Kalb ve ruh hayatında mürşidin rolü
Bazıları bir mürşide bağlanmayı zorunlu görüyor ve ondan el almadan kurtulmanın mümkün olamayacağını iddia ediyorlar. Bu konudaki mülahazalarınızı lütfeder misiniz?
Mürşid kelimesinin bir umumî, bir de tasavvuf ıstılahı çerçevesinde daha hususî manada kullanımı vardır. Umumî manada mürşid, insanı eğri yollardan sakındırıp ona doğru yolu gösteren, gönülleri Hakk’a uyaran, muhatabın aklını, hissini, gözünü, kulağını bazı hakikatlere açan ve böylece onu kalb ve ruh ufkuna yönlendiren insan demektir. Bu itibarla camide vaaz veren veya bir mecliste sohbet eden insana mürşid denebileceği gibi dükkânına gelen bir insana hak ve hakikati anlatmak suretiyle ruhunun ilhamlarını onun gönlüne boşaltan esnafa da bir manada mürşid denebilir.
Tasavvuf ıstılahı içinde yer alan daha hususî manadaki mürşid mefhumuna gelince o; kendisi de öncelikle bir mürşide intisap eden, erbainler çıkaran, çileden geçen, seyr u sülûk-i ruhanide mertebeler kat eden, yani az yiyip, az içip, az uyuyup, hayrete varıp fani olan ve böylece O’nu bulma istikametinde belli bir paye ihraz eden ve netice itibarıyla da mürşidi tarafından irşada mezun kılınan zat demektir. Bir insana böyle bir ameliyenin verilmesine hilafet ve hilafet verilen zata da halife denmektedir. Soruda ifade edilen husus da zannediyorum, has manadaki mürşid mefhumuyla alakalı; dolayısıyla özellikle bu konu üzerinde biraz daha durmak istiyorum.
Mürşidin firaseti, müridin kabiliyeti
Dünden bugüne Nakşî, Kadirî, Şazilî, Rifaî, Bedevî… gibi hak ve hakikate ulaştıran değişik tariklerden herhangi birine intisap etmek suretiyle yetişen pek çok büyük zat vardır. Özellikle istidat ve kabiliyet sahibi bazı kimseler bir mürşid-i kâmili bulunca birdenbire şulefeşan olmuş ve etraflarını aydınlatmaya başlamışlardır. Mesela her ikisi de seyyid olan Alvar İmamı ile babası Hüseyin Kındığî Efendi, Pîr-i Küfrevî Hazretleri’ne intisap etmek üzere Bitlis’teki dergâhına vardıklarında, Hazret, muhtemelen onlardaki istidadı keşfettiğinden dolayı kendilerine hususî teveccühte bulunmuş, çok ihtimam göstermiş ve her ikisine birden hilafet vermiştir. Bu durum karşısında, o güne kadar Küfrevî Hazretleri’ne hizmet eden müritler, gece yarısı baba ve oğluna tazyik edici bir üslupla konuşmaya başlayınca birdenbire kapı ardına kadar açılmış ve içeriye giren Küfrevî Hazretleri onlara şöyle hitap etmiştir: “Mollalar! Mollalar! Hüseyin ve Muhammed Lütfi Efendi’nin bana ihtiyaçları yoktu. Onları kemâlâtı buraya getirdi.” Evet, bazı kişilerde meknî öyle bir kabiliyet ve istidat vardır ki,
وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ
(Nûr Sûresi, 24/35) ayetinin işaretiyle onlar, ateş dokunmasa da tutuşabilecek ve şulefeşan olacak bir mahiyete sahiptirler ve bir hamlede, bir nefhada belli makamlara sıçrayabilirler.
Fakat bazı müridler de vardır ki, istidatça inkişafa açık bir insan oldukları halde, uzun zaman sadıkane şeyhlerine hizmet etmeyi tercih ederler. Mesela Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretleri, ulûm-i âliye-i İslâmiye’den icazet almış olmasına rağmen Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin yanına gitmiş ve yirmi sene onun tekkesinde süpürgecilik yapmış, daha sonra yeniden Bağdat’a dönmüştür. Bildiğiniz üzere Halid-i Bağdadî Hazretleri, kendi zamanının müceddidi kabul edilmektedir. O, tabiat ve irşad mesleği açısından Üstad Hazretleri’ne çok benzer. Şöyle ki, onun müridlerine gönderdiği mektuplarda yer alan, “Hiçbir zaman diyet ödemeye mecbur kalacağınız işlere talip olmayın, hükema ve ruesa ile münasebete geçmeyin; kimsenin elindekine göz dikmeyin, dünyaya karşı müstağni davranın; hizmet edebilmek için, bir tane eşiniz varsa ikinci eş düşünmeyin.” gibi ihlâs, samimiyet, kardeşlik ve istiğnaya davet eden ifadelerine baktığınızda, bunların temel yaklaşım itibarıyla ihlâs ve uhuvvet risalelerinde anlatılan hususlarla aynı olduğunu görürsünüz. İşte böyle önemli bir zat yirmi sene bir tekkede süpürgecilik yapmayı tercih etmiştir.
