Filozof ve felsefe
Soru: Bütün feylesofların fikirleri İslâm’a zıt mıdır?
Aklın geçmiş malumatı ve şu andaki müşâhedeleriyle yeni komprimeler, yeni fikir hüzmeleri elde etmesine “fikir”, bu ameliyeyi yapmaya ise biraz daha cehd ve kendini zorlama mânâsında “tefekkür” diyoruz. Tariften de anlaşıldığına göre, asıl mesele, akla ve insanın idrakine dayanmaktadır. Aslında, insan idrakinin dıştaki eşya ile münasebeti, bu eşyanın insan içindeki intibaına bağlıdır. Ancak felsefe hâlâ hâricî hâdiselerin içteki intibaı meselesini çözememiştir. Bu mesele bizim için de bir ölçüde muğlaktır. Ne var ki biz bunu vahdaniyet-i ilâhiyeye delil sayarız.
Feylesof, eskilerin ifadesi ile, hikmetsever insan demektir. Yani o, eşyanın hârici ile bâtını arasındaki münasebeti kavrayan, yer yer niçin ve nedenlere inen, niçin ve nedenlere dayalı illet-malûl, sebep-sonuç münasebetlerini kavramaya çalışan, eşya ve hâdiselere karşı böylesi bir vazife yapan, hatta bununla alâkalı kanunlar da vaz’ eden insandır. Evet, filozof da bunu yapmıştır. Bunlardan bazıları, fizikteki determinizma (sebep sonuç ilişkisi) ile içtimaideki determinizmayı aynı mütalâa etmiş, bunu ona tatbik etmeye çalışmıştır. Onlara göre kâinattaki cari kanunlar aynıdır. Cansızlar âleminde cereyan eden aynı şey, insanlar âleminde de cereyan etmektedir. Bu bir içtimaî felsefedir.
İktisadinin, fiziğin ve kimyanın da kendisine göre felsefeleri vardır. Nitekim feylesof da, bu meselelerin felsefesini bilen insan demektir. Ancak aklın, eşyanın dış yüzünü ve insan içinde intibaını kavrama gibi bir hikmet-i vücudu, varlık sebebi vardır. Allah (celle celâluhu) bunları lütfettiğine göre herhâlde bunların haklı ve isabetli bir kısım semereleri de olacaktır. Öyleyse bütünüyle bir düşünce dünyasına, hikmetseverler âlemine ve ordusuna, bâtıl üzerinde ittifak etmiştir denemez.
Aklı ve idrakiyle hakikate yaklaşan, hakikatin yüzünden perdeyi kaldıran pek çok büyük insan vardır; ilk devir Atina feylesoflarından Sokrates’i bunlar arasında saymak mümkündür. Şayet Sokrates ilâhî âlemden gelen meltemlerden habersiz, bulduğu ilâhî hakikatleri, aklı ve idrakiyle bulduysa, aklın ve idrakin hakkını vermiş demektir.
Aynı şekilde Brahman, ortaya koyduğu fikirleri aklıyla bulmuş ve Allah’a (celle celâluhu) yaklaşmışsa aklın ve idrakin hakkını vermiş demektir. Paskal, aklıyla riyaziye ve astronomiyle iştigal ederek Allah’a yaklaşmış ve feza-i ıtlakı seyrederken kendinden geçerek vecd içinde hıçkıra hıçkıra ağlamışsa o da donanımının hakkını yerine getirmiş sayılır. Bergson, aklıyla Allah’ı bulmaya çalışmış ve Marksizm’i sorgulamışsa, o da öyledir. Bergson, Marks’ın materyalizmini yıkmak üzere âdeta Destgâh-ı Kudret (Kudret Tezgâhı) tarafından veya içtimaiyatçı olma nokta-i nazarıyla Batılılar tarafından doğrudan doğruya alternatifini oluşturması suretiyle Marksizm’e karşı bir ekol olmuş ve aklıyla Allah’a çok yaklaşmıştır. Descartes mektebi ve onun takipçileri Leibniz gibi kimseler, akıllarıyla Allah’a yaklaşmış ve hatta bazıları mistik seviyede birer Hıristiyan olmuştur. Buradan anlaşılmaktadır ki, aklî yoldan dahi bir kısım hakikatlere ulaşılabilmektedir. Ancak gerçek hakikatin yüzünden perdeyi kaldırıp onu kendi kâmet-i kıymeti içinde sunacak yalnız nübüvetin ışığıdır.
Her mesele, kâinatı, eşya ve hâdiseleri tanzim eden Allah (celle celâluhu) tarafından vuzuha kavuşturulursa vuzuha kavuşur; orada bulanıklık ve zulmânilik kalmaz. Her şey aydın ve nuranî olur. Akılla insan ne kadar ileriye giderse gitsin haşir, neşir, Cennet ve cemalullah gibi meseleleri çözemeyecek ve nebinin ders kürsüsü önünde dize gelme mecburiyetini duyacaktır. Aksi takdirde yanlış izahlara düşmekten kurtulamayacaktır.
Meseleyi, Hazreti Gazzâlî’nin ve Bediüzzaman’ın bu mevzudaki mütalâalarına havale ederek şimdilik bu kadarlıkla iktifa etmek istiyorum.
- tarihinde hazırlandı.