Soru-cevaplar üzerine
Akşamları camide tertip ettiğimiz sorulu-cevaplı sohbetlerde niyetimiz, Müslümanların itikat ve amelle alâkalı sorularına bilebildiğimiz kadarıyla cevap vermektir. Fakat bazen sorular tam olarak maksadı ifade edemez, bazen de cevabını tam bulamaz. Bazı zaman olur ki, cevap verildi zannedilen hususlarda cevap hiç de tatminkâr değildir. Esasen bu kadar soruya, çok uzun araştırmalar sonucunda ayrıntılı cevaplar vermek icap eder. Ayrıca soruları tasnif etmek ve mükerrer soruları çıkarmak için önceden ciddi bir çalışma yapmak da gerekir ki, benim de o kadar vaktim olmadı.
Keşke bütün vazifemiz bu olsa; her zaman halkla beraber olsak ve bu vazifede bize düşen işi tam yapabilsek... Evet, biz, bize düşeni, onlar da kendilerine düşen vazifeyi yapsalar. Zaten insanın şu imtihan dünyasına gönderilmesindeki asıl hikmet ve sır da budur. Bu kâinatı kuran, bu düzende her gün ayrı ayrı şeyleri insanlara gösteren, farklı âlemleri bir şeride takıp halkın nazarına arz eden Allah, herkese bir vazife takdir etmiştir. Öyle ise herkes, kendi çapında, kendisine yüklenen vazifeyi yapmalı ve kendisinden istenilenleri yerine getirmelidir.
Ben şahsen, İmam Gazzâlî’den istenen şeyi asla veremem; aslında böyle bir vazife bana yüklenmiş de değildir. Çapım ve bilgi ufkum ölçüsünde benden istenecekler istenmelidir. Aynı şekilde cemaat olarak sizin de vazifeleriniz vardır. Bu itibarla, herkes kendi vazifesini yapmalı ve kendisine verilen rolü oynamaya çalışmalıdır. Neticede Allah da (celle celâluhu) yapmayı adaletinin muktezası saydığı işleri lütfedecek ve hakkımızda hüküm verirken de dünyada bize verilen vazifeleri yapıp yapmadığımızı değerlendirmeye alacaktır.
Tabir caizse âdeta bir dostluk kurmuşuz; her işte O’nu anıyor, her işi O’nun hesabına yapıyoruz gibi bir durumumuz var. Evet, yaptığımız işlerde iki kişinin üçüncüsü, üç kişinin dördüncüsü, dört kişinin de beşincisi O’dur (celle celâluhu). Yürürken, yerken-içerken ve yolculuk yaparken O’nu daima başımızda kontrol eden, görüp gözeten Müheymin ve Rakîb olarak görmeli, öyle düşünmeli ve davranışlarımızı ona göre tanzim etmeye çalışmalıyız. Bir gün mutlaka hepimiz O’nun huzuruna çıkacağız ve bütün sırlar ortaya dökülecektir. Aczimiz, zaafımız, beşerî garîzelerimiz, şehvete mağlubiyetimiz, hayvanî hisleri yaşayışımız ve bunlardan dolayı sürçüp yüz üstü düşmemiz, çamura batmamız... Evet, bunların hepsi bizim serâzât, sınır tanımayan fıtratlarımızın gereğiydi ve bütün bunları da yaptık ama, Sultan Ahmet’in de dediği gibi, “Sultana sultanlık, nitekim gedâya da gedâlık yaraşır.” demeliyiz.
