İlim ve araştırma aşkı
İlim ve araştırma aşkı, ilâhî isimleri, o isimler arkasındaki Zât'ı yakından tanıma, tanıyıp yakınlığına ulaşma ve canlı-cansız karşılaşılan her nesnede O'ndan esintiler duyup hissetme adına zevkli, mukaddes bir iştiyak ve heyecanın unvanıdır. Böyle bir heyecan taşıyan kimse ne gecelerin karanlığına takılır ne de gündüzlerin gürültü ve velveleleriyle dağınıklığa düşer; geceyi ayrı bir temâşâ ufku görür, yürüyeceği noktaya yürür; gündüzü de ayrı bir fırsat faslı olarak değerlendirir ve hep aksiyon soluklar. O, hakikate ulaşma ve inayet görmenin zahmetli bir yolculuğa bağlı olduğunun farkındadır. Meşakkat ve sıkıntıların nebiler yolunun zâdı, zahiresi, sermayesi olduğunu çok iyi bilir. Yarınları ve yarınki nesilleri aydınlatmaya koşarken, mumlar gibi erimesinin gerektiğine yürekten inanmıştır. Ömür tüketir varlığı doğru okuyup doğru yorumlama yolunda.. ve bilgisini mârifete, mârifetini de yakîne ulaştırma azmiyle dur-durak bilmeden koşar varlık şiirinin değişik fasılları arasında.
O, her zaman yeni bir şeylere ulaşma peşindedir; ufku, hedefi ve imkânlarının fersah fersah önünde; hızı ve irtifaı en yüksek uçanlardan daha yüksek; sermayesi bir damla olduğu durumlarda dahi gözlerinde her zaman engin deryaların o mehâbetli görüntüleri; kanatlarını ümitle açar-kapar ve bu uzun yolculukta tek kuruş sermayeye sahip olmasa da, dünyanın hazinelerini ayaklarının altında hissediyor gibi yürür hedefine. Bu itibarla da, o şimdilerde ne durumda olursa olsun, taşıdığı bayrağın yarın yükselip göklerde dalgalanacağında şüphesi yoktur.
Dün muasırları sürüm sürümken o yine böyleydi; didik didik ediyordu eşyâ ve hâdiseleri durup dinlenme bilmeden: Çağdaşları her şeyi uzaktan uzağa seyrede dursun, o her gün yeni yeni tespitleriyle yürüyordu varlığın özüne ve özlerin de özüne doğru. Bir dönemde böyle çalımla yürürken niye birdenbire durduk bilemeyeceğim; ama bugün bizim o muhteşem mirasımızı onların sahiplendiği açıktır. Evet, bu kez biz duraklamaya geçtik onlar yürüdü; yürüdü ve kökü bize ait esasları değerlendirerek nice keşiflere imza attılar. Her şeyin özüne, esasına ulaşamasalar da, çağın ilim ve teknoloji harikalarının arkasında onların olduğu muhakkak...
Bizler, uzak geçmişimiz itibarıyla oldukça parlak, şimdilerde ise zavallılardan daha zavallı birer zamanzede olmamıza karşılık; onlar, o kapkaranlık mazilerinden intikam alıyormuşçasına, ellerinde ilim meşalesi fersah fersah önümüzdeler ve insanî değerlerde olmasa da ilim ve araştırmadaki fâikiyetleriyle bize karşı caka yapmaktalar. Bize ne olmuştu da böyle gerilerin gerisinde kalıvermiştik.! Oysaki çok sağlam bir geçmişimiz, güçlü ve her zaman geçerli dinamiklerimiz, ilmi ve araştırmayı ibadet sayan bir dinimiz vardı; bu açıdan da, ne ilimlere ne de varlık ve hâdiselere hiç de yabancı değildik; ama her nasılsa bir kere cehalete, bağnazlığa, tembelliğe yenik düşmüş; sonra da kahreden bir taklit ve şablonculuğa takılıp kalmıştık!..
