Haset

Bir mânâda çekememezlik ve kıskançlık da diyebileceğimiz "haset", herhangi bir insanın şeref, ikbal, başarı, hatta sağlık, afiyet, zenginlik, eda, endam, güzellik, bilgi, zekâ, mutluluk... gibi vasıflar ve mazhariyetler karşısında duyduğu hazımsızlık hissidir ki, buna kestirmeden, bir ferdin kendisinde olmasını istediği değişik vasıf veya mevhibelerin, başkasında bulunması karşısında duyduğu bir iç rahatsızlık da diyebiliriz. Rahatsızdır böyle biri kendine nispet edilmeyen faziletlerden, meziyetlerden, başarılardan; kederlenir hasım yerine koyduğu insanlara gelen nimetlerden; sevinir onların maruz kaldıkları musibetlerden.. ne "hüsn-ü aklî"ye saygı duyar ne de "hüsn-ü şer'î"ye; zira o, altında kalıp ezildiği ifritten egoizması ve dünyalara sığmayan kibriyle bütün fâikiyetlerin, farklılıkların kendine nispet edilmesi kuruntularıyla oturur-kalkar ve geçmiş devirlerdeki ilâhî mevhibeler hakkında bile nasıl olmuş da ona rağmen farklı bir zaman diliminde ortaya çıkmışlar diye düşünerek sürekli iç homurdanmalar yaşar.

Aslında böyle bir ruh haleti taşıyan kimsenin cinnetinde şüphe olmamakla beraber şimdiye kadar bir kısım psikanalizcilerle bazı psikologların dışında, açıktan açığa bu delilere "deli" diyen de çıkmamıştır. Evet, bir kısım psikanalizciler, haset duygusunu belli aşamalara ayırır ve şöyle bir sıralama ile ele alırlar: Değişik rekabet hisleriyle dışa vuran kıskançlık; hazımsızlığa hazımsızlıkla mukabele şeklinde ortaya çıkan çekememezlik ve gidip hezeyana dönüşen, sonra da bir tufan halini alan daha müthiş haset hissi... Bu sıralama, potansiyel kıskançlık duygusunun değişik terbiye yöntemleriyle kontrol altına alınmaması durumu itibarıyladır. İnsanları, his, şuur ve şuuraltı dünyalarıyla iyi okuyup iyi değerlendirebilen iç derinlikli rehberler ve insan sarrafı terbiyeciler vasıtasıyla, onun zararlı bir şekilde ortaya çıkmasına fırsat verilmeyebilir. Bu his önceden sezilerek, hoşgörü ve başkalarına ait meziyetlere tahammül ufkunu göstermek, kendi meziyet ve mevhibelerine yönlendirmek suretiyle tâdil edilebilir ve böylece kıskançlığın derecesi azaltılarak hasetçinin kendini harap etmesi kısmen de olsa önlenebilir. Üzerinde daha farklı bir üslupla durma mülâhazası mahfuz bu da bir görüş. Siz isterseniz, yine bir psikanalizci mülâhazasıyla buna, insanın bir kısım iç zaaflarının belli şahıslarda haset dürtülerine dönüşmesi de diyebilirsiniz..

İster öyle ister böyle, haset marazının -kem nazar dışında- kıskanılan kimseye hiçbir zararı yoktur, olamaz da. Şayet bir zarar söz konusu ise, o da hâsidin kendisine râcidir; zira kıskançlık, kıskanılandan daha çok kıskananın işini bitirir; evet böyle biri, her zaman rahatsızlık içindedir çekemediği kimselerde gördüğü güzelliklerden, değişik ilâhî lütuflardan; rahatsız olur, olur da oturur-kalkar hasım kabul ettiği şahsın mazhariyetleri karşısında kinle, nefretle homurdanır durur; Hakk'ın ona teveccühlerini içten içe sorgular.. duaya inanıyorsa, kıskandığı kimseye beddua eder; ihtimal onun için büyüye, kahriyeye başvurur ve kendi hayatını çekilmez bir azaba çevirir.

Bir insanda haset marazı mevcutsa, onun için bir sürü çekememezlik sebebi hazır demektir: Bazıları için aynı kulvarda koşma; bazılarınca karşı taraf kadar başarılı olamama veya beklediği ölçüde başarılarının karşılığını görememe; kimilerince de bencillik ve kibri zaviyesinden hep hasmına göre kendine biçtiği seviyenin gerisinde kalma... gibi hususlar birer hazımsızlık sebebidir. Böyle bir hâsid, Hakk'ın takdirine rıza göstereceğine, kaderî planların kendi heva ve hevesi istikametinde cereyan etmesini arzu edercesine sürekli hezeyan yaşar; açık-kapalı her zaman kaderi tenkit eder; ilâhî icraatı sorgulama küstahlığında bulunur.. kıskançlık hafakanları itibarıyla kendi yaşama atmosferini elektriklendirir ve kendi eliyle gider öldüren bir darlığın kulu-kölesi olur. Rahatsız eder çevresini ve onlar tarafından rahatsızlığa maruz kalır.. böyle bir darlık içinde geçirdiği her dakika, her saat patlamaya hazır bir bomba görüntüsü sergiler ve bu hâliyle en yakınlarını dahi bîzar eder.

