Cihad Sahasında Bediüzzaman
Her zaman şâyân-ı hayret bir cesaret-i medeniye ile islâmi ve milli değerlerimizin üzerine yürüyen, fikrî ve vicdanî yaralarımıza pervasızca neşter vurabilen ve ömrünü hep cehalet ve iftiraka karşı savaş endeksli yaşayan; savaş endeksli yaşarken de itidalli davranan sevmesini bilen, halkın içinde olmakla beraber Hakk katındaki konumunu koruyabilen az insan vardır. Dünden bugüne ruh safveti, düşünce istikameti ve bitmeyen aktivitesiyle, aldatmayan bir rehber olarak hizmet edebilmiş o azlardan biridir Kırkıncı Hoca. O'nun yetiştiği dönem itibariyle, biraz da çağın ilcââtı olarak çokları aklının mağduru, muhakemesinin mazlumu fiyaskodan fiyaskoya sürüklenirken, Hocamız, her zaman temkin, tedbir, teenni atkıları arasında düşünce ve aksiyon dantelasını örebilmiş, mutlu yarınları hep bir kuluçka sabrıyla intizar etmiş ve bir mercan ızdırabıyla beklemesini bilmiş bir bahtiyardır.
Bilhassa günümüzde, çoğu siyaset malûlü ve hemen hepsi yorgun, asabi.. yürüdüğü yolda sağ ve solundakileri dirseklemeye alışmış.. iş yapıyor görünmek için, yürümeyip de olduğu yerde tepinip durun bir kısım hareketzedelere karşı gürültüsüz engin bir aksiyon adamı, yılma bilmeyen bir irade insanı ve ulü'l-azmâne bir ceht kahramanı olarak hatırlanacaktır hep O ışık ordusu serkârı..
Kırkıncı Hoca, dopdolu yaşadığı o bereketli ömrünün hemen her faslında hep "ilim" demiş düşünce katmanlarını zorlamış; hep ittihat ve ittifak demiş tefrikayla savaşmış ve bu savaşları büyük ölçüde başarıyla noktalamış ender insanlardan biridir.. ve bence O'nun gibi, hamiyetperver bir ruhla karşılaşmak küçümsenmeyecek bir bahtiyarlıktır. Tabii; O'nun gösterdiği çemenzar-ı tefekkürün serhaddinde tereddüt ve tevakkufa düşmeden, sürekli üveykler gibi kanat çırpıp yükselmek bundan daha derin bir bahtiyarlıktır. Hocamız, her zaman zekasını irfan ve ismetle besleyerek, her şekl-i idarede, hüsn-ü idareye giden bir yol bulmuş, sa'y u gayretini kesintiye uğratmamış, devamlı yürümüş, her yerde muhabbet ve müsamaha soluklamıştır. Soluklamış ve efradı arasında sevgi rabıtaları olmayan milletlerin uzun ömürlü olamayacaklarını ve istikbal va'd edemeyeceklerini haykırmıştır.
Evet eğer, inkıraza uğramış milletlerin, enkaz katmanları arasında dolaşılabilse, göçüklerin hemen hepsinin arkasında sevgi, müsamaha ve iyi münasebet boşluklarının bulunduğu görülecektir. Yaşamak için sevmek ve beraberliğe saygılı olmak çok önemlidir.. ve yarınların bizim olmasını arzu ediyorsak, beraber düşünmesini, beraber yaşanmasını ve her zaman omuz omuza, diz dize olunmasını ihmal etmemeliyiz.
