İrfan ufku
Niyazî-i Mısrî, “Savm u salât u hac ile / Sanma biter zâhid işin / İnsan-ı kâmil olmaya / Lâzım olan irfan imiş.” diyerek irfanı nazara vermiştir. İrfan sahibi olmak için şer’î mükellefiyetleri yerine getirmenin yanında başka hangi vesilelerden söz edilebilir?
Namaz, oruç, zekât ve hac mükellefiyetleri, ibadetlerin temelini oluştursa da, insanın iman erkânıyla ve ibadet ü taatle tanışmasına vesile olacak kapıyı açan sırlı anahtar, kelime-i şehadettir. Bu yönüyle o, mebde ile müntehayı cem eden mübarek bir cümledir. Diğer bir ifadeyle kelime-i şehadet, hem bir başlangıç hem de son noktadır. O olmadan ne meleklere, ne kitaplara, ne resûllere, ne ahirete ve ne de kadere imanın bir anlamı kalır. Aynı şekilde ibadetlerin bir mana ve kıymet kazanması da, onun açtığı bu kapıdan içeri girilmesiyle mümkündür. Cibril hadisinde de ifade edildiği gibi, en başta iman gelir. Onu İslam takip eder ve neticede ihsana ulaşılır. Başka bir ifadeyle dinin temel ve mebdei iman, münteha ve semeresi de ihsandır.
Şuurla taçlandırılan ibadetler
İrfana gelince, o, ihsan mülâhazası içinde mütalâa edilebilecek bir mefhumdur. Bu açıdan irfan ufkuna ulaşmak isteyen bir insanın önce sağlam bir şekilde iman etmesi, ardından amel-i salih yapması ve bunu da zamanla bir vicdan kültürü hâline getirmesi gerekir. Evet, irfana ulaşmanın en önemli yolu, ibadet ü taati titizlikle ve şuurlu bir şekilde yerine getirmektir. İbadet ü taatte şuur olmayınca irfana ulaşılamaz. İrfana ulaşamayan bir insanın ise Allah sevgisine, peygamber muhabbetine ermesi mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki, bunlar iç içe derinlikler olduğundan, ancak biri aşıldığı takdirde diğerine ulaşılır. İşte bu perspektiften meseleye bakıldığında Hazret’in “Savm u salât u hac ile sanma biter zahid işin. İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.” ifadelerinde, her şeyin çok güzel bir şekilde yerli yerine yerleştirildiği görülmektedir. Çünkü ihsan şuuru ve irfan nurundan mahrum bir fert için, yapılan ibadetler, öteden beri yapılagelen bir formalite ve kültürden öteye geçmeyebilir. Herkes oruç tuttuğu için o da oruç tutmuş, anne babasında öyle gördüğü için namaz kılmış, başkaları hacca gittiği için hacca gitmiştir. Dolayısıyla böylelerinde ibadetler çok defa suretten öteye geçmediğinden onların ruh ve manası yakalanamaz. Zaten bu durumu ifade sadedinde Resûl-i Ekrem Efendimiz de;
رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ
Nice oruç tutanlar vardır ki, nasipleri sadece açlık ve susuzluktur. Nice namaz kılanlar da vardır ki, nasipleri sadece yorgunluk ve zahmettir. (İbn Mâce, sıyâm, 21; Ahmed ibn Hanbel, el-Müsned, 2/373)
buyurmuyor mu? Demek ki, ibadet ü taatin değer kazanması onun, ne ölçüde irfana iktiran ettiğine bağlıdır.
Mesela irfan ufkunda ihsan şuuruyla eda edilen öyle bir namaz vardır ki, böyle bir namaz sahibi kendini o esnada huzur-u kibriyada görebilir. Öyle ki el ve ayaklarını hareket ettirirken kendini Arş’ın örtülerine dokunuyor gibi hisseder. Hisseder de el ve ayak hareketi gibi yakışıksız tavır ve davranışların, huzur-u kibriyada saygısızlık kategorisi içinde mütalaa edileceğini düşünerek tir tir titrer. Nitekim Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in namazdaki durumunu anlatırken;
اَلَّذِي يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ
O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında kıvrım kıvrım kıvrandığını da. (Şuarâ Sûresi, 26/218-219)
buyurmaktadır.
Bu seviyeyi yakalayamayan kimse en azından iradî olarak, Cenâb-ı Hakk’ın daima kendisini gördüğünü düşünmeli ve namazdaki her bir hareketini böyle bir şuurla yerine getirmeye çalışmalıdır. Bir insanın el ve ayaklarını yerli yerinde tutması, namazda nereye bakacağını bilmesi, başını yere koyduğu zaman hangi mülâhazalara açılması gerektiğinin farkında olması gibi hususlar Cenâb-ı Hak tarafından görülüyor olma şuurunun insanın tavır ve davranışlarına aksettiğini gösterir.
