Hakikatleri duyma ve mesuliyet
Soru: Hakikatleri duyan insanlar devamlı mesuliyet altına mı giriyorlar? Yoksa mesuliyetlerinin bir kısmı hafifliyor mu?
Evet, hakikatleri duyan insanlar daha ciddi bir mesuliyet altına giriyorlar, denebilir.
“Mesuliyet altına mı giriyorlar, yoksa bir kısım mesuliyetlerden kurtuluyorlar mı?” sorusu iki uçlu bir meseleyi ifade etmektedir. Cehalet, Allah’ın hoşlanmadığı bir durum; cahil de, Allah’ın, Kur’ân’ın ve İslâmiyet’in sevmediği bir tiptir. İnsanlığını müdrik hiç kimse cehalete razı olmaz. Hatta halk arasında domuzun bir hamdinden bahsedilir. Domuz, –halkın çok iyi ifade ettiği gibi– اَلْحَمْدُ لِلهِ الَّذِي جَعَلَنِي خِنْزِيرًا وَلَمْ يَجْعَلْنِي جَاهِلًا “Allah’a hamd ederim ki, beni domuz yarattı da cahil yaratmadı.” dermiş. Herkes nasıl anlarsa anlasın!
Din-i mübin-i İslâm’a göre cahil, Allah’ı Kendi azametine göre bilmeyen insan demektir. Onun için Ebû Cehil, devrine göre çok kültürlü olmasına rağmen kendisine cehaletin babası mânâsına Ebû Cehil denmiştir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ı bilme mevzuunda minarenin başında iken, Ebû Cehil kuyunun dibinde duran bahtsızdır. Efendimiz, “Ebu’l-irfan” ve “Ebu’l-ilim”, o ise “Ebu’l-cehâle”dir; yani cehlin babasıdır. İlim ve cehalet bu mânâda mutekabildir yani birbirinin zıttıdır.
Herkes bu dünyada mârifetini arttırma mükellefiyeti altındadır. Her şeyden önce, bizim kitap okuyarak, kâinatı tefekkür ederek ve ibadet ü taatta bulunarak kalbî hayatımızı inkişaf ettirme mükellefiyetinde olduğumuzu Kur’ân ifade ediyor. Mesela, Kur’ân bir yerde, “De ki: Dünyayı gezin dolaşın da Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını araştırın (Kudret-i Sâni’i müşâhede edin.)” (Ankebut sûresi, 29/20) buyurur. Başka bir yerde “İnsan yiyeceği şeye bir baksın…” (Abese sûresi, 80/24) der.
Evet, insan, gözünü yumup geçemez. Nebâtâttan, meyvelerden, ağaçlardan ve hayvanattan aldığı gıdaların, Allah’ın (celle celâluhu) gökten indirdiği yağmur sayesinde hâsıl olduğunu ve böylelikle her şeye farklı bir lütufta bulunulduğunu idrak eder. Yeşil bitkiler; Güneş ışınları, karbondioksit ve su ile etkileşime geçer. Fotosentez adı verilen bu işlemin sonunda ise bitkilerin, hayvanların ve insanların istifadesine olarak O (celle celâluhu), neler neler lütfeder! Bunu ifade sadedinde Kur’ân, “Gökte rızkınızın vesileleri vardır.” (Zâriyât sûresi, 51/22) buyurur. Gökten sadece yağmur değil, daha neler neler iniyor; iniyor da rüşeymler, başak ve meyveye yürüyor. Binlerce nesne kimisi ot, kimisi ağaç hâlinde semalara doğru ser çekiyor ve dal-budak salıyor. Allah, Kur’ân’da sık sık tafsilatıyla üzüm, hurma gibi çeşit çeşit nimetleri nasıl yarattığını anlatır. Bunları niçin yarattığını da şöyle ifade eder: “Bütün bunları hem sizin hem de hayvanlarınızın rızkı için yaptık.” (Abese sûresi, 80/32) Bütün bunlar, Allah’ı (celle celâluhu) hatırlatan diller ve âyetlerdir.
Kur’ân-ı Kerim, çok yerde irfanımızı arttırsın diye âyât-ı tekviniyeye (yaratılışlarıyla Allah’ı gösteren âyetlere) dikkatimizi çeker ki, kalbî ve ruhî inkişafımız için bunlar çok önemlidir. Bunu böyle bilmeyen kimse, hayatını heder etmiştir ve ahirete gittiği zaman da Cennet’in nimetlerinden bu dar irfan ölçüsünde yararlanacaktır. Hatta o, Cennet’te Zât-ı Bâri’i de bu dar irfan kalıpları içinde müşâhede edecektir. Bundan dolayı ister âfâkî ve enfüsî tefekkür ve tahlil, ister Kur’ân-ı Kerim’i okuma, isterse ibadet ü taatla ruhu inkişaf ettirme bizim için asla vazgeçilmezlerdendir. Zira bu sayede insan, hayvaniyetten çıkacak, cismaniyeti bırakacak, kalbin ve ruhun derece-i hayatına yükselerek Cennet’e ehil hâle gelecektir. Öyle ise bizler, Cenab-ı Hakk’ın Cennet’teki nimetlerinden, zevkleri gelişmiş ve her şeye vâkıf bir şekilde istifade etmeye ve Zât-ı Bâri’yi öyle müşâhede etmeye şimdiden hazırlanmalıyız ki ötede ah-vah etmeyelim. Yoksa insan burada, dağın başındaki görgüsüz, bilgisiz, hiçbir incelik ve nezaket bilemeyen birisi gibi yaşarsa, orada da o şekilde haşrolur. Belki Cennet’e girer, ama o zevk kaynaklarından istifadesi de bu dünyadaki seviyesine göre olur. Bu itibarla insanın gerçek insanlığı, mârifetiyle doğru orantılıdır.
Eskiden, Harbiye’den yetişen subayların yanında bir de “Alaylı” denilen ve ordudan yetişme subaylar olurdu. Bunlar nefer olarak orduya girer, sonra onbaşı, çavuş, başçavuş... şeklinde yükselip giderdi ve bu insanın, raiyet dairesi genişledikçe mesuliyeti de artardı. Binaenaleyh İmam Gazzâlî’nin mesuliyeti ile herhangi bir Müslümanın mesuliyeti bir değildir. Onunla bizim mesuliyetimiz tartılsa, terazinin ona ait kefesi yere inerken bizimki yıldızlara fırlayacaktır. İmam Gazzâlî, kendi irfan ve anlayış ufkuna göre Allah indinde muaheze edilecek ve mükâfat görecek, sıradan bir insan da irfanı kadar mükâfat ve cezaya maruz kalacaktır. Herkes kendi irfanına göre, Allah’ı (celle celâluhu) ne kadar tanıyorsa Allah’a o kadar hesap verecektir.
Ceza ve mükâfat, irfana göre olunca, bir mertebedeki insan, kalbinden geçen hatarâttan (hayaller, düşünceler) ötürü tokat yerken başka bir mertebedeki ise, seviyesine göre muamele görecektir. Birileri eser, savurur ama hiç muaheze edilmez. Bir başkasının ise, değil gözün harama ilişmesi, sadece kalbinden geçen “Acaba harama baksam ne olur?” düşüncesi bile hemen tokat yemesine sebep olur. Bir başkası gece yatarken duasını okumadığından, sabah ve akşam Muavvizeteyn’i terk ettiğinden, bir başkası da daha ciddi ihmallerinden dolayı hesaba çekilecektir.
Her şeyin en doğrusunu Allah (celle celâluhu) bilir.
- tarihinde hazırlandı.