Burada, madde âleminde varlık sebebim olan babamın ölüm döşeğinde iken Mevlâna’dan naklettiği bir vak’ayı size arz etmek istiyorum:
Gazneli Mahmut döneminde bir eşkıya çetesi türemiş. Bütün muhafızlar ve zamanın emniyet teşkilatı ne yaptıysa bunları bir türlü ele geçirememiş. Neticede pek çok işini bizzat kendisi yapan Gazneli Mahmut, kendisi devreye girmeye karar vermiş ve tebdil-i kıyafetle bir şekilde bu haydutların arasına girmiş. Sonra bir gün, büyük bir soygun için plân yapmak üzere bir araya gelir bu çete. Herkes kendi hünerlerini anlatır. Biri, düz kale duvarına bir anda çıkabileceğini; diğeri, koku alma duyusunun çok gelişmiş olduğunu, içerde ne varsa onun kokusunu alabileceğini söylerken bir başkası da her kapıyı açabileceğini söyler. Herkes kabiliyetlerini söyledikten sonra sıra Gazneli Mahmut’a gelir ve kendisinin ne hüneri olduğu sorulur. O da, “Benim hünerim sakaldadır; suçlu, celladın elinde bile olsa, bir kez oynadığım zaman sakalımla kurtarırım onu.” der.
Plân yapılır ve ertesi gün çok büyük bir soygun olur. Bunu müteakip Sultan Mahmut, isimlerinden oturdukları adreslere kadar hırsızlar hakkındaki bütün ayrıntıları muhafızlara verir ve hepsinin huzuruna getirilmesini ister. Bir müddet sonra bütün çete huzurunda hazırdır. Bir anda onu karşılarında görünce şaşırırlar ve başları önde, haklarında verilecek hükmü beklemeye dururlar. Gazneli Mahmut, “Dün gece hepiniz kendi hünerlerinizi gösterdiniz. Bunlar çok ustacaydı. Şimdi sıra bana geldi, ben de kendi maharetimi göstereceğim.” der ve merhametini sergilemek için sakalını oynatır. Böylece onlar kendi tavırlarını ortaya koyarken, Sultan da şanına yakışanı yapmış ve bütün suçluları affedip onlara ıslah olma yolunu açmıştır.[1]
Biz de bu dünyada üzerimize düşen rolü oynayacak ve ötede O da (celle celâluhu) adalet ve rahmaniyetiyle tecelli edecektir ki biz de onu bekliyoruz. Evet, rahmetiyle hakkımızda iyi takdirlerde bulunmasını, bizi hoşnut ve razı edecek hükümler vermesini umuyoruz.
Arz ettiğim gibi, niyetimiz sorulara cevap vermek ama ben bu işi ancak bu kadar yapabiliyorum. İnşâallah, daha maharetli biri gelir, bu meseleleri size daha detaylı anlatır. Ancak şu anda bana düşen budur. Bu konuda kendi rolümü oynayacağım; zaten elimden başkası da gelmez.
* * *
İnsan bir hayrı elde etmek için beklediği ve o hayrın yolunda olduğu müddetçe hayır işliyor, sevap kazanıyor gibi olur. Namaz, insana sevap kazandırdığı gibi, namaz için abdest alma, hatta bazen –bir hadis-i şerifin işaret ettiği gibi– çok meşakkat ve zorluklarla abdest alma da insana ayrıca sevap kazandırır.[2] Haddizatında bu abdest, sırf namaz kılmak için alınmıştır. Mescide gidip namaz kılmak ibadet olduğu gibi, dinimiz mescidin yolunda atılan adımları dahi ibadet saymıştır. Demek ki mukaddes işler istikametinde alınan solukları, verilen nefesleri, atılan adımları Allah (celle celâluhu) ibadet olarak kabul etmektedir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) pek çok meşgaleleri olurdu; cemaate namaz kıldırır, vaaz u nasihat eder, zevcelerinin hukukunu gözetir, çocuk terbiyesi üzerinde durur, heyetleri kabul eder, yerinde savaşa gider ve insanların arasını bulur... hâsılı, bir insanın altından rahatlıkla kalkamayacağı işlerin hepsini yapmaya çalışırdı.
