalmayacaktır!” Onun bu sözlerinden, Hz. İbrahim devrinde de inananların bir kere dalalete sürüklendikleri anlaşılmaktadır. Bu dönemde Hz. İbrahim’le yeni bir aşk, heyecan ve coşkunluk devri başlamıştır. Hz. Musa, bu işi devlet çapında planlamış, rayına oturtmuş, İsrailoğulları ile bir devlet kurarak firavunlara başkaldırmış ve gürül gürül Hakk’ı ilan etmiştir. Bu süreç Hz. Süleyman ve Hz. Davut devirlerinde muhteşem bir devlet olarak yerine oturmuş ve cihan çapında bir hâkimiyet kurulmuştur.
Hz. Mesih’e doğru gelindiğinde hak duygusu yeniden yıkılmış ve Hz. Mesih’in etrafında sağlam inanmış bir avuç insan kalmıştı. Hz. Mesih’in elçi olarak gönderildiği cemaat, kendilerine peygamber olarak gelen ve kendi ırklarından olan Hz. Zekeriya ve Yahya’yı tereddüt etmeden şehit edecek kadar asi bir toplumdu. Hz. Mesih, bu cemaati Hakk’a çağırarak Efendimiz’e giden yolu açmıştı.
Efendimiz (sas), dünyayı teşrif ettiği zaman her yanda bambaşka bir hava vardı; beşer bütün bütün şirazeden çıkmıştı. İnsanlık tamamen Hakk’tan uzaklaşmıştı. O kadar ki, yerdeki en mukaddes bina olan Kâbe’yi kadınlar çırılçıplak tavaf ediyor, Mekke sokakları fuhşiyatla inliyordu. Hz. Muhammed (sas), beşeri son kez bir gayyadan alıp belli bir doruğa ulaştırmıştı. Aynı zamanda insanlığın bir gün yeniden dirileceği müjdesini de vermişti. İşte benim ümidimin kaynağı, bu iniş ve çıkışların devamındaki temel espridir. “Batılılaşağız” diye gafletle bir kuyuya baş aşağı dalmaya durduk. Biz indikçe birileri bize “merdiven çıkıyorsunuz” diyor ve adeta her yüz metre inişte bize bir madalya takıyorlardı. Bütün bunlar, bizim maskaralığımızın ifadesiydi. Ancak Allah’ın lütuf ve keremiyle yirminci asırda, birden bire İslam âleminin makûs talihi yeniden değişmeye durdu. Cenab-ı Hak, mürşid ve mübelliğler göndererek, Kur’an’ın mübarek veçhinden nikabı çıkıverdi ve yeniden Tur’da berk çakar gibi oldu ve Hira’da vahyin sesi gürlemeye başladı.
Pek çok güzel gelişmeler gördükten sonra ümitsizliğe düşmek için hiçbir sebep yok. Ümidimizi besleyici bu kadar faktör içinde elbette ümitli olacağız. Şimdi bu faslı da tekrar ettiğim fikir mimarımızın şu ifadeleriyle noktalayalım: “Ümitvâr olunuz. Şu istikbal inkilâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ, İslam’ın sadâsı olacaktır.”
Sadaka ve belaların def’i
Halk arasında hadis olarak anlatılan “sadaka; belayı defeder, ömrü uzatır” şeklinde bir güzel söz vardır. Halk, bunu kendine göre tercüme edip “az sadaka çok belayı defeder” şeklinde ifade etmiştir. Halk arasında gezen bu sözün hiçbir hadis kitabında dayanağı yoktur ama sadaka ve duanın hakikaten belayı def’ine dair zayıf bir hadis-i şerif bu hususu teyit eder.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Mallarınızı zekâtla muhafaza ediniz. Sadaka vererek hastalarınızı tedavi ediniz. Bela ve musibet dalgalarına dua ve tazarru ile karşı koyunuz.” (Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, 3/63) buyurular. Yani zekât verirseniz mal ve servet düşmanlığı zuhur etmez. Servet ve mal düşmanlığını, hırsızlığı ve sınıflar arası dengesizliği önlemek için bol bol zekât verin. Binaenaleyh mü’min, sadaka vermekle, sadaka verdikleri tarafından başına gelebilecek kazayı defetmiş olabilir. Kader vardır ve bu kaderin –bazı kelamcılar tarafından anlaşıldığı istikamette- infaz edilmesine de “kaza” denmektedir. Diğer bazı kelamcılar da kaza, meselenin levh-i mahfuzda tespiti; kader ise bunun infazıdır demektedirler. Cumhurun anlayışına göre ise levh-i mahfuzda tespit edilmiş olan hadisenin vukua gelmesi kazadır.
Bir kısım muhakkikîne göre, Cenâb-ı Hakk’ın kazasının yanında bir de atâsı vardır. Bu da kulun, kendine has latifesi ile Allah’la kurduğu sağlam bir münasebet ve bir kurbiyetle, Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gidecek bir halden ötürü atâyâ-yı şahaneye mazhar olunması şeklindedir. Yani Allah, o zâta hususi bir iyilikte bulunuyor; hakkındaki kazayı infaz etmiyor ki, buna da atâ diyoruz. Kişi sadakasıyla, Cenâb-ı Hakk’a karşı bir kurbiyet kazanırsa muhtemelen atâ kazayı bozar. Ve onun hakkında takdir edilen hüküm, infaz edilmez.
Halk arasında hadis olduğu söylenen ve çok kullanılan ifadenin ikinci kısmında, sadakanın ömrü uzatacağı anlatılıyor. Bu ifade, hadis kriterleri açısından doğru olmamakla beraber, hakikaten Cenâb-ı Hak, atâsı ile belaları def’ ettiği gibi sadaka vermek suretiyle kısa ömrünü uzatmış olabilir. Ayrıca bazı durumlarda, ölen insanın amel defteri hiç kapanmaz. İnsanın, dünyada bıraktığı sadaka malları, ahiret adına manen ömrünü uzatır, şeklinde anlaşılabilir.
Haftanın duası
Ey ihsanları bitmek tükenmek bilmeyen ve kullarını lütuf sağanaklarıyla sırılsıklam hale getiren yüceler yücesi Rabb’imiz! Ne kadar belâ, musibet ve hastalık varsa, Sen bizi, onların tamamından muhafaza buyur! Senden, hayr u hasenat istikametindeki bütün dilek ve maksatlarımızı gerçekleştirmeni niyaz ediyoruz. Allah’ım! Bizi, endişe edip korktuğumuz hususlardan da emin eyle!
Sözün özü
Biz, kendi dünyamızda, her gün daha da artan bir tempo ile gelişen, çoğalan bir düşünce ve bir şuûru müşâhede ettikçe, kendi kendimize: Muhtemel çok yakın bir gelecekte, her gün daha da coşan, pekişen bu heyecan ve şuur, öylesine ciddî bir feverânla kendisini hissettirecektir ki; o gün yüzü gülmedik bir mazlûm ve mağdûr, ettiklerine nâdîm olup ağlamadık da bir zâlim kalmayacaktır.
- tarihinde hazırlandı.