Halihazırdaki durumumuz itibariyle, bütün evlad-ı vatanın ve hususiyle de münevverlerin düşünceleri her türlü farklılığa açık mülahazalar üzerinde bir projektör gibi parlayıp durmaz ve mütehayyirlere sığınak olma ümidini fısıldamazsa, bu ülkede kalıcı bir ahenkten bahsedilmez. Evet, efrad-ı milletin, mutlaka mütekabil uzletlerden kurtarılarak sıhhatli bir cemiyet ve güçlü bir millet haline getirilmesi şarttır. Bugün için bunun en önemli esasları da her tarafta neşr-i maârif ve tesis-i muhabbettir.. her tarafta, her surette ve her şekilde neşr-i maârif ve tesis-i muhabbet.. mekteplerde, mabetlerde, kışlalarda, spor kulüplerinde ve hatta hapishanelerde hep maârif düşünülüp, maârif konuşulmalı ve muhavereler hep muhabbet etrafında dönüp durmalı...
Beyin ve gönülleriyle birbirine kenetlenememiş kimselerin uzun süre el ele yürümeleri mümkün değildir. Hissi beraberlikler zamanla, mantık ve muhakeme beraberliğine dönüştürülmez ve vicdanlara mâl edilmezse sonraki parçalanmalar daha tehlikeli olabilir. Bu itibarla da zannediyorum, günümüz insanının her şeyden daha ziyade muhabbet ve vicdan kültürüne ihtiyacı var. İşte Hocamız da, hem sohbetlerinde hem de büyük bir kısmı itibariyle kitaplarında hep bu önemli hususları gerçekleştirmeye çalışmıştır.
Türkiye'de, O'nun gibi bir kaç insan ve çevresindeki aydınlık hâle gibi de bir kaç milyon dinamik ruh bulunsaydı, şimdilerde bizler, dünyanın en güçlü, en kültürlü ve en derli-toplu milletlerinden biri olurduk. her şeye rağmen mevcutlar sayesinde yine de olma yolunda sayılabiliriz. Eğer O'nun üslubuyla konuşacak olursak; çok şiddetli düştük; bunu inkar etmek kabil değil.. ama doğrulup, kendimize gelme yolundayız; bu hususta da kaviyyen ümitvârız. Elverir ki, gözlerimizde tüten istirahat iştihası yerine, biraz da intibah şuaları parlasın.. ve İsrafil'den "sur" sesi almış gibi milletçe uygun adım "ba'süba'de'lmevt"e yürüyelim.. zira biz, düşmanların sarsmasından daha çok kendi çelmelerimiz ve iç sarsıntılarımızla yıkıldık; cehalete takıldık başımız döndü, iftiraka tosladık ters-yüz olduk. Bu itibarla da, kurtuluşumuzun reçetesini cehalet, iftirak ve fakr u zarurete karşı "savaş" şeklinde hulasa edebiliriz ki, Müellif-i Muhterem'in düşünce ekseni de işte bu. O, bu düşüncesini, çok daha esnek, daha şumullü "cihad" kelimesine yükleyerek sunmakta.
Çalışmak, çabalamak, uğraşmak, bütün gücünü ortaya koymak, en içten gayret içinde bulunmak manalarıyla çerçeveleyeceğimiz "cihad", İslam'ın, yükselmesi, korunması ve herkesin istifadesine sunulması için, insanın aklî, fikrî, ruhî, ilmî ve malî gücünü ortaya koyarak Hakk'a sığınma, Hakk'ın havl ve kuvvetine ulaşma cehdidir. Müellif-i Muhterem bunu, daha enfes bir düşünce prizmasından geçirerek daha esnek ve ruha daha yatkın bir yaklaşımla, "mü'minlerin kalplerinde parlayan hidayet güneşini söndürmek isteyen nefis ve şeytana karşı, ilim, amel, ihlas ve takva gibi esaslarla cihazlanmak; cahil ve gafillerin kalbî ruhî helaketlerine mani olmaya ve münafıkların da tahribatlarını tamir etmeye matuf tebliğ ve irşad ile gayret göstermek; "yerinde" İslam'ın nurunu söndürmek isteyen mütecaviz düşmanların tecavüzlerini def etmek için maddi kuvvet hazırlamak; gerektiğinde bu kuvveti istimal ile onları bertaraf etmek ve bu mevzuda" sonuna kadar "cehd u gayret göstermektir" şeklinde ifade ediyor ki, bir mücelledle şerh edilse değer.