Bir gün Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), belki de bir heyetle görüşmesinin uzaması üzerine yatsı namazını ciddi şekilde geciktirmişti ve insanlar da uyuklamaya başlamıştı. Nihayet Hazreti Ömer dayanamayıp, “Namaz, namaz! Kadınlar ve çocuklar uyuklamaya başladılar!” diye sesini yükseltmişti. Derken Efendimiz de yaptığı işi bitirip gelmişti. Muhtemelen Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bu davranışıyla uyumamaları için insanları ikaz ediyordu. Peygamberimiz gelince, onlara şöyle ferman etti: “Şu anda yeryüzünde sizin gibi bu namazı bekleyen hiçbir topluluk yoktur.”[3] Tabi o gün bütün Müslümanlar Medine-i Münevvere’de olduğu için hakikaten yeryüzünde namazı bekleyen başka cemaat olamazdı. Ayrıca Medine’nin etrafında öyle bir cemaat de yoktu. Çünkü herkes yatsı namazını kılmış, yatmıştı.
Biz de bu şekilde camide başlattığımız sorulara cevap verme işini, insanların işlerinin az olduğu yatsıdan sonra yapıyoruz. Bunun için geçirilen zamanı, din ve diyanetin etrafında koparılmak istenen fırtınalardan doğan bir kısım şüphe ve tereddütleri izale etme maksadıyla olduğu müddetçe, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadislerine dayanarak söyleyebiliriz ki, inşâallah, Cenab-ı Hak ibadet defterimize kaydeder.
İkinci olarak, bazen sorular içinde, ilmihâllerde rahatlıkla bulunabilecek soruların olmasıdır ki, bu soruların cevaplarına herhangi bir ilmihâli okuyarak ulaşmak mümkündür. Soruyu soranın kendisi de ilmihâlden bu soruların cevaplarına bakabilir. Vâkıa ben bu soruları da küçümsemem ve hepsine cevap vermeye çalışırım. Ne var ki, herkesin rahatlıkla yapabileceği bir işi burada ifade etmek, umumun vaktini almak olacaktır. Ama yine de kimsenin hatırı kırılmasın diye bütün sorulara cevap vermek isterim. Cevapları rahat bulunabilecek soruların sorulmamasını istememden de inşâallah kimse rencide olmaz.
Sorulan sorular üzerine arz etmek istediğim üçüncü husus ise, bazen soruların, soranın kendisiyle alâkalı olmasıdır.
Esasen sorulardan pek çoğu mevzu ve muhteva itibarıyla belki bir kitap, en azından bir makale yazmayı gerektirir. Ama biz burada sadece bir şüphe ve tereddüdü gidermeye matuf konuşuyoruz. Aslında, sadece sorulan sorulardan bir tanesine, gecenin tamamını hasredip üzerinde dursak bile hakkıyla cevap vermiş sayılmayız. Burada bir sorunun cevabı verildikten sonra hâlâ kafalarda tereddüt kalmışsa, daha sonraki zamanlarda, kalan tereddütler tekrar dile getirilerek sorulsa daha iyi olur.
Bunun için beklemeye de gerek yok; evet, cevabın ardından hemen anlaşılmayan yerler tekrar sorulabilir.
* * *
Aslında, kendini aşamamış bir insanın makam-ı fetvada bulunması ve kendisine tevcih edilen her soruya cevap vermesi çok tehlikeli bir husustur. Keşke insan kendini aşabilmiş olsa da sorulan her sorudan birkaç tanesine “Bilmiyorum” diyebilse ve sonra bilmiyorum diyebildiğinden ötürü memnun olarak tevazu gösterebilse; böyle bir sohbet Allah’ın (celle celâluhu) rızasına muvafık olur ve Resûl-i Ekrem’i de (aleyhissalâtü vesselâm) memnun eder.
Bizim gibiler de, sanki cemaatin sorduğu her soruya cevap verme mecburiyeti var gibi düşünüyor. Normalde bir nâdanlığın, cehaletin ve haddini bilmezliğin ifadesi olan bu durum gerçekten düşündürücüdür. Ama neylersin biz de yaralı bir toplum içinde neş’et etmiş bulunuyoruz. Ayrıca, soruya cevap verilmediğinde o soru cevapsızmış gibi anlaşılabilir ve bu yüzden çeşitli şüphelerin oluşmasına sebebiyet verilmiş olur.