Hastalık böyle sürüp gittiği takdirde zamanla mahdut kimselere karşı olan bu çekememezlik hissi büyür, genişler; sonra da düşünce ve hissiyat ufkunu tamamen kuşatarak onu bütün iyiliklere, güzelliklere sövüp sayan bir saldırgan hâline getirir. Öyle ki, artık böyle birinin bütün sözleri, beyanları döner-dolaşır, hep gelir hasım/hasımlar konumundaki şahıslara takılır. Bir mü'min için müzakere ve muhaverelerde "sohbet-i Canan" ne ise, kıskançlık pençesinde kıvranıp duran bahtsız için de bütün negatif mülâhazaların gelip kıskanılan (mahsûd) şahsa dayanması aynıdır. Bazen hasmını hafife alarak, bazen onun hakkında gıybetlere girerek, bazen de iftiralar ile karalayarak hep ona karşı düşmanlık duygularıyla oturur-kalkar.

Nefsin azad kabul etmez kölesi böyle bir zavallı, her gün beş defa camiye gitse veya ömrünü zâviye ve halvethanelerde geçirse ya da gidip Haremeyn-i Şerifeyn mücâvir ve misafirliğiyle serfiraz olsa da, içindeki bencillik hissini, kibir duygusunu, görünme zaafını, alkışlanma arzusunu söküp atacağa âna kadar, onun hakikî insan olmayı duyup zevketmesi çok zordur; zordur, zira o, ruh dünyasındaki bu olumsuz şeylerle Arapların "dâü'l-udâl" dedikleri iflâh etmez bir rahatsızlığın pençesindedir.. ve bu hâliyle bir şey dinleyip bir şey anlaması da mümkün değildir; mümkün değildir; çünkü, onun tahayyülleri kirli, tasavvurları basbayağı, fikirleri de sisli-dumanlıdır. Doğru göremez, doğru düşünemez, doğru değerlendiremez; iyiliklere kötülük der, -kendine ait değilse- güzellikleri çirkin görür ve kendisine nispet edilmeyen en önemli insanî değerlerin gerçekleştirilmesine karşı dahi savaş ilan eder. Dahası, gücünü, kendi değerlerini yükseltmeye sarf edeceğine, başkalarının başarılarını karalama, küçük gösterme ve tahrip etme istikametinde kullanır.. böyle davranır ve çok defa hasımlarını yakmak için tutuşturduğu ateşte içten içe cayır cayır yanar da bıkıp usanmaz çekememezlik adına tutuşturduğu fitne ocaklarını körüklemekten.

Karşı tarafı küçük düşüreyim diye çırpınır durur, ama küçük düşen de yine kendisi olur; böylece kendi hakkında zamanla bütün kazanma kuşaklarını birer kaybetme arenasına çevirir. Başkalarına zindan projeleri hazırlarken, koskoca dünyayı kendine zindan eder.. manevî hayatının nurlarını söndürür ve körkütük bir hazımsızlık heykeli haline gelir; gelir ve pîri sayılan İblis'i sevindirir.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kıskanma ve çekememe konusunda oldukça sert ifadeler kullanır ve ümmetinin bu ruhî rahatsızlıktan -bir mânâda "sedd-i zerâyi" mülâhazasıyla- uzak durmalarını salıklar. İşte o nûrefşan sözlerden meâlen birkaçı:

"Hasetle iman bir kalbde beraber bulunmaz."[1]

"Ateş odunu yakıp kül ettiği gibi haset de iyilikleri öyle yer bitirir."[2]

"Benim ümmetime de geçmiş milletlerin hastalıkları bulaşacaktır; o hastalıklar, şımarıklık, küstahlık, servet çokluğuyla övünme, birbirine sırt dönüp uzaklaşma ve çekememezlikti."[3]

"Hasede girmedikleri sürece insanlar hep hayırla oturur-kalkarlar."[4]

Bir başka yerde benzer ruhî rahatsızlıklar üzerinde durur, suizandan uzak durma vurgusunda bulunur ve hasedin tehlikesini hatırlatır.[5]

Konuyla alâkalı O'ndan şerefsudur olmuş daha bir hayli nurefşan beyan göstermek mümkündür; ama biz onlardan "cevâmiu'l-kelim"den sayılan bir pırlanta daha zikretmekle yetinmek istiyoruz:

"Zinhâr dedikodu ile ömür tüketmeyin; başkalarının kusurlarının takipçisi olmayın; birbirinize karşı çekememezlik ve kıskançlığa girmeyin ve sakın sakın kin gütmeyin."[6]

Bütün İslâm ahlâkçıları uzun uzadıya haset üzerinde durmuş, herhangi bir insan üzerindeki ilâhî nimetlerin zâil olmasını istemeyi kalbsizlik saymış ve bu iblisçe mülâhazayı ciddî ciddî sorgulamışlardır.