Ayrıca cihad, ona gaye teşkil eden mevzuun büyüklüğü ve ehemmiyeti ölçüsünde de ayrı derinliğe ulaşır. Mesela, insanın kendini keşfetmesi, özüyle bütünleşmesi, ömrünü yaratılış gaye ekseninde sürdürmesi; aynı zamanda bu duygu ve düşüncesini başkalarının ruhlarına üfleyerek onların da hakiki mihraplarına yönelişlerini sağlaması gibi hususları bu cümleden sayabiliriz ki; Müellif-i Muhterem böyle bir yaklışımı "tevhid hakikatını bütün kalplere hakim kılmak, ilim ve huccet yoluyla aklı ikna, nefsi ilzam, kalbi tatmin ve ruhu tenvir ederek insanları hidayete" yönlendirmek sözyeriyle hülasa ediyor.
Bu itibarla cihadı, aşağıda arz edeceğimiz çerçeve içinde vermek mümkündür ki, bu aynı zamanda hem cumhurun cihaddan anladığı manaya, hem Müellif'in yaklaşım ve tarz-ı telakkisine hem de sofiye ve ehli hakikatın yorumlarıyla tam uyum içindedir:
Cihad, başlıca dört kısma ayrılır:
1) Cehalete karşı cihad,
2) Nefisle cihad,
3) Şeytanla cihad,
4) İç ve dış düşmanlara karşı cihad.
Bundan sonraki bölümlerde Muhterem Müellif, yer yer Bediüzzaman Hazretleri'nin konuyla alakalı mülahazalarının yorumları olarak ve zaman zaman da kendi hususi tespitleriyle, bu taksimde gördüğümüz cihadın ayrı ayrı fasıllarını izah ediyor:
1) Cehalete Karşı Cihad:
Tabii ki böyle bir cihad, her şeyden evvel, ilim, marifet, mümarese ve samimiyet ister. İlim olmadan cehaletle başa çıkmak, marifetsiz bir yere varabilmek, mümarese elde etmeden her hangi bir problemi çözmek, ihlas ve samimiyetle bütünleşmeden hizmeti devam ettirmek ve başarılı olmak mümkün değildir. Şanlı geçmişimizde de ancak bu dinamikleri değerlendirerek dünya müvazenesinde yerimizi alabilmiş ve hasımlarımızla başa çıkabilmişizdir. Evet, "İslamiyet kılıç ve kuvvet zoruyla değil, irşad ve tebliğle bugünlere gelip ulaşmıştır.. ve kıyamete kadar da yine böyle devam edecektir. Peygamber Efendimiz (sav) den sonra gelen bütün müceddidler, müçtehitler, mürşitler "hep" ilim ve irfanlarıyla, tebliğ ve irşadlarıyla, va'z u nasihatlarıyla, hem Müslümanların akıl ve kalplerini tenvir ederek onların manevi terakkilerine vesile olmuşlar, hem de bu sayede, dahili birlik ve beraberliklerini" koruyabilmişlerdir. "Bu mümtaz zevatın çok önemli bir diğer hizmetleri de, batıl felsefi cereyanlara karşı ilm u hikmetle mücadele etmeleri olmuştur... Evet, bugün artık zafer, icbarın değil, irşadındır. İkrahın değil, ikazındır. Süngünün değil hikmetindir.. evet bugün İslamiyet, kalem sayesinde şark, garp, Avrupa ve Amerika'da yayılmaktadır. Zaten, Bediüzzaman Hazretleri de, bu zamanda cihadın, en büyük silahının, ilim ve kalem olduğunu şu ifadeleriyle apaçık ortaya koymaktadır: "Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulum ve fünuna dönecektir. O bütün kuvvetini ilimden alacaktır; hüküm ve kuvvet ilmin eline geçecektir." Yani bir kere daha her şey kendi özüne dönecek ve herkes bu işin esasındaki ilahiliğin gücünü kullanarak çağıyla hesaplaşabilecek...