Şimdiye kadar fukaha-i kiram, muhaddisîn-i izam efendilerimizden kendilerine sorulan soruların hepsine hemen cevap veren, bilebildiğimiz tek bir şahıs yoktur. Mesela, Abdullah İbn Ömer Hazretlerine gelip soru sorarlar. O da, “Senin sorduğunu bilmem.” cevabını verir. Soruyu soran şahıs giderken de Abdullah İbn Ömer Hazretleri, “İbn Ömer ne güzel insan! Kendisine bilmediği bir şey sorulunca ‘Bilmem!’ diyebildi.” deyiverir.[4] Yine bir seferinde bir soruya tumturaklı ve güzel bir cevap yazan Ömer İbn Abdülaziz (radıyallâhu anh), içine gelen ufak bir “biliyorum” esintisinden dolayı cevabî olarak yazdığı mektubu yırtıp ayaklarının altına atıverir.[5] “Hicret Şehri Medine’nin İmamı” diye anılan İmam Mâlik Hazretleri de kendisine sorulan kırk sorudan otuz altı tanesine “Bilmiyorum” diye cevap verir.[6] İşte bu, nefsini aşmasını bilen insanların tavrıdır.
Selefimiz hep böyle düşünmüş ve böyle yaşamıştır. Bu şekilde yaşamayan da onların halefi sayılmaz. Bunlara, Kur’ân ifadesiyle, half (bozulmuş nesil) demek daha uygundur. Âyette Rabbimiz, bu nesli şöyle anlatır: “Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil (half) geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar mutlaka azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.” (Meryem sûresi, 19/59) Cenab-ı Hak bizi böyle bir âkıbetten muhafaza buyursun!
Bizim dönemimizdeki mirasyedilerin elinde her şey maalesef berbat oldu. Tabi ki her şeyle beraber makam-ı fetva da heder olup gitti. Çünkü bizler iç dünyamızı ihmal ederek şehevât-ı nefsaniyemize uyduk.
İnşâallah ileride toplumun karşısına “her şeyi biliyorum” havasıyla çıkmayacak insanlar gelir ve bu fetret faslını kapatmış olurlar. Ben hasbî olarak bu işe kendini veren nesillerin geleceği hususunda çok ümitliyim. İnşâallah, dünyaya beş paralık kıymet vermeyecek, kendisine gülündüğü zaman sevinecek, kınandığı zaman mesrur olacak, kusurları söylendiğinde koynundaki akrep kendisine haber verilmiş gibi sevinecek seviyede kendini aşmış insanların çıkacağı konusunda ümidim tamdır. Hem de şairimizin dediği gibi;
“Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”
* * *
Camideki soru-cevap oturumlarında bana yöneltilen sorular, Müslümanlar arasında bahis mevzuu olan ve bir kısım zayıf kimseler için –Allah muhafaza buyursun!– tereddüt neticesi kaymaya sebebiyet verecek türdendi. Bunların cevaplarının olduğu kitapları okumak suretiyle bu müşkilleri çözmek mümkün olduğu gibi, değişik vesileleri kullanarak bir araya gelme ve soruları müşterek mütalâa ve müzakere ederek uygun cevabın bulunması da güzel bir yoldur. Ancak bunun tehlikeli tarafı, sorular üzerinde münakaşa yapmak suretiyle cerbeze ve diyalektiğe girilmesidir. Mesela, bir kişi bu meselelere itiraz eden birisini karşısına alıp ona cevap vermeye çalıştığında, şayet muhatap onu hafife alıyorsa, bu kişi tehlikeli bir yola girmiş demektir. Zira hiç gereksiz yere itirazında inat eden bir muarız üretilmiş olur.
Bizim inandığımız şeyleri, en makul yollarla insanlara intikal ettirmedeki gayemiz, sevdiğimiz Allah’ın (celle celâluhu) ve O’nun güzel emirlerinin herkes tarafından hüsnükabul görmesidir. Biz Müslümanlar, Allah’ı severiz ve herkesin de O’nu sevmesini isteriz. Öyle ise bunu kimseyi ürkütmeden, kaçırmadan, damarına dokundurmadan ve tenfîr ettirmeden yapmaya çalışmalıyız.
