Fütüvvet ruhunun temsilcileri
Soru: Fütüvvetin, geçmişten bugüne değişik tariflerle geniş bir çerçevede ele alındığını görüyoruz. Günümüz şartları açısından fütüvvet nedir ve yiğit kime denir?
Genç, yiğit ve delikanlı manalarına gelen “fetâ” kelimesinden türemiş olan fütüvvet, tepeden tırnağa inançla dopdolu olmanın, herkese karşı güzel ahlakla muamelede bulunmanın, başkaları için yaşama anlayışına kilitlenmenin, farklılık mülahazasına girmeden vazifeye sahip çıkmanın, mukaddes değerler uğrunda her türlü fedakârlığa katlanmanın, bir kuluçka sabrıyla, vakt-i merhunu beklemenin çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp sabretmenin, akıl ve mantığı ihmal etmeden, aynı zamanda çağı ve zamanı da hesaba katarak bütün kötülüklere karşı başkaldırmanın ve bütün bunlar neticesinde sinesine çarpan eza ve cefalar karşısında paniklememe ve sarsılmamanın unvanı olagelmiştir.
Hadis-i şerif olarak rivayet edilen hoş bir sözde:
لاَ فَتٰى إِلَّا عَلِيٌّ وَلاَ سَيْفَ إِلَّا ذُو الْفِقَار
“Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi de kılıç bulunmaz.” (Zehebî, Mîzânü’l-i’tidâl 5/390) ifadeleriyle, Hazreti Ali’nin her haliyle fütüvvetin temsilcisi bir kahraman olduğuna dikkat çekilmiştir. Aslında fütüvvet Hazreti Ali’den çok önceye dayanır. Enbiya-ı izâm efendilerimizin her birisine fütüvvetin çok âli seviyede önemli birer temsilcisi nazarıyla bakılabilir. Çünkü onlar kendileri için değil gaye ve mefkûreleri için yaşamışlardır. Öyle peygamberler gelmiştir ki, kendisine tabi olanlar birkaç kişiden ibarettir. Öylesi de vardır ki, hiç ümmeti yoktur. Fakat böyle bir durum karşısında onlar hiç diriğ etmeden vazifelerini yapmaya devam etmişlerdir.
Neticeyi Allah’tan bilmek
Peygamberân-ı izâm’ın kendilerine verilen risalet vazifesini en güzel şekilde yerine getirmeleri, tekvinî emirlere riayet ederek vazifelerini hep fetanet ufkunda sürdürmeleri, her durumda fevkalade stratejik hareket etmeleri, fakat bütün bunların yanında neticeyi Allah’tan beklemeleri fütüvvetin önemli bir derinliğini teşkil eder. Evet, bidayette vazife aşkıyla yanıp tutuşma, neticede ise vazifeyi yapmış olmanın itminanını yaşama fütüvvet ruhunun önemli bir göstergesidir. Diğer bir ifadeyle, kişinin irşat ve tebliğ vazifesini yaparken, “Elhamdülillah, insanlar beni dinlemeseler bile, ben Rabbimin emrini yerine getirdim. Rabbim beni bu vazifeyi yerine getirmekten azletmedi.” mülahazalarına bağlı kalması ve inkisar yaşamadan, ümitsizliğe düşmeden vazifesine devam etmesi iman ve Kur’an hizmeti adına çok önemli bir husustur.
Zaten tarih boyunca fütüvvet ruhunun hakiki temsilcileri, kendileri için dikilen çarmıhların gölgesinde de olsa sürekli vazifelerini yapmış, baştakilerin baskı ve sindirmelerine aldırmamış, hayatı istihkar etmiş ve hep bildikleri yolda yürümeye devam etmişlerdir. Hazreti Mesih, Romalıların bütün zulüm ve baskılarına ve aynı zamanda belli bir grubun Romalıları tahrik ederek onun üzerine yürümelerini sağlamasına rağmen hiçbir zaman vazifesi uğruna hırz-ı can etmekten geri durmamış ve neticede nazarlarını öbür âleme tevcih ederek farklı bir hayat mertebesine yürümüştür. Bu itibarla denebilir ki, onun temsil ettiği fütüvvet, şu anda bulunduğu ufka yükselmesi için âdeta bir rampa vazifesi görmüştür.
