Yakınlarımızı irşattaki tavrımız
Soru: Ailem Müslüman olmasına rağmen yine de amel bakımından zayıf. Nasıl bir metot takip etmeliyim ki, hiç olmazsa iki kız kardeşime bir şeyler verebileyim?
Bizim en mühim meselemiz, çevremizde her şeyin dağılıp çer-çöp hâline gelmiş olma manzarası karşısında müteessir olmayışımızdır. İnançlı bir sine için en büyük dert, etrafında bulunan insanların kayıp gitmeleri karşısında kayıtsız kalmaktır. Sorudan, soru sahibinin kayıtsız kalmadığı ve bir ızdırap içinde olduğu anlaşılmaktadır.
Kanaat-i âcizanemce bir insan ister yakın, ister uzak çevresinin rüşdü ve hidayeti mevzuunda biraz olsun dertlenirse, Cenab-ı Hak bir gün onun imdadına yetişip, ona ışık tutacaktır. Ayrıca bu meseleyi dert hâline getiren bir insanın kafası düşünecek, kalbi yorulacak, o insan devamlı bu mesele ile meşgul olacak, pek çok insanın görüşünü alacak ve neticede bir gün mutlaka bunun ilmini elde edecektir. Zira böyle bir insan, artık yolunu bulmuş demektir. Kovayı elde eden, er-geç bir ip de bulur ve Allah’ın lütfuyla kuyunun dibinden çıkaracağını çıkarır.
İnsan, yakın çevresine karşı herkesten evvel kendisi vazifelidir. Kur’ân-ı Kerim, وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ “(Ey Nebim!) Önce en yakın akrabalarını uyar.” (Şuarâ sûresi, 26/214) âyetiyle bu hakikati dile getirir. Onun için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), öncelikle yakın akrabaları üzerinde durmuş, bu vesileyle kendisine babalık yapan Ebû Talip ve amcası Ebû Leheb’e defalarca hak ve hakikati tebliğ etmişti.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ben Cennet’e, babam Cehennem’e giderse buna nasıl dayanırım! Mü’minler için bu mevzuda nasıl hassas olursam olayım, babamı belki daha çok düşünürüm. Onun Cehennem’e girmesi, azap çekmesi aklıma geldiği zaman dilgîr olurum.” duygu ve düşüncesiyle yıllarca kendisine babalık görevi yapan Ebû Talib’in üzerinde ısrarla durmuştu ve bu, O’nun için çok önemliydi. Bunu çok iyi anlayan Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Mekke fethinde babasının elinden tutup biata getirirken çok memnun ve mesrurdu. Babası Ebû Kuhâfe, kelime-i şehadeti getirirken gözü görmeyen 70-80 yaşlarında bir pîr-i fâniydi. Son anlarını yaşarken birilerinin vapuru kaçırmasına rağmen o, vapura binmişti. Ancak Hazreti Ebû Bekir, bir taraftan bu manzara karşısında sevinirken diğer taraftan da hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Allah Resûlü, sadık dostunu bu hâlde görünce, ona, “Niçin ağlıyorsun? Sevinmeli değil misin, baban Müslüman oldu!” demiş, Hazreti Ebû Bekir ise şöyle cevap vermişti: “Ya Resûlallah! Babamın yerinde Ebû Talib’in bulunmasını arzu ederdim. Babam bana ne kadar yakınsa, Sen de Ebû Talib’e o kadar yakındın ve Müslüman olmasını çok arzu ediyordun.”[1]
Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Talib’in iman etmesini çok arzu etmişti. Hatta ölüm döşeğinde iken, “Amcacığım, ne olur bir kere ‘Lâ ilâhe illallah’ de ki, ahirette sana şefaat edeyim.” şeklindeki ısrarına rağmen başında şeytan gibi duran Ebû Cehil ve Abdullah İbn Ebî Ümeyye gibi kimseler, “Zinhar, atalarının dininden dönme!” diyerek ona engel olmuşlardı. Ebû Talip hayata gözlerini yumarken, “Ben Abdülmuttalib’in yolunda ölüyorum.” demişti. Efendimiz ise çok mahzun ve mükedder bir şekilde yanından ayrılmıştı.[2] Bu, başkalarını çok sevse dahi insanın kendi yakınlarının Cennet veya Cehennem’e gitmesinin onun için ayrı bir mânâ taşıdığını ifade etmektedir.