Bu konuda belki de bazen başımızı muhatabın ayağının altına koymak icap edecek, bazen yüzümüze tükürülecek ve haysiyet, namus ve izzetimizle oynanacaktır. Ama neticede Allah (celle celâluhu) sevdirilebilirse biz bunlara katlanmaya razı olmalıyız. Bizim için önemli olan; bazı kimseleri ilzam etmek ve seslerini kesmek değildir. Aksine bizim vazifemiz; deme-damara dokundurmadan, hissiyatı tahrik etmeden, sadece ve sadece O’nu anlatmak olmalıdır. Bu nokta bilinemediğinden, bazıları sanki karşı tarafı susturma mecburiyeti varmış gibi tahrik edici şekilde konuşabiliyor ve dolayısıyla da konuşmalarda “Senin iddiana göre…”, “Senin düşüncene göre…” gibi cümleler kullanabiliyor.
Günümüzde, bakışları sadece maddeye açık, mânâya kapalı insanlar bazı şeyleri kabul etmekte zorlanabilirler. Zira, şu âlem-i şehadette müşâhede ettiğimiz şeylerden başka bir de gaybî varlıklar vardır. Allah, bunları –Kendisine iman dâhil– imanın rükünleri olarak anlatmaktadır. Gaybın mutlakı vardır, mukayyedi vardır. Yani insanların hiçbir zaman bilemeyeceği gayb olduğu gibi, bazı şartlar yerine geldiği zaman bilebilecekleri gayb da vardır.
Bu cümleden olarak melâike-i kiram mukayyet gaybdır; bazılarınca bilinir, bazılarınca da bilinmez. Cinler ve şeytanlar da öyledir. Bu mesele ortaya atıldığında birisi, içinde bulunduğu havanın tesiriyle, “Ben cinleri kabul etmiyorum.” deyiverir. İşte o zaman bunu söyleyen kimsenin üzerine gitmemek lazımdır. Çünkü o, inkâr etmeye teşebbüs ve azmetmiştir. O anda onun karşısına gökten melek getirilip konuşturulsa halüsinasyon gördüğünü düşünecek ve yine de inanmayacaktır. Hak ve hakikat adına orada yapılacak şey, konuyu üstelememek olmalıdır. Çünkü onun, neticede inadından dolayı gidip kâfir olma ihtimali vardır. Dolayısıyla, gayba ait meseleleri herkesin seviyesine göre anlatmak çok önemlidir. Bu itibarla bu tür konularda muhatabın üzerine gidilmemeli, mümkün olduğu kadar ona, inanabileceği aklî, mantıkî kıstaslar içinde anlatılacakları anlatılmalı ve damarına dokundurulmamalıdır.
Bir defasında yanıma küfr-ü meşkûk (inançsızlığa götüren şüpheler) içinde insanlar gelmişti ve ben de ikna edeyim diye en mantıkî delillerle onları karşıladım. Gerçi, sonunda verecek cevap bulamamışlardı ama ayrılıp giderken inanmamaya azm (küfr-ü mutlak) içindeydiler. Evet, böylelerine biz ne delil getirirsek getirelim kalbe imanı koyacak olan Allah’tır; bizler sadece birer vesileyiz. Dolayısıyla reaksiyona sebebiyet vermekten kesinlikle kaçınmalıyız.
Dikkatlerden kaçan diğer bir mesele de, dinin, özellikle akideye müteallik meselelerinin münakaşa suretinde bahsinin doğru olmamasıdır. Evet, itikada ait konuları ele alırken münakaşa üslubundan uzak durmak çok önemlidir. Bu tür sohbetlerde muhataplarımız inatçı bir mülhit yani inkârcı ise, onun gideceği başka bir yer olmadığı için mümkün olduğu kadar onu ikna etmeye, şüphelerini gidermeye çalışmak lazımdır. Evet, dine ait herhangi bir meseleyi münakaşa mevzuu olarak ortaya atıp üzerinde tartışarak o meselede şöyle-böyle münakaşa yapmak caiz değildir. Bunu yapan bir insan, samimi dahi olsa, büyük bir günah işlemiş olur. Bu, tıpkı silah kullanmasını bilmeyen bir insanın silahla uğraşması gibidir. Bazen beklenmedik olumsuzluklara sebebiyet verilmiş olabilir.