2) Nefisle Cihad:
İslam terminolojisine "cihad-ı ekber" sözcüğüyle giren nefisle cihad, ister bir iç donanım olması, ister Allah nezdindeki kıymet, enginlik ve müessiriyeti açısından, gerçek İslâmî aktivitenin kaynağı ve temel dinamiklerinin en önemlilerinden biri kabul edilmesi itibariyle üzerinde ne kadar durulsa değer ama, Hocamız, bu ehemmiyetli mevzuu, hem de ayet ve hadislerle irtibatlandırarak o kadar enfes ifade etmişler ki, daha fazla üzerinde durmayı gereksiz bir itnab sayıyor, "Kâriîn-i Kiram" a kitaptaki o bölümün mütalaasını tavsiye ediyor ve geçiyorum.
3) Şeytanla Cihad:
Geothe'nin Faust'unda da ifade edildiği gibi, insanoğlunun şeytanla savaşı, göklerde Hz. Adem'le başlamış, kıyamete kadar da devam edecek amansız ve korkunç bir mücadeledir. Yeryüzünde hemen her zaman kavgalar olmuştur; bundan sonra da olacaktır. Bu kavgalarda şehit olarak ölenlerin yanında dünya kadar insan da meçhul bir ölümle ölüp gitmiştir.
İhtimal, bu mücadelelerin hepsi bir gün sona erecek ve insanlar birbirleriyle anlaşacaklardır ama, şeytanla kavga sona ermeyecektir. Bu savaş devam ederken can ve kelle yerine din alacak, iman olacak veya her zamanda tetikte olan ruhlara teyakkuz vesilesi olacaktır. Müellif-i Muhterem'in, şeytanla mücadele mevzuunda da orijinal tespitleri var; okuyucuyu kitaptaki bu orijinaletilerle baş başa bırakıp bu hususu da noktalıyorum.
4) İç ve Dış Düşmanlara Karşı Cihad:
Düşmanlara karşı cihad, bir millet için varolma, sonrada da varlığını sürdürme mücadelesidir ve tamamen devlete ait bir sorumluluktur. Kur'ân ve Sünnet'e göre sulh esas olmakla beraber, mutlaka, korunması gerekli olan değerlerin muhafazası mevzuunda İslam, ister harici düşmanlara karşı ister bâğilere karşı savaşı meşru hatta vacip saymıştır. Bu mülahaza ile der ki, "Peygamberân-ı İzam Hazeratından bazıları, bilahere taraf-ı ilahiden, maddi cihadla da memur kılınmışlardır." ve tabii Peygamberimiz de. Ancak her şeye rağmen, büyük ölçüde O'nun mücadelesi Kur'an'ın elma. düsturlarıyla örgülenmiştir. Bugün "her nerede bir intiba, bir inkişaf, bir nur, bir huzur ve bir sürur varsa," o kılıçtan daha ziyade Kur'an'ın eseridir ve onlarla da Kur'an'ın zaferidir. Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de Peygamber Efendimiz (sav) e şöyle buyurur: "Rabbi'nin yoluna hikmetle, güzel nasihatla davet et.. ve onlarla mücadeleni mücadelenin en güzel şekliyle yap!" (Nahl/ 125) O da bütün ömrünü bu çizgide sürdürmüş; ilim ehliyle hep delil ve burhanla konuşmuş; sevad-ı azamı güzel söz ve nasihatla uyarmış; ehl-i dalalet ve ehl-i küfrün itirazlarını hilm u silm içinde mantık, muhakebe eksenli ve mutlaka en kamil bir mümin enginliğiyle cevaplamış, O'nu, bu insani misyondan alıkoymak isteyen, hatta O'na karşı baskı kullanan ve şiddete başvuran kaba kuvvet taraftarlarına karşı da caydırıcı güç kullanmayı ihmal etmemiştir.