Evet, irfana ulaşmak için ibadetler mutlaka şuurla taçlandırılmalıdır. Mesela namazda olan bir insan, namazın başından sonuna kadar ne yaptığının farkında olarak namazını eda etmelidir. Niyeti sadece, namaza başlarken söylenilen, نَوَيْتُ اَنْ اَصَلِّيَ “Niyet ettim namazı eda etmeye” ifadelerinden ibaret görmek doğru değildir. O, kasdü’l-kalb’dir. Yani masivayı bütün ruhundan, bütün duygularından silip atmak, Allah karşısında kemer-beste-i ubûdiyet içinde bulunduğunu derinden derine hissetmek ve hatta kendini de unutarak bütünüyle silinip gitmektir. Dahası o, silinip gitmeyi de hissetmemek ve namazın başından sonuna kadar bu hissi devam ettirmeye çalışmaktır. Belki yer yer insan bir kısım olumsuz esintilere maruz kalabilir. Fakat o, her defasında iradesinin hakkını vererek onların üstesinden gelmeye çalışmalıdır. Ayrıca namazda okuduğu âyet ve duaların taalluk ettiği mânâları iyi bilmeli, onların kalbine duyurmak istediği hakikatlerin farkında olmalı ve namazın sonuna kadar şuurluca bunları takip etmelidir. İşte ibadeti şuurlu bir şekilde eda etme adına ortaya konan bu cehd ve gayret, irfana giden yolda yanıltmayan önemli referanslardır.
İstikamet ve sürekliliğin kerameti
Cenâb-ı Hak’la münasebetlerimizin ciddî, kararlı ve şuurlu olmasının yanında o mevzuda temadi içinde bulunma da irfan adına çok önemlidir. Allah’ın size olan muamelesi, sizin Allah’la münasebetlerinizdeki kıvam ve temadi ölçüsünde olacaktır. İrfan ufkunun zirvesindeki Zât’ın beyanları içinde
Amellerin Allah’a en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır. (Buhari, Rikâk 18; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 218)
Unutmamak gerekir ki, mermeri delen suyun damlaları değil, damlaların temadisidir. Evet, su çok yumuşak ve latîf bir madde olmasına rağmen, ondaki devamlılık mermeri bile aşındırmaktadır. Bu açıdan insanın ibadet ü taate sabır, sebat, azim ve kararlılıkla devam etmesi marifete açılma adına çok önemlidir.
Bu itibarla Ebû Hanife’nin (rahmetullahi aleyh) Kadir gecesini senenin bütün gecelerine yayılmış olarak görmesi bana çok latîf gelir. Çünkü Allah (celle celâluhu) bazı şeyleri bazı şeyler içinde gizlediği gibi, Kadir gecesini de senenin içinde gizlemiş olabilir. Elbette ki, sadece Ramazan’ın 27. gecesini değerlendirip ihya edenler de takdir edilip alkışlanmalıdır. Bu ayrı meseledir. Fakat esas olan Hazreti İmam-ı Hümam’ın yaklaşımı gereğince her geceyi Kadir bilmektir. İnsan bu niyet ve mülâhazayla her gece kalkmalı ve lâakal bir teheccüt namazı kılmak suretiyle berzah hayatını aydınlatmaya matuf, Cenâb-ı Hak karşısında kemer-beste-i ubûdiyet içinde sadakatini ortaya koymalıdır. Allah’ın misafiri olmak varken, döşeğe misafir olmanın ne kıymeti olabilir ki! İbrahim Hakkı Hazretleri bu düşünceyi ne güzel seslendirir:
“Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde,
Kevkeblerin et seyrini seyrân gecelerde.
Bak hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret,
Bul Sâni’ini ol âna mihman gecelerde.
Her türlü hayrın sırlı anahtarı: Tevazu
İrfana ulaşmada takip edilmesi gereken bir yol olarak seyr u sülûk-i ruhanî basamakları da kullanılabilir. Aynı şekilde Hz. Pîr’in farklı bir yol olarak ortaya koyduğu acz u fakr ile şevk ü şükür de, irfan ufkunu yakalamada önemli bir disiplindir. Yani insan, Allah’ın inayeti olmadan elinden hiçbir şey gelmeyeceğini, kendisine ait hiçbir sermayesi olmadığı hâlde âdeta sultanlar gibi yaşadığını, dolayısıyla sahip olduğu bütün sermayenin Ganiyy-i Mutlak’tan geldiğini zihninde hep canlı tutmak suretiyle şevk ile coşup ciddî bir metafizik gerilime geçebilir.
Teemmül ile Kur’ân okumak da mârifet yolundaki çok önemli vesilelerden biridir. Bir Allâme Hamdi Yazır, bir Beyzâvî, bir Ebu’s-Suud veya bir Âlûsî’nin ufkundan Kur’ân’ın kendine mahsus derinliklerine açılmak, onu yeniden nazil oluyor gibi duymak, insanı irfan ufkuna üveyk gibi uçurur ve onu sürekli metafizik gerilimde tutar.
Vicdanında mârifet inkişaflarına erebilmek için insanın, tevazu, mahviyet ve hacalet içinde hayatını sürdürmesi de bu yolun esaslarındandır. Zira mâneviyat büyüklerinden biri olan Yusuf ibn Hüseyin Râzî’nin ifade ettiği gibi her türlü hayrın sırlı anahtarı tevazu, her türlü şerrin anahtarı da kibir ve bencilliktir. Mağrur ve bencil insanlar başlarını hiç yerden kaldırmadan ömür boyu secdede dursalar yine de ulaşmaları gereken hedefe ulaşamazlar. Nitekim kudsî bir hadis-i şerifte Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ
Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu derdest eder Cehennem’e atarım. (Müslim, birr 136; Ebû Dâvûd, libâs 26)
Hâsılı, görüldüğü üzere, irfan ufkuna ulaşma adına pek çok vesileye başvurulabilir. Zira Allah’a götüren yollar mahlûkatın solukları sayısıncadır.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.