* * *
Bizler maddenin esas alındığı bir asırda yaşıyoruz. Bugün maddecilik, insanın ailevî, içtimaî, ilmî hayatı dâhil her şeyin temelinde. Öyle ki maddî olmayan şeyler, neticesi ve eserleri görünse dahi hüsnükabul görmemekte.
Herkes maddeye bu ölçüde dalınca, Allah’a inananların dahi bugün bir bakıma esbapperest hâle geldiği gözardı edilmemelidir. Onların Allah’a inanmaları bile “Kâinatı Allah yarattı, zerreleri Allah hareket ettiriyor…” gibi net bilgiler ve formüller altında, başka diyebilecekleri bir şey olmadığından dolayıdır. Günümüz Müslüman’ı kendi kendine âdeta, “Ağzım böyle söylüyor ama sebeplerin tesiri de yok değil.” diyor. Evet, madde şimdilerde kalbleri ve ruhları bu kadar ifsat etmiş durumdadır. Duygular ve düşünceler bu hâle gelince bize de buna göre sorular teveccüh etmekte. Bizlere düşen, o soruları, soranların seviyelerine göre gidermeye çalışmak olmalıdır. Aksine cevaplar, ilk sebeplerinin tahlilinin yapıldığı laboratuar kıstas ve ölçülerine uymazsa hemen inkâr basılır. Vâkıa, en pozitif ilimlerin bile belli sınırları vardır. Bunlar ancak tecrübe sahasına getirebildikleri şeyler hakkında sağlam hükümler ortaya koyabilirler. Şurası muhakkak ki, pozitif ilimler kendi sahalarındaki bir mesele hakkında yüzde bir kat’î hüküm verebilse bile bunun dışında sırf bir tereddüt, zan ve faraziyeden ibaret kalır. Aslında hâlâ ilmin yüzde doksan dokuzuna zan hâkimdir. Meseleyi bu açıdan ele alacak olursak insaflı olmak ve dinî meseleleri hemen çar-çabuk tenkit edip inkâr etmemek lazımdır. Bu da onların yapması gereken şeydir.
Vâkıa, Müslüman da bir bakıma değişik meseleleri akıl açısından ele alır. Fakat Müslümanın meseleyi akıl açısından ele alması, vahyin ve ilhamın ışığı altında, aklın rehberliğiyledir. Ama bu, kat’iyen bir Descartes akılcılığı veya ilk Yunan filozoflarında olduğu gibi tamamen aklı hâkim kılma şeklinde değildir.
Evet biz, vahiy ve ilham buutlu aklı esas alırız. Müşâhedeye tâbi tuttuğumuz şeylerden aklî terkipler, tahliller yapar, bu sentez ve analizlerle bir kısım neticelere varırız. Binaenaleyh müşâhede ettiğimiz şu kitab-ı kebir-i kâinat pek çok kanun ve kıstaslarıyla, olup biten hâdiselerin arkasında bir olan Allah’ın mevcudiyetini göstermektedir. Bunun gibi Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan da muhtevasının delâletiyle bir peygamberi gösteriyor ve bir olan o Allah’a delâlet ediyor.
İşin esası, kendilerini iyi yetiştirmiş insanlar, iman ve Kur’ân’la alâkalı meseleleri onlara muhtaç kafa ve gönüllere yerinde, zamanında ve en uygun şekilde götürme mecburiyetindedir. Bu noktadaki taktik hatası, arada bir nefretin meydana gelmesine sebebiyte verebilecektir. Bunun için muhtaçlara, en mükemmel ilmî kanunlar ve laboratuarın kat’î olarak ortaya koyduğu sonuçlarla anlatılacakları anlatmalıyız.