Evet, ötelerde ilk işlenen günahlardandır Hazreti Adem'e karşı bu kıskançlık oyunu.. Kabil'le yeryüzünde bir kere daha yenilenir ve sonra figüranları insanoğlu, şeytan bu çirkin oyunu teksir eder durur. Öyle görünüyor ki, Goethe'nin ifadesiyle kıyamete kadar da tekerrür edip duracak. İblis, Hazreti Adem'i çekememişti, Kabil de Habil'i. Firavun, Hazreti Musa'yı, bir kısım densiz diyanet mensupları Hazreti İsa'yı ve nice kendini bilmezler de insanlığın iftihar tablosu Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ı.. çekemedi, kendi ufuklarını kararttılar; bugün de çekemiyor ve hayatlarını azaba çeviriyorlar; iyiliklere, güzelliklere çirkin deyip daha bir çirkinleşiyorlar; hayırları baltalıyor, dünyayı şerler arenasına çeviriyorlar.

Diğer hastalıklar gibi haset rahatsızlığının da erken teşhisi çok önemlidir. Eğer rahatsızlık dışa vurmadan sezilir; kıskanılan kimse veya bir başkası tarafından kıskanç adam değişik rehabilitelerle kalbî ve ruhî hayata yönlendirilebilirse bu öldürücü duygu belli ölçüde de olsa baskı altına alınmış olur.

Haset, bir kötülük saplantısı, bir yıkma ve yok etme hissidir; aklî, mantıkî yollarla bunun kıskanç kimseye hiçbir şey kazandırmadığının anlatılması yararlı olur. Hemen tesir etmese de zamanla bir şey ifade edeceği, hiç olmazsa bu duygunun frenlenmesini sağlayacağı söylenebilir. Ayrıca, kıskanç kimsede başkalarına yararlı olma hissinin uyarılması, yaşama duygusu yerine yaşatma mefkûresinin geliştirilmesi faydalı olabilir. Ve tabiî her şeyden evvel, hayatı Allah rızasına bağlı götürme ve O'nu hoşnut etme cehdi içinde bulunma istikametindeki rehabilitasyonların onu bir nefis zebunu gibi yaşamaktan, bir beden ve cismaniyet hamalı olmaktan kurtarması -Allah'ın izniyle- her zaman ihtimal dâhilindedir.

Bu arada haset edilen kimselere de, mazhar oldukları nimetleri paylaşma ve herkesi faydalandırma; kıskanma ve çekememe konumunda bulunan kimseleri görme-gözetme ve gönüllerine girme; hazımsız olduklarına ihtimal verdikleri kimseler hakkındaki iyi düşünce ve mülâhazalarını onlara ulaştırma; ellerinden geldiğince Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "Sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme; Allah'ın ihsan ve lütuflarını herkesin görüp bileceği tarzda kullanarak iştihaları kabartmama..." gibi bir hayli iş düşmektedir. Bütün bunlarla çekememezlik marazının önü alınır mı-alınmaz mı, o, Allah'ın bileceği bir şeydir; ben, bu konuda yapılmasının yararlı olabileceğine inandığım bazı hususları açmaya çalıştım. Hakikati Allah bilir ve Müessir-i Hakikî de yalnız O'dur.

Ayrıca şu hususa işaret etmede de yarar var; hasedin böyle zararlı olanının yanında gıpta mânâsına gelen bir türünü de Sahib-i Şeriat mahzursuz görmüş ve şöyle buyurmuştur: "İki kimseye hasette (gıpta) zarar yoktur: Kendisine bahşedilen serveti Allah yolunda infak eden imkân sahibi ve Allah'ın lütfettiği ilmi yaşayıp başkalarına da öğreten kimse."[7] Ne var ki, Kur'ân'ın has talebelerinin, ismiyle aynı olduğu gibi, algılanmasıyla da mahzurlu, çekememezliğe hem-hudut olan böyle bir ruh hâletinden uzak durmaları daha uygundur. Bundan başka hakta, dinî hayatta ve Allah rızasını kazanmada yarışma duygusu diyebileceğimiz "tenâfüs" Kur'ân-ı Kerim'ce alkışlanmış ve takdir edilmiştir. Rıza ne hoş ufuk, onu "i'lâ-yı kelimetullah" ile yakalama ne kutsal bir vazife ve o hususta rekabetsiz yarışma ne mübeccel bir iştir..!

[1] Nesâî, Cihad, 8.
[2] Ebû Davud, Edeb, 44; İbn Mâce, Zühd, 22.
[3] Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat, 9/23; Hâkim, Müstedrek, 4/185.
[4] Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, 8/309.
[5] Buhârî, Edeb, 57; Müslim, Birr, 28-31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/312.
[6] Buhârî, Edeb, 57; Müslim, Birr, 28-31.
[7] Buhârî, İlim, 15; Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn, 268.

Sızıntı, Eylül 2005, Cilt 27, Sayı 320