Kehf Sûresi’nde geçen, Hazreti Musa’nın fetâsıyla beraber yolculuğu ve onların Hazreti Hızır’la buluşmalarının anlatıldığı kıssada ise fütüvvetin farklı bir buuduna dikkat çekilmektedir. Buna göre fütüvvetin önemli derinliklerinden birisi de, fiziğin dar kalıplarına mahkûm kalmayarak metafiziğin enginliklerine açılmak, böylece kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselip sonra da seyahatini bu yörüngede devam ettirmektir. Böyle bir hayat seviyesinde cismaniyet bütün bütün ortadan kalkmasa, belli bir zaruret çizgisinde devam etse de, insanın arzu ve istekleri ikinci plana çekilir. Bu açıdan konumuzla alakalı mezkûr kıssalardan anladığımız önemli bir husus da şudur: İnanan insanlar sadece zâhirî ilimlerle yetinmemeli, kalb ve ruh dünyalarını işlettirerek ledün ilmine de vâkıf olmaya çalışmalıdır.
Adanmışlık ve fütüvvet
Fütüvvetin en önemli faktörlerinden biri de adanmışlık ruhuna sahip olmadır. Yani insanın kendisini gaye-i hayaline adaması ve onun dışındaki bütün mülahazaları aradan çıkarmasıdır. Adanmış bir ruh demelidir ki, “Benim aslî vazifem ne yapıp edip yeryüzünde nâm-ı celil-i sübhanîyi î’lâ etmektir.” Esasında, daha önce de değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, nâm-ı celil-i sübhani zatında âlidir. Fakat onun âlem tarafından da duyulması için gayret sergilenmesi gerekir. Mefkûresine adanmış bir insan bütün duyguları, düşünceleri, yaptığı hamle ve hareketleriyle bu gaye peşinde koşmalı ve kendisini bu istikamette istikrara mazhar kılması için Cenab-ı Hakk’a dua dua yalvarmalıdır. Öyle ki, insan, evinin yolunu ve çocuklarının çehresini bile unutacak kadar yaşatma arzusuyla dopdolu olmalıdır. Fakat şunu da hemen ifade edelim ki, kişinin eşi, çocuğu, annesi-babası.. hasılı hukukunun söz konusu olduğu her kim varsa, onlara karşı, kerhen ve zorlanarak bile olsa yapması gereken vazifeleri, üzerine düşen sorumlulukları elden geldiğince yerine getirmeye çalışması da bu yolun ayrı bir esasıdır.
Fütüvvet ve dik duruş
Adanmışlığın yanı başında fütüvvete ait çok önemli diğer bir husus da, sabitkadem yerinde durabilmektir. İnsan, başına gelen bütün hadiseler karşısında, “Gelse celâlinden cefâ, yahut cemâlinden vefâ; ikisi de câna safâ, lütfun da hoş, kahrın da hoş.” (İbrahim Tennûrî) diyerek durduğu yerde dimdik durabilmelidir. Dimdik durmaktan kastımız, insanın paniklememesi, devrilmemesi ve ne olursa olsun yaptığı vazifeyi asla terk etmemesidir. Yoksa Allah karşısında bir mümine yaraşan, soru işareti gibi hep iki büklüm olmaktır. Hatta bununla da yetinmeyerek bir halka vaziyetini alarak yerlere kapanmaktır. Zira insan Allah karşısında bir halka olduğu zaman, O’na en yakın hale gelir. Dolayısıyla bu iki hususun birbirine karıştırılmaması gerekir.