Mürşid, mürşid-i kâmil bile olsa
Asıl konumuza dönecek olursak, evet, sofilik geleneğinde has manasıyla bir mürşidlik makamı olmuştur. Bu makamı ihraz eden önemli zatlar, kendilerine intisap eden insanları, firasetleriyle çok iyi okumuş, bazen yüzlerinden, bazen bakışlarından, bazen de gözlerinin irisinden onların istidat ve kabiliyetlerini keşfetmiş; buna göre onları inkişafa sevk etmiş ve zamanı gelince değişik yerlerde irşadla vazifelendirmişlerdir. Bu açıdan eğer günümüzde de Hz. Şah-ı Geylanî, Mevlana Halid-i Bağdadî, Muhammed Bahauddin Nakşibendî, Alaaddin Attar ve Ebu’l-Hasan eş-Şazilî gibi hakiki manada her yönüyle derin mürşidler varsa, onların rahle-i tedrisinde bulunma, istidat ve kabiliyetlerin inkişafı adına çok önemlidir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hak içinde bulunulan zamanın ihtiyaç ve şartlarına göre farklı zamanlarda farklı şahısları, farklı metotlarla irşad vazifesiyle serfiraz kılmıştır. Bu itibarla, denilebilir ki, şayet bugün Abdülkadir Geylanî Hazretleri olsaydı ve o, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) aslî mesajından mülhem olarak alıp o günün şartları ve ihtiyacına göre ortaya koyduğu irşad yol ve yöntemini günümüzde de aynen uygulamak isteseydi, bu durum günümüzün dertlerine çok fazla derman olmayacaktı. Aynı şekilde İmam Gazzâli Hazretleri gibi kendisine Hüccetü’l-İslam dedirtmiş yani İslâm’ın hakkaniyetine en büyük şahit olan zirve bir insan, o gün itibarıyla İslâm’ın karşısında yer alan batıl cereyanlara karşı mücadele adına kullandığı argümanları, bugün alıp günümüzün dertlerine bir reçete olarak yazsaydı, bu reçete, girift hale gelmiş günümüz problemlerinin çözümü adına yeterli olmayacaktı. Bunları söylerken büyük laf ettiğim ve -hâşâ- o büyük zatlar hakkında olumsuz bir kanaat serdettiğim zannedilmemelidir. Zira o yüce kametler zamanlarının hakkını vermiş ve hatta aşmışlardır. Ancak bu sözlerle dikkat çekmek istediğim husus şudur; semavî mesaj hep muhatapların düşünce, idrak, seviye ve ihtiyaçlarına göre nazil olmuştur. Dolayısıyla bu sözler bir realitenin ifadesidir. Elbette ki günümüz insanlarının, düşünce ve irfan hayatları adına, bu önemli zatlardan ve onların o çok kıymetli eserlerinden istifade edeceği pek çok husus vardır. Fakat günümüzde fen ve felsefeden gelen küfre ve küfrün ötesinde korkunç ve gizli bir küfür olan ve temerrüde dayanan nifaka karşı mücadele şekli daha farklı donanım ve argümanlar gerektirir. Evet, günümüzü doğru görebilen, doğru okuyan, laboratuarlarını bu döneme göre çalıştıran, elindeki imkân imbiklerini bu döneme göre işlettiren ve buna göre reçeteler yazabilen bir mürşid olması gerekir ki, günümüzün dertlerine derman olabilsin. İşte böyle biri bulunduğu takdirde onun elinden tutmak kalb ve ruh ufkuna doğru kanat çırpma adına çok önemlidir. Elinden tutulduğu takdirde böyle bir mürşid-i kâmil, ufkunuzu açar, önünüzdeki engel ve problemleri giderir ve böylece siz daha hızlı ve daha emniyetli bir şekilde yol kat edersiniz.