Müellif-i Muhterem, Peygamber Efendimiz'in cihadıyla alakalı şöyle bir tespit ve taksimde bulunuyor:
1) Mekke devrinde cihad.
2) Medine devrinde cihad.
1) Mekke Devrinde Cihad:
Bu dönemde cihad, iman yörüngeli, Kur'an edâlı, ikna buudlu ve kullanılan Kur'ânî malzeme itibariyle de belagat ağırlıklıdır. Öndekilerin hemen hepsi bu çizgide gerçekleştirilen bir mücadele sayesinde iman ve Kur'ân'la tanışmış, eşyanın perde arkasına ulaşmış ve gerçek İslam hakikatıyla buluşmuştu. "Hz Ebu Bekir (ra), Hz Ömer (ra), Hz Osman (ra), Hz Ali (ra) gibi saff-ı evveli teşkil eden Mekke'nin en azimli en itibarlı şahsiyetleri" bu dönemin talihlerini ve Kur'an'ın ışıktan prensiplerinin saflardan saf tilmizleridir.
Evet, Mekke dönemi İnsanlığın İftihar Tablosu'nun gönüllere Kur'an mesajıyla girdiği, girip onları mehâliki göğüslemeye, dişlerini sıkıp sabretmeye çağırdığı bir dönemdir ve bu dönemde "Müslümanlara sabrı tavsiye eden yetmişden fazla ayet nazil olmuştur. Bu sayededir ki Müslümanlar, canlarını dişlerine takıp her şeye katlanmışlar; Allah da onları attırdıkça arttırmıştır. Ve daha önemlisi de, ayyuka çıkan bu zulümler Mekke'deki bazı kahraman ruhların rikkatine dokunması vesilesiyle Müslümanlığa yönelmeler de hız kazanmıştır."
2) Medine Devri:
İlk dönem itibariyle Medine'de de irşad ve tebliğ devam etmiş; bilhassa kabile kavgaları ve kan davalarına karşı tahşidat yapılarak vahdet-i ruhiye bağlanmaya çalışılmış ve mü'minler arasında, ferâgat, fedakârlık ve muhabbet hisleri geliştirilerek kardeşlikleri pekiştirilmiş; ehl-i kitapla iyi münasebet yolları araştırılarak sürekli İslam'ın evrenselliği vurgulanmış ve Medine adeta bir ütopya şehri haline getirilmişti.
Ne var ki, şirretliği başkalarına ait bu dönem, uzun sürmemişti.. sürmemişti müşrik ve münafığın kin ve nefreti Yahudi tahrikiyle bütünleşince, ışık belde düşmanca düşüncelerin hedefi haline gelmiş ve tecavüzleri tecavüzler takip etmeye başlamıştı. İşte bu kuvvet kabadayılarına karşı "Efendimiz (sav) de, Allah'ın emriyle eshabının eline kılıç vererek bu mütecâviz kuvveti kuvvetle savma yoluna girdi. Elbette ki O, kılıçla gelen bir kuvvete karşı yine kılıçla karşı koyacaktı. Zaten yıllardan beri sürüp giden bu cinayetlere, adalet-i İlahiyenin "daha fazla imhalde bulunması da düşünülemezdi."
Evet, o güne kadar peygamber ve Ashabına sabır ve tevekkül emreden Hakîm-i Zül'celâl, hicretin ikinci yılında maddi cihada da izin veriyordu: "Kendilerine savaş açılan mü'minlere, uğradıkları zulümden dolayı savaşma izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye kâdirdi."
...Ve daha sonra da bu çerçevede, pek çok sâikle yer yer düşmanla savaşıldı ve cihad sulhüne giden yollar emniyet altına alındı.