Gerçek yiğitlik kendini sıfırlayabilmektir
Gönüllüler hizmetine kendini adamış insanların bu ölçüde bir performans ve kıvam ortaya koymalarının yanı başında onların en büyük farklılıkları, farklılık mülahazasına girmemeleridir. Dıştan onları fotoğraflayan insanlar, onların ortaya koydukları fedakârlık karşısında belki de, “Prototip sözü, bu insanların halini ifade etmeye yetmez.” diyeceklerdir. Onların öyle bir manevî derinliği olacak ki, kıtır kıtır ellerini kollarını kesseler, başlarına testere koyup biçseler yine de “Settar senden dönmezem.” diyeceklerdir. Fakat bütün bu yiğitliklere rağmen onlara düşen, âlemden farklı bir yanları olmadığı mülahazasını ruhlarına işlemeleridir. Hatta farklılık mülahazası onların hayallerinden bile geçmemeli, ezkaza geçtiğinde de büyük bir günah işlemiş gibi hemen tevbe seccadesine koşmalıdırlar. Sa’y ve gayretlerine terettüp eden güzellikler hakkında ise onlar şöyle düşünürler: “Bütün bunlar belli bir dönemde birilerinin attığı tohumların neşv ü nema bulması, neşv ü nema bulan o çemenlerin başağa yürümesi, her bir başağın da binler mahsul vermesinin bir neticesidir. Bizden evvelkilerin halis ve samimane gayretleri bu güzellikleri netice vermiştir. Fakat daha önce ekilen tohumlara nezaret etme, çapacılığını yapma, tımar etme ve o fidanların da ağaç olup meyveye durması, içinde yaşadığımız bu döneme denk geldi. Bu itibarla, bize bir farklılık isnadı asla doğru değildir.” Zaten meydana gelen bütün bu güzellikleri, insanın kendisine mâl etmesi hem başkalarının hakkını yeme hem de Allah’a karşı bir saygısızlıktır.
Diğer taraftan fütüvvet; yaşı, başı, kıdemi ve tecrübeyi silmeyi gerektirir. İnsan bazen yaş-baş, bazen kıdem, bazen de insanların kendisine teveccüh etmesi gibi sebeplerle kendisinde bir şeyin var olduğu vehmine kapılabilir. Vakıa, viladet itibarıyla turnikeye önce girmiş ve işi önde götüren kimselere karşı “rehber, efendi, pîr…” gibi saygı belirten ifadeler kullanılması hem terbiyenin gereğidir hem de bu üslup, arkadakilerle öndekilerin imtizacını sağlar. Evet, mesih, mehdi gibi galatlara, kutup ve gavs gibi abartmalara girmeden ve meseleyi başkalarını tenfir edecek şekilde aidiyet mülahazasına bağlamadan küçüklerin büyüklere karşı saygı duyup hüsn-ü zan beslemesi fertler arasındaki ahengi temine vesile olur. Fakat kendisine saygı duyulan şahıslar, “sıfır olma” mülahazasını tabiatlarına mal edememişlerse, hüsn-ü zannın verdiği makamlara dilbeste olup değişik vehimlere kapılabilirler. Mesela onlardan bazıları şöyle düşünebilir, “Yaşım altmış olmuş. Dünden bugüne pek çok insan bana “abi” diyor. Beni hocası görerek gelip önümde diz çöküyor. Demek ki bende bir şeyler var.” İşte bunlar aldatıcı ve insanın kayıp düşmesine hatta mahvolup gitmesine yol açacak derecede tehlikeli düşüncelerdir. Tecrübenin gereklerini yerine getirmenin bir sorumluluk mecburiyeti olması ayrı bir meseledir. Fakat insanın ister tecrübesine, ister zekâsına, isterse fetanetine bağlı teveccühleri bir faikiyet mülahazası haline getirip başkaları üzerinde tahakkümde bulunması apaçık bir haddini bilmezlik ve katmerli bir terbiyesizlikten başka bir şey değildir.