Ne günlerdi; biz kendimizdik, bütün araştırmalarımız da bizceydi. İbadet sayıyorduk düşünmeyi, araştırmayı ve öğretmeyi; hür düşünceli ve hakka ulaşma azmiyle gerilmiş binlerce ilim âşıkı şehit vermiştik.. harıl harıldık her alanda.. Hakk'ın kâinat kitabındaki şifrelerini çözme yolunda yarışır gibi bir hâlimiz vardı. 'O maziler sanki bir yıkık rüya şimdi.' (Akif)
İlk Müslümanlar, yeryüzünde İslâmiyeti neşrederken, bir yandan bütün himmetleriyle gönülleri aydınlatmaya çalışıyor ve insanlara, o döneme hâkim değişik istibdatlardan sıyrılma yollarını gösteriyor, diğer yandan da ulaşabildikleri her topluma yeni bir ilim anlayışı, tefekkür tarzı ve araştırma usulü sunuyorlardı. İslâm'ın zuhûru üzerinden henüz bir asır geçmemişti ki, Akif'in ifadesiyle: 'Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi/Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi/Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi...' Evet, onun gür sesinin ulaştığı her yerde, firavunluklar tarumâr olup gitti ve her bucakta hak ve adaletin bayrağı dalgalanmaya başladı. Putperestliğin yerini tevhid düşüncesi ve Allah'a kulluk alırken, taklit ve ustureler de bir bir yerlerini ilim aşkına ve araştırma iştiyakına bırakıyorlardı.
O gün her ilim, ilim kabul ediliyor ve hepsi de bu aşk ve iştiyaktan nasibini alabiliyordu: Bir taraftan âlet ve belâgat ilimleri, tefsir, hadis, fıkıh, usul-i hadis, usul-i fıkıh ve usul-i din gibi ilimler yeni bir dinî sistemin, bir hayat felsefesinin ve bir ukba mülâhazasının dili, tercümanı olarak ortaya konurken -burası o konuyu açmanın yeri değil- diğer taraftan da matematik, geometri, kimya, tıp, astronomi, ziraat ve şehircilik... gibi pek çok fen o güne kadar çok iyi bilinmeyen farklı bir çerçevede yeniden vaz'ediliyordu. O dönem itibarıyla, bu ilim dallarının hemen hepsinde, araştırma sevdalısı bir hayli mütefekkir, filozof ve kâşif göstermek mümkündür: Muhammed b. Zekeriyya er-Râzî'den (d. 864) Kûfeli Cabir'e (d. 815), Fârâbî'den (d. 870) İbn Sina'ya (d. 980), Fezârî'den (d. 796) el-Bettânî'ye (d. 858), İbn Yunus'tan (d. 950) Zehrâvî'ye (d. 936), Gazzâlî'den (d. 1058) İbn Rüşd'e (d. 1126) kadar daha yüzlerce deha... bizim burada işaret ettiklerimiz, kimya, matematik, geometri, tıp, astronomi, mûsıkî, fıkıh, usul-i fıkıh, tasavvuf... gibi ilim dallarında sistemler geliştirmiş ilim adamı, düşünür, filozof ve kâşiflerden sadece birkaçı... Bunların insanlığa armağan ettikleri eserler çağları aşacak nitelikte ve Batı Rönesansına öncülük yapacak mahiyettedir. Bunun böyle olduğunu içimizdeki bir kısım haricîler kabul etmeseler de, münsif ilim dünyası artık bu konuda farklı düşünmektedir.