Kitapta önemli bir yer işgal eden konulardan biri de Bediüzzaman Hazretleri'nin mücahedâtı.. yarım asrı aşkın bu mücahede, Üstad'ın şu sözleri serlevle yapılarak veriliyor: "Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır.. Bu üç düşmana, karşı san'at, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz." Bu serlevhanın altında, tecdit, tecdidin İslam'daki yer ve önemi ve bu hayati misyonu yerine getirecek kimselerin hususiyetleri sıralanıyor. Tabii, daha çok da perspektifte Bediüzzaman Hazretleri göze çarpıyor.. ve tecdit biraz da O'nun hareketine endeksli olarak ifade ediliyor. "Peygamberlerin varisleri olan müceddidler, bütün himmetleriyle ümmeti irşada çalışmış ve siyasetten ictinab etmişlerdir. "Evet" onlar her zaman tefrika ve menfi hareketlerin karşısında olmuşlardır. Onların mesleği tahrip değil tamirdir. Onların vazifesi, beşerin bütün hüsran ve sefaletlerinin menşe'i sayılan "nefs-i emmare" yi terbiye ile ruhu terakkiye sevk etmektir... Göklerden ateşler yağsa, yerden cehennemler fışkırsa, yine bu "zümre-i mücahidîn" in kutsi vazifeleri tebliğ, irşad ve nasihata münhasır kalmıştır. Ve tabii bu yolda onlara düşen de sadece sabırdır, merhamettir, duadır, tevekküldür ve şükürdür." Bu belirleyici yaklaşımdan sonra, Bediüzzaman Hazretleri'nin seksen küsür senelik ömrünü hep bu çizgide geçirdiği, O'nun mücahedesinin derinliği, çağıyla hesaplaşması ve O'nun eserinin içinde yaşadığı asırdan tecrit edilerek ele alındığında tam anlaşılamayacağı vurgulanıyor ve şu mütalaalara yer veriliyor: "Bu aziz aksiyon adamını anlamak için, onun her yönü üzerinde durulması lazımdır. Aksine O'nun, yaşadığı devir nazar-ı itibare alınmadan yapılan her değerlendirme eksik olur." Daha sonra da, Nur Risalelerinde de, sık sık üzerinde durulduğu gibi, Üstad'ın hayatındaki farklı devirlere, O'na yakın birinin yaklaşımıyla yaklaşılıyor ve şu görüşlere yer veriliyor:
"Evet, O'nun hayatı, iki devrede mütalaa edilebilir: Eski Saîd, yeni Saîd devreleri. "Bir manada" bu iki devre de, müşterek bir fikir çerçevesi içinde tahlil edilebilir." Zira O, "zamanın ilcââtına göre ne yapılması gerekiyorsa, eski Saîd olarak da, yeni Saîd olarak da onu yapmıştır... Eski Sâid döneminde irşad, yukarıdan aşağıya, yeni Saîd döneminde ise aşağıdan yukarıyadır. Yani eski Saîd, cemiyetin ıslahını ictimaî ve siyasî sahalarda aramıştı, yeni Saîd ise, bu gayenin ancak, fertlerin irşad ve ıslah edilmesiyle tahakkuk edebileceği hükmüne varmıştı. Bu itabarla da, denebilir ki, bu iki şahsiyet arasında tezat değil de tenasüb ve âhenk mevcuttur... Ayrıca, eski Saîd dönemi eserler de, ilim ve akıl "önceliğinde sunuhât ve ilham, yeni Saîd dönemi "külliyatta ise sunuhât ve ilham önceliğinde ilim, mantık ve muhaakeme hakimdir. Bundan başka ilk dönem te'lifâtı, daha çok "ictimaî ve idârî hayatın düsturlarıyla" örgülenmiş bir nakış olmasına mukabil, ikinci döneme ait külliyata gelince "hikmetle işlenmiş imanî hakikatler" dantelası gibidir. Ve yine Hocamız'a göre ilk dönem ve son dönem eserleri arasında bir icmal ve tafsil, bir ıtlâk ve takyid farklılığı söz konusudur. Farklı bir yaklaşımla, bir dönemin nüveleri diğer dönemde filize yürümüş, bir faslın çekirdekleri diğer fasılda rüşeym ve başağa yükselmişlerdir. Ne var ki hepsi de kendi sahasında önemli birer hayır ve bereket kaynağı olmuşlardır.