Fütüvvetin olmazsa olmaz hususiyeti: Tevazu
Hazreti Ali Efendimiz’e nispet edilen, “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol.” sözü bizim için de çok önemlidir. Eğer bir insan fütüvvetin temsilcisi olmak istiyorsa, kendisini fark edilmezliğe salmalıdır ki, bilinmesin. Kanaat-i acizanemce bu, fütüvvete ait çok önemli bir derinlik ve çok önemli bir disiplindir. Ben, Hazreti Pir’in hayat-ı şahsiyelerine muttali olamadım. Fakat birinci saffı teşkil eden talebelerinden dinlediğimiz kadarıyla, Hazreti Pir, onların üstadı olmasına ve onlar da bir yönüyle ona medyun bulunmalarına rağmen, o, hiçbir zaman, onlar üzerinde bir faikiyet izhar etmemiştir. Kendisini hep “kardeşiniz” ifadesiyle takdim etmiş ve bu hususa işaret ettiği bir yerde şöyle demiştir: “Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile sahabe-i kiram arasındaki münasebet de, bize bu konuda çok önemli dersler vermektedir. Sahabe-i kiram efendilerimiz, Allah Resûlü’nü tanıdıkça ve o makamın, o atmosferin hakkının ne olduğunu keşfettikçe Efendimiz’e karşı incelerden ince bir edep ve nezaketle saygılı davranıyorlardı. Mesela, hutbe irad ettiği zaman insanları büyüleyecek kadar güçlü konuşan, Kur’an okuyuşuyla müşriklere bile tesir eden, Allah’ın kendisini güzellikler abidesi bir insan haline getirdiği Hazreti Ebu Bekir (radıyallahu anh), Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) huzuruna omuzu düşük girer ve O’nun huzurunda hep başında bir kuş var gibi dururdu. Zannediyorum, onun, Efendiler Efendisi’nin huzurunda söylediği sözlerin bütünü bir araya getirilse iki yüz kelimeden fazla olmadığı görülecektir.
Peki, kendisine karşı bu derece saygı duyulan zat kimdir? Hadis kriterlerine takılsa da, bütün velilerin altına mühür bastıkları bir sözde Allah (celle celaluhu), Efendimiz için; “Sen olmasaydın bu eflâkı yaratmazdım.” buyuruyor. Çünkü gerek kâinat kitabının şerh edilmesinde, gerekse teşriî emirler mecmuası olan Kur’ân-ı Kerim’in anlaşılmasında O, bizim için eşsiz bir rehberdir. İşte böyle bir Rehber-i Ekmel’e karşı saygılı davranmak sahabenin vazifesi; öyle bir saygı O’nun hakkıydı. Evet, O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), bir yere ayak bastığı zaman değil orada oturan insanlar, arzın altındaki çürümüş kemikler bile ayağa kalkmalıydı. Fakat kendisi için toparlanılıp ayağa kalkılınca, “Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın.” diyordu. Aynı şekilde O, kendi işini kendisi görüyordu. Belki gerektiğinde yemeğini kendisi yapıyor, kapları kendisi yıkıyor, yatağını da kendisi yapıyordu. Aslında azıcık kapıyı aralasa, gerek hanenin içindekiler, gerekse dışarıdaki insanlar hemen koşar ve o işi asla O’na bırakmazlardı. Fakat Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdalu’t-tahiyyât ve ekmelü’t-teslîmât) buna müsaade etmiyor ve kendi tabi işlerini kendisi görüyordu. Çünkü büyükte büyüklüğün alameti tevazu, mahviyet ve hacalettir. Büyük görünmeye gelince o, küçük insanların bir kompleksidir. Başkalarının teveccühünü, payesine paye ekleyerek onlara karşı bir tahakküm vesilesi yapmak büyüklere yakışmayan bir tavırdır. Allah Resûlü (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) ise kendisine yakışmayan hiçbir şeyi hiçbir zaman iktisap etmemiştir. Evet, yaptığı her şey O’na öyle yakışmıştır ki, mele-i âlâ’nın sakinleri bile bu yapılanlara imrenmiş ve hayranlık duymuşlardır. Hâsılı, bütün derinlik ve enginlikleriyle fütüvvetin de zirve temsili O’nun yaşayışında bize en güzel örnek olarak sunulmuştur.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.