Şimdi isterseniz, Haydar Bammâd, Josef Bertrand ve Gustave Le Bon gibi mütefekkirlerin bazı tespitleriyle konuyu biraz daha açalım: Milâdî sekizinci ve dokuzuncu asırlar, değişik ilim ve fenlerin fevkalâde inkişaf ettiği aydınlık çağlardır. İlim tarihi bu asırlar itibarıyla Şark'ı oldukça parlak anlatır. Şöyle ki, dünyanın dört bir yanında koyu bir cehaletin hüküm-fermâ olduğu bu dönemde İslâm Dünyası altın çağını yaşamaktadır. İlim adamları ve araştırmacılar, devlet ricaliyle yan yana ve el üstündedirler. Abbasî Me'mun döneminde, devlet tarafından yerkürenin küreviyetini ispatlama karar altına alınır. Bu karar daha sonraları Benû Musa (Muhammed, Ahmed, Hasan) tarafından Sancar sahrasında gerçekleştirilmeye çalışılır. İlim tarihinde keyfiyeti çok iyi bilinen bu tecrübe, bir de Kûfe sahrasında denenir ve bu konuyla alâkalı günümüzdeki bilgilere yakın sonuçlar elde edilir.
Oysaki, o gün, Orta Doğu'da İskenderiye mektebinin devre dışı kalmasıyla pek çok ilmî alanda bir duraklama yaşandığı gibi, astronomiyle alâkalı bilgiler de astrolojik ustûrelere yenik düşmüştü. İlmî araştırmalar durmuş, insanlarda ilim aşkı tamamen sönmüş ve müsbet düşünce de gurbet yıllarını yaşıyordu. O dönemde dünyanın en güçlü ilim merkezi sayılan Konstantiniye'de ilim yuvaları ruhların cinsiyet tayiniyle meşgul oluyordu; Avrupa'nın durumu ise, tamamen yürekler acısıydı.
İşte böyle bir çağda Müslüman ilim âşıkları, eski ilmî mirastan ellerine geçen bütün bilgi kırıntılarını derin bir iştiyakla gözden geçiriyor, onlardaki hataları düzeltiyor ve gelecek nesilleri hayret ve hayranlığa sevk edecek yeni tespitler ortaya koyuyorlardı.
Çok erken denecek dönemde, tecrübî usulleri vaz' edenler Müslümanlar olduğu gibi, bugün hâlâ Avrupa ülkelerinde kullanılan bir kısım alet ve sistemlerin keşfi de yine Müslümanlara aittir; usturlap, ilim dünyasına Muhammed b. İbrahim el-Fezârî'nin armağanı; zîc ise, aynı isimdeki eseriyle Ebu Abdullah Muhammed el-Bettanî'nin hediyesi; ilim âleminde 'cebir' isminin her zaman Cabir'le beraber anılması rastlantı değil; ilim dünyasında, Benû Mûsa'dan Muhammed'in adı ikinci derecedeki denklemlerin çözülmesi usulüyle, Ömer b. İbrahim'in ismi de üçüncü derecedeki denklemlerin halli usulüyle anılmaktadır; ay ve güneş tutulmalarının devrî olduğunu söylemekle bu konuda en doğru astronomik tespitlerde bulunan meşhur Ali b. Yunus olmuştur ki, bu zât aynı zamanda kendi 'Zîc-i Hâkimî'si ve Nasîruddin et-Tûsî'nin 'Zîc-i İlhânî'siyle zamanı ölçen, yıldızların yerlerini belirleyen ve saatlerde ilk rakkas uygulamasını gerçekleştiren binli yılların en namlı astronomudur.
Şimdilerde, bu ilim ve araştırma âşıkı insanlar bizim dünyamızda çok fazla bilinmeseler de münsif Batılılarca hep takdirle anılmakta ve ilim öncüleri olarak yâd edilmektedirler. İlim adamları, Lablas'ın, İbn Yunus ve Bettanî'nin gözlemlerinden yararlandığını söylerler. Hem niye olmasın ki, Batı dünyası asırlarca İbn Yunus ve Bettanî'nin sistemlerini kullanmış, üniversitelerinde talebelerine İbn Rüşd'ün felsefesini, İbn Sina ve Râzî'nin tıbbını okutmuş, Zehravî'nin cerrahi aletlerini kullanmış ve cerrahi yöntemlerini uygulamışlardır. Göz anatomisiyle alâkalı eski köhne düşünceleri yıkarak onların yerine, günümüzdeki bilgilere çok yakın tespitlerde bulunan el-Hâzin'i ilim dünyasında bilmeyen yok gibidir...