Fakat kanaatimce, günümüzü doğru okuyan, çağın dertlerine önemli reçeteler sunan mükemmel bir mürşid-i kâmil bile olsa, insan asla inhisara gitmemeli, darlığa düşmemelidir. Evet, böyle bir zatı bulmuş olsanız dahi, siz kalkıp başka insanlara; “Eğer siz bu zata bağlanmaz, onun dediklerini dinlemez ve yazdıklarını da okumazsanız dalalettesiniz.” gibi bir yaklaşım içine girerseniz aidiyet mülahazasına sapmış, meseleyi bir darlığa mahkûm etmiş ve diğer müminlere karşı korkunç bir suizan içine girmişsiniz demektir. Çünkü pekâlâ sizin gibi düşünmeyen ve farklı bir seyr u süluk çizgisini benimseyen bir insan da Allah’ın izni ve inayeti ile Mürşitler Mürşidi, kemal ehlinin en kâmili Efendiler Efendisi’nin ardından yürüyebilir ve halisane cennete girebilir. Bu açıdan mesleğinin muhabbeti ile yaşamak önemli bir düstur olsa da, başkalarını çekememezliğe girme ve hele işi adavete götürme asla doğru değildir.
Birlik ve beraberlik ruhuna vurulan balta
Fakirin çocukluğu da değişik tekke ve zaviyelerde geçtiğinden dolayı, yer yer bazı kimselerin bu tür sözler söylediğine şahit olmuşumdur. Mesela bazıları, Bayezid-i Bistâmî Hazretleri’ne ait olduğu ifade edilen “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.”/“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” sözünü yanlış ve dar bir yoruma tabi tutarak bu sözle, hususî manada tarikat silsilesi içinde bir mürşide/şeyhe intisap etmenin mecburi olduğunu ifade ederlerdi. Kanaatimce, kâmil bir üstadın önem ve gereğini ifade eden geniş manalı bu sözü böylesine dar bir çerçevede yorumlamak, onu suizanna ve aidiyet mülahazasına açık, İslâm’ın evrensellik ve kuşatıcılığına muhalif nahoş bir ifade haline getirmek demektir. Zira elimizde Kur’an ve Sünnet’in temel disiplinleri var ve o disiplinler kendisine inanan bütün gönülleri kucaklayacak bir enginlik ve kuşatıcılığa sahiptir.
Hz. Pîr, inhisar-ı fikrin, nefis sevgisinden kaynaklandığını ifade etmiştir. Yani bir insanın her şeyi kendi fikirlerine bağlı götürmesi, bir nevi bencillik ve egoizmadır. İşte bunun farklı bir çeşidi de, aidiyet mülahazasına girmektir. Yani mutlak doğruyu, sadece mensup olduğu tarikat, cemaat veya hareketin düşünceleri içinde görmek, bunun haricinde bulunan kişilerin ise havanda su dövdüğüne inanmaktır. Fakat bilinmelidir ki böyle bir yaklaşım, maddî manevî sukûta sebebiyet verebilecek korkunç bir suizandır.
Evet, şahsî enaniyetler cemaat enaniyetine dayandığı takdirde daha bir kuvvet kazanır. Bu açıdan geleneksel olarak turuk-ı âliye içinde yer alan bir tarikata veya bir cemaat ve harekete mensup olan kişiler, bir taraftan gittikleri yol veya mensup oldukları zatı isabetli görmenin ve ona derin bir muhabbet duymanın yanı başında diğer yandan başkalarını haksızlığa mahkûm etme gibi bir haksızlığa düşmemelidir. Yoksa hak yolda giderken hiç farkına varılmaksızın şeytanî bir yola sapılmış olur. Böyle bir tehlike herkes için muhtemeldir. Şayet kendilerine fevkalade hayranlık duyduğum Hz. Gazzâli, İzz b. Abdisselam, Fahreddin er-Râzi, Necmeddin-i Kübra gibi çok büyük kametlerden biri bugün yaşasa ve etrafındaki insanlara böyle bir mülahaza ifade etmiş olsaydı, ben başımı onun ayaklarının altına koyar, ayaklarının altını öper; ama “Hazret bu mevzuda yanılıyorsunuz.” derdim.
Hâsılı, kurtuluşun ille de bir tarikat, cemaat veya harekete intisapla mümkün olacağını düşünmek, tarikat silsilesi ile gelen bir mürşidin arkasından gitmeyi zarurî görmek ve hatta o zata intisap etmeyenleri dalalette görüp onların kurtulamayacağına inanmak asla doğru değildir; kazanma kuşağında kaybetme demektir. Rabbim, vifak ve ittifaka eşedd-i ihtiyaçla muhtaç olduğumuz şu günlerde ümmet-i Muhammedi bu türlü inhiraf ve âfetlerden muhafaza buyursun.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.