Kitabın bundan sonraki bölümlerinde ise üzerinde durup derin derin düşüneceğimiz şu samimi ve yürekten soluklara rastlıyoruz: "Birçok idareci zevk ü sefâ içinde kendi menfaatlerini düşünürken, nice aydınlarımız gaflet uykusunda ve boş hülyâlar peşinde koşarken, çoğu yazar ve ediplerimiz körpe dimağlara rezalet ve sefahet düşüncesi aşılarken, siyasîlerimiz, basiretleri bağlanmış ve kalpleri mühürlenmişcesine bunca tahribat ve felaketi lâkaydâne temâşâ ederken Bediüzzaman Hazretleri, elinde kalemi mücahede meydanında, mükaddesâtı çiğnenen vatan evladının, buhranlar içinde "kıvranan nesillerin imdadına koşuyor ve imana susamış kitlelere ölümsüzlük iksiri sunuyordu. Evet O, toplumu saran "dalaletlerin, felaketlerin temel sebebinin imansızlık ve zaaf-ı diyanetten geldiği hususunda ısrar ediyor, küfür ve dalaletle, şüphe ve tereddütlerle yaralanan kalplerin tedavisine koşuyor ve ruhlarda âlî seciyeler, necip hisler uyarmak için, tenvir ve irşad hizmetlerini" daha çok iman ve marifet etrafında merkezleştiriyordu.
"Evet, Bediüzzaman, o yücelerden yüce davası uğrunda, hiç bıkmadan usanmadan, bitme-tükenme bilmeyen bir şevkle çalıştı ve talebelerini Kur'an'ın ziyası etrafında toplamaya, birleştirmeye muvaffak oldu" hem öyle bir muvaffak oldu ki "onların kalplerini hakiki imana uyararak, iç dünyalarını kin, intikam gibi menfi hislerden uzaklaştırıp, muhabbet, şefkat, uhuvvet gibi yüksek hasletlerle tezyin etti..."
Kitabın daha sonraki bölümleri şu konularla süslenmiş; Her müceddidin en mühim ve değişmez kaynağı Kitap ve Sünnettir. Bediüzzaman da, çağının problemlerini Kitap, Sünnet ve "selef-i salihîn" in safiyâne içtihatları açısından ele alarak, asrımıza göre bir hizmet usûlü, bir sistem ve irşad adına bir kısım disiplinler geliştirmiştir. O'nun açtığı çığırda, acz ü fakr, şevk ü şükür veya şefkat ve tefekkür önemli birer esas ve birer kaynaktır.
Müteakip sahifelerde, Bediüzzaman'ın mücadelesinin, Adem zamanından beri devam edegelen bir küfür-iman mücadelesi olduğu gerçeğine temas ediliyor ve O'nun sergüzeşt-i hayatının semeresi sayılan, eski-yeni eserlerinden divan-y harplerdeki celâdetnâmelerine, daha sonraki hareketli telifatından mahkemelerde, gerçek hukukun ruhunu aksettiren o enfes müdafaalarına kadar, hemen bütünüyle bir cihad-y manevi etrafında nakış nakış örüldüğü işleniyor.. işleniyor ve ardından da O'nun mahkemelerdeki müdafaatından iktibaslar yapılarak, hakperest bir din, vatan ve millet aşıkı bu yüce kametin hissiyatına tercüman olunca sadedinde: "Cenab-ı hakk'a hadsiz şükür olsun ki, binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerin istirahatine ve onlardan belaların def'ine feda etmek için bana öyle bir halet-i rûhiye ihsan edilmiş ki; ben onların yaptıkları ve yapma teşebbüsünde bulundukları bütün tahkirat ve ihanetlerine karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum çocukların, muhterem ihtiyarların, bîçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlerine, uhrevî saadetlerine, binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım..." gibi yürekleri hoplatan ve gönüllerde ürperti hasıl eden bir kesit veriliyor ve bu nefes kesen hassiyat bir kere de şöyle seslendiriliyor: "Eğer Risâle-i nur'u tenkit fikriyle tetkik eden adliye memurları, onunla imanlarını kuvvetlendirip kurtarsalar, sonra da beni idama mahkum etseler, şahit olun, ben onlara hakkını helal ediyorum. Çünkü biz hizmetkârız; dost-düşman tefrik etmeyerek ve hizmet-i imaniyede hiçbir tarafgirliğe girmeyerek" neşr-i hakla "mükellefiz."
Kitabın sonuna doğru Hazreti Bediüzzaman'ın, müspet hareketle alakalı düşünceleri üzerinde durulmuş; irşad ve tebliğ, hatta bütünüyle iman hizmetinin, Hakk rızası endeksli olması vurgulanmış ve hizmetteki neticenin Cenab-ı Hakk'ın Şe'n-i Rububiyetinin gereği olduğu hatırlatılarak Risale-i Nur Mesleği'nin gerçek gaye ve hedefi net olarak ortaya konmuş.. müspet hareket düşüncesi Bediüzzaman'ın eserlerinde sıkça görülen bir deyimdir ve Külliyat'da önemli bir yer işgal eder: "Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir" yani "rıza-i ilahiye göre sırf hizmet-i imaniyede bulunmak ve vazife-i alihiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz... Ben maddi-manevi her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım.. her işkenceye sabrettim. Bu sayede de hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı ve bu sayede Nur Mekteb-i İrfanının yüzbinlerce, belki milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmette onlar devam edecekler.. ve benim maddi-manevi her şeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır.. yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır... benimle beraber çok talebelerim, türlü türlü musibetlere, eza ve cefaya maruz kaldı ve ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onların da, haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı haklarını helal etmelerini isterim. Çünkü onlar, bilmeyerek ve kader-i ilahinin derin tecellilerine inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız ve yalnız hidayet temennisinden ibarettir." gibi, engin bir insani ufkun solukları diyebileceğimiz beyanlar, O'nun konuyla alakalı düşüncelerinden sadece birkaç damla.
Kitabın "hitam-ı misk" diyebileceğimiz faslında, ilk dönem itibariyle, Bediüzzaman'ın işlediği geliştirdiği, uhuvvet-i İslamiye kaneviçesinden bazı nakışlar sunuluyor.. ve günümüzün aktüel konularından alevi-sünni meselesi üzerinde duruluyor.. ve sadece durulmakla da kalmıyor uzlaşma yolları da gösteriliyor. Ve nihayet Üstad'ın sefahet-i aleme karşı tavrı ve mücadelesi hatırlatılarak mevzu noktalanıyor.
Müellif-i muhterem, diğer eserlerinde olduğu gibi Bediüzzaman eksenli bu bereketli eserinde de, kör taassup ve her çeşidiyle kaba kuvvet karşısında endişeye kapılmadan, alçak ve münafıkça entrikaları yere çarpılıyor, bir daha da kimsenin iltifat etmeyeceği şekilde hırpalıyor, sonra da avazı çıktığı kadar bağırıyor: "Kardeşler, dostlar! işte şimdiye kadar sizi perişan ve derbeder eden hastalıklar ve onlara karşı yapılan yanlış mualeceler" diyor ve nurefşan düşünceleriyle, irfan hayatımızı, mücahede ve mücadele felsefemizi bir kere daha hatırlatarak, bize bir kaç asırdan beri içinde çırpınıp durduğumuz çukurdan çıkma yollarını gösteriyor.
Dilerim bu bereketli kitap, kendi konusunda insanımıza, o derin çukurdan çıkma yolunda önemli adımlar attırır...
- tarihinde hazırlandı.