Müslümanlardaki bu ilim ve araştırma aşkı, zikredilen hususlar ve benzerlerine de münhasır değildir; onlar, edebiyattan diğer sanat dallarına, ziraatten bahçeciliğe, sulama kanallarından meyve aşılamaya kadar o günün dünyasınca bilinmeyen pek çok konunun da öncüleri ve rehberleri olmuşlardır. Dünyanın, Yunan mitolojileriyle avunup durduğu bir dönemde Doğu, o zenginlerden zengin ve ince üslûbuyla Batıyı âdeta büyülemiştir. Batı sanatta gayenin yükselticiliğini, tecridin sihirli atmosferini Müslümanlarla tanıyabilmiştir. Bağ-bahçe tımarı, o ince peyzaj farklılığı bizim dünyamızın Batıya armağanlarıdır. Orta Doğu ve diğer sıcak ülkelerin çok değişik meyvelerini Avrupa milletlerine Endülüs Müslümanları tanıtmışlardır. Hayvanat bahçeleri, balık havuzları da yine bu cins kafaların insanlığa hediyesidir. O gün, Endülüs Müslümanları tabiata müdahale haklarını kullanarak öyle mükemmel bahçeler hazırlamışlardı ki, buralarda en vahşi hayvanlardan en nadir bulunan kuşlara kadar her türlü canlıyla karşılaşmak âdiyattandı. Bu geniş alanların olabildiğine mükemmel dizaynı ve zenginliği, şelâlelerin büyüleyici görüntü ve sesleri karşısında temâşâ edenler âdeta kendilerinden geçerlerdi.
İlk Müslümanlar ilim ufukları, hakikat tutkusu ve araştırma aşklarıyla varlık ve eşyayı didik didik etmiş, çağlar boyu birer kaynak olarak herkesin başvuracağı çok önemli tespitlerde bulunmuş, uğradıkları her yeri kendi engin zevklerine göre yeniden şekillendirmiş ve tıpkı cennetlerin koridorları hâline getirmişlerdi. Herkes onlara ve dünyalarına imreniyor, yüreklerinde kin ve nefret taşımayanlar gönüllü olarak onların vesâyetine koşuyordu. Zaten öylesine geniş bir husumet cephesi karşısında da sırf kaba kuvvetle onca zaman ayakta kalınamazdı.
Günümüze doğru gelirken yavaş yavaş o aşk u iştiyak söndü. O beyin fırtınaları tamamen dindi ve her şey tersine döndü.. ve bu millette öldüren bir yorgunluk yaşanmaya başladı. Geçmişin oldukça cahil ve her zaman gözümüzün içine bakan çoban toplumları ilmî seviyeleri, araştırma ciddiyetleri, maddî terakkî ve teknolojik üstünlükleriyle bizi vesâyetlerine çağırır oldular. Acaba onlar şu anda bulundukları bu noktaya nasıl gelmişlerdi? Bütün dünya ile oynayacak bu korkunç gücü hangi yollarla elde etmişlerdi?! Bence bütün bu meselenin kestirmeden tek bir cevabı var; o da: Dün bizim geçtiğimiz yollardan geçerek..!
Bu itibarla, bize ve bütün eğitimcilere sadece, insanımızda, bir kere daha kendi soyumuzla tanıdığımız hakikat ve ilim aşkını uyarmak, bir kere daha onları, araştırma azm ü iştiyakıyla şahlandırmak kalıyor. Ne var ki, bu koca coğrafyada böyle bir şeyi başarmak için de, zinde dimağlara, hakka adanmış gönüllere, garazsız, ivazsız ve hiçbir gâile karşısında sarsılmayacak kadar da yürekli babayiğitlere ihtiyaç olduğu bir gerçek; şahsî, ailevî, siyasî ve ekonomik herhangi bir menfaat mülâhazası olmayan ve her türlü beşerî ihtiraslardan uzak babayiğitlere...
Sızıntı, Haziran 2004, Cilt 26, Sayı 305
- tarihinde hazırlandı.