Öyleyse bir mü’min, وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ ferman-ı sübhânisine binaen, irşada evvela yakınlarından başlamalıdır. Mesela babam –Allah makamını Cennet etsin!– bana dinimi diyanetimi öğretti, ilk Arapça hocalığımı yaptı, hafızlığımı yaptırdı ve inhiraf etmemem için çok dikkat etti. Ancak bazen aklıma “Acaba babam Cennetlik mi?” diye geliyor, aksini düşününce de ödüm kopuyor, yüreğim ağzıma geliyor. Çünkü bir insanın said mi, şaki mi olduğunu biz bilemeyiz. Nitekim Allah Resûlü bizzat kendisi, yanındaki bir insanı, vefat eden birisine Cennetlik dediği için “Ben peygamberken bilemiyorum. Sen nereden biliyorsun?” diyerek itap etmişti.[3]
Bir gün bir vesileyle bildiğim ve çok beğendiğim bir külliyat içindeki kitaplardan birini okuması için en yakınım olan babama verdim. Babam hazm-ı nefs etmiş büyük bir insan ve yüce bir ruhtu. Hiç tereddüt etmeden o kitabı aldı. Ben onu okuduğunu bir iki hafta sonra –hafızası kuvetliydi– bana ezbere okuduğu parçalardan anladım. Şayet Devr-i Risalet-penahide olsaydık, ben de genç yaşımda Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanısaydım ve babam geride kalsaydı, ilk yapacağım iş, bu hakikati babama anlatmak olacaktı. Bu, o işin önemli ve birinci yönü.
İkinci yönüne gelince, her insan aynı olmaz ve benim babamın göstermiş olduğu hassasiyeti de göstermeyebilir. Belki, evladından Hazreti İsa (aleyhisselâm) veya Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) nefeslerine denk nefesler gelecek olsa onlara dahi reaksiyon gösterebilir. Öyleyse evladın, onların reaksiyonlarını da hesaba katarak yakınlarının rüşd ve hidayeti istikametinde hassas olması lazımdır. Şayet enaniyeti hesabına reaksiyon gösterecekse böyle bir insan, bir mürşid ve muallime veya ilmen kendisine tesir edebilecek bir zatın huzuruna götürülmelidir. Ayrıca fırsatları değerlendirip o insana okuması için uygun kitaplar verilmelidir; ancak, onun üzerine üzerine gitmek de doğru değildir. Allah korusun, bir kere reaksiyon gösterip yanlış yola girerse, hakikati bir daha kabul etmeyebilir. Çoklarının bu mevzuda reaksiyonla karşılaşmalarının altında bu gerçek vardır. Bundan dolayı peder, pederliğini muhafaza ederken, çocuk, pederin üstüne çıkıp mürşid vaziyeti takınmamalıdır.
Burada bir örnekle meseleyi tavzih etmek istiyorum. Cenab-ı Hak, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) babasını, henüz O doğmadan vefat ettirmişti. Efendimiz’in babası muhterem bir insandı. Genç yaştaydı, hanif dini üzerine vefat edip gitmişti. Allahu a’lem, burada şöyle bir hikmet vardı: Efendimiz, rahmeten li’l-âlemîn olarak herkesten büyüktür. Mevcudat ve mahlûkat içinde O’ndan daha büyüğü yoktur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), ihraz buyurduğu mualla makam olan nübüvvet pâyesiyle herkesin üstündedir. Hâlbuki bir ölçüde babalığa da ayrı, mualla bir makam verilmiştir. Allah Resûlü irşat noktasında mürşid olarak babasından üstün bir hâl alsa, babası da babalık hakkıyla kendini ifade etse, bir sürtünme, bir çarpışma olacaktı. Misal olarak kendisini himaye eden Ebû Talib’i verebiliriz. Ebû Talib, Allah Resûlü’nün nübüvvetini kabul edememişti, babası da kabul etmeyebilirdi. Evet, babası haniflik hâlini muhafaza ederek ahirete gitti. Yani cahiliye devrinde yaşamasına rağmen putlara tapmamış bir insan olarak ahirete gidip kendini kurtardı. O, oğluna karşı kıyam eden bir insan olsaydı baş aşağı giderdi. Hikmet-i ilâhiyeye bakın ki Allah (celle celâluhu), Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) dilgir ve dağidâr edebilecek bir pozisyonda bırakmadı.
Hâsılı, hak ve hakikat, insanları reaksiyona sevk edecek üslupla takdim edilmemeli, onlara tesir edebilecek kimselerin eli, havası, edası, ilmi ve irfanıyla onların gönüllerini fethetmeye gidilmeli ve mümkünse emsali arkadaşlarıyla temasları temin edilmelidir. Aksi takdirde maksadın aksiyle karşılanmak kaçınılmaz olabilir.
[1] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/40; İbn Hacer, el-İsâbe 7/237-240.
[2] Buhârî, cenâiz 80; menâkıbü’l-ensar 40; tefsir (28) 1; Müslim, îmân 39; Nesâî, cenâiz 102; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/433.
[3] Buhârî, cenâiz 3, menâkıbü’l-ensâr 46; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/237, 6/436.
- tarihinde hazırlandı.