Bundan başka; anlatan, evvela anlattığı meselelerde iz’an-ı kalbe sahip olmalıdır. İki kere ikinin dört etmesi meselesinde bile bazı itirazlar olabilir. Onun için mü’min bundan daha kat’î bir kanaate sahip olmalıdır. Aksi durumda ne kadar parlak bir anlatış tarzı olsa da bu, karşı tarafta bir reaksiyona sebebiyet verebilir.
Bu hususta önemli bir esas da, karşımızdaki insanı mutlaka ilzam edip sesini kesmeye şartlanmamaktır. Mü’minin vazifesi, hakkı anlatmaktır. Bu konuda bir insanın anlatmasına reaksiyon gösteriliyorsa, onun yerine bir başkası anlatmalıdır. Zira önemli olan, yeryüzünde Allah’ın istediği hususların anlatılması ve bunların sevdirilmesidir. Bu itibarla da bunu kim yaparsa yapsın o makbuldür. Kalbi kaskatı, kendi his âleminde henüz hazır olmayan ve ruhu bu mevzuya yabancı bir insanın bu meseleleri inatçı bir adama anlatmada ısrar etmesi, onu ürkütüp uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
Şimdiye kadar –nebiler dâhil– hiçbir zaman münakaşa ve diyalektikle meseleler halledilememiştir. Zannediyorum bu şekildeki yaklaşımla Müslüman olmuş bir tek insan bile gösterilemez. Yahudiler ve Hıristiyanlar, Resûl-i Ekrem’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) münakaşa ve münazaraya girdiklerinde, seslerini kesiyor ve ilzam edilmişlik içinde ayrılıp gidiyorlardı.
Binaenaleyh verilecek şeyler havanın çok müsait olduğu pozisyonlarda, uygun bir şekilde verilmelidir. Yerine göre onu muhatap almadan, hiç haberi yokmuş gibi hak ve hakikate tercüman olunmalıdır. İhtimal, bu suretle onun enaniyeti reaksiyon göstermez. Yoksa en ahmak insanlar bile –az enaniyetleri varsa– Eflatun’u hatta Hazreti Mesih’i (aleyhisselâm) getirip konuştursanız sadece tepki vereceklerdir ki, o zaman da yapılan şey hizmet değil; hizmet adına hakikate hıyanet olur.
Bu konuda önemli hususlardan bir diğeri de, tek celsede bir konudaki bütün şüpheleri giderme gayreti içinde olmaktır. Yoksa muhatap tereddütle kalkıp giderse ikinci sefer kendini savunabilmek için diyalektik ve demogojiye girer, kendince malzeme toplar, bu da onun tereddütlerini katlar. Şahsen ben böyle altından kalkamayacağım bir soruya muhatap olsam cevabını vereceğim âna kadar namazımda-niyazımda, yatarken-kalkarken... hâsılı her zaman o soru kafamın bir tarafında durur ve normalde birkaç yönünü anlatacaksam pek çok yönlü cevap bulmaya çalışır, muhataplarımın karşısına öyle çıkarım. Evet, bazen bir celsede tereddütlerini halledemediğiniz mütereddidin, kendi bâtıl davası uğrunda yanlış kanaatler edinmesine yol açmış olursunuz. İşte bunların hepsi “dine hizmet ediyorum” zannıyla yanlış taktikler yüzünden dine zarar vermektir. Şayet biz Mevlâ-i Müteâl’i sevdirmeye çalışıyorsak, –ki niyetimiz odur– o uğurda daha dikkatli olmalıyız.
[1] Mevlâna, Mesnevi 6/282-285.
[2] Bkz.: Müslim, tahâret 41; Tirmizî, tahâret 39.
[3] Buhârî, mevâkitü’s-salâh 22, 24, ezân 162; Müslim, mesâcid 218.
[4] Dârimî, mukaddime 21; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/647.
[5] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.57.
[6] İbn Kudâme, el-Muğnî, 10/94; İbn Kesîr, Tuhfetü’t-talib, s. 456.
- tarihinde hazırlandı.