Dünyevî İmkânlar Karşısında Farklı Tavırlar
Bir kurum veya bir şirkette aynı imkânlara sahip kimseler arasında malıyla ve canıyla hizmet etmeye çalışanlar olduğu gibi; ev, arsa, mal mülk edinenler de çıkabiliyor. Bu tür şahsî yatırımlar, o istikamette birikim yapmayan/yapamayan kişilerin zihinlerini meşgul edebiliyor. Bu gibi mevzularda suizanlara ve uhuvvetin zedelenmesine sebebiyet vermemek için dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Öncelikle herkesin aynı tabiat ve karakterde olmadığının bir realite olarak kabul edilmesi gerekir. Evet, beşer tarihi boyunca, soruda ifade ettiğiniz farklılık ve çeşitlilik, insanların tabiat ve fıtratlarında görülen ve onların hayatlarında okunan bir vâkıadır. Peygamberlere en yakın olan insanlar arasında bile mal mülk, servet ve zenginlik noktasında farklı durumda olan insanlar vardır. Kimi, bir ömür boyu tamamen zahidane bir hayat yaşamış, dünya mâmeleki adına taş taş üstüne koymamış; kimi Allah’ın (celle celâluhu) verdiği imkânları, O’nun yolunda kullanmış ve onlarla Cennet’i peylemiş; bir kısım tâli’sizler ise kendisine lütfedilen mal mülk, servet u sâmânla şımarmış, küstahlaşmış ve kayıp gidenlerden olmuştur. Meselâ Seyyidina Hz. Musa’nın yanında Yuşa b. Nun gibi fütüvveti temsil eden genç bir kahraman olduğu gibi,
إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِنْ قَوْمِ مُوسٰى
“Kârun, Musa’nın kavminden idi.” (Kasas sûresi, 28/76) ifadesinden de anlaşıldığı üzere, Kârun gibi, Hz. Musa’ya yakın olma mazhariyetine erdiği hâlde, konumunun hakkını veremediğinden ötürü, yerin dibine batırılan insanlar da vardır.
Yakın Daireden Uzaklara Savrulan Kârun ve Samirîler
Hz. Musa ulü’l-azm peygamberlerden birisidir. O, Kelimullah unvanıyla şereflendirilmişti. Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’yı Firavuna gönderirken, Hz. Harun gibi, insanları büyüleyen güçlü bir hatibi, onunla beraber göndererek, onun hissiyatını adeta bir koro haline getirip öyle seslendirilmesine imkân vermişti. Ancak Hz. Musa gibi büyük bir peygamberin kavminden bile Kârunlar ve Samirîler çıkmıştı. Kim bilir onun kavminde bunlardan başka bizim bilmediğimiz kazanma kuşağında kayıplar yaşayan daha nice insan vardı. Zira o toplumun içinde öyleleri vardı ki, Hz. Musa’yla birlikte nehri geçtikten sonra, “Bize de bir tane ilah edin, ona tapalım.” diyebilmişlerdi. Yani nehrin yarılması ve Firavun ordusunun orada boğulması gibi akla kapı açıp insanı imanla buluşturan açık ve beyyin mucizelerin cereyanının hemen akabinde, puta tapan birileriyle karşılaşınca, kendileri için de tapacakları bir put talebinde bulunmuşlardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dönemine geldiğimizde de farklı fıtrat ve karakterlere şahit oluruz. Meselâ İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yanında Hz. Ebû Bekir gibi İslâm davasını zirvede bayraklaştırıp götüren; Hz. Ömer gibi, Hz. Ebû Bekir’den bir adım geride duran fakat denilebilir ki ondan geri olmayan belki yaptığı işlerle onunla at başı olan devasa kametler vardı. Nitekim Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), bir hadis-i şeriflerinde bu iki büyük sahabînin kadr u kıymetlerine işaret nevinden şöyle buyurmuşlardı: “Muhakkak ki benim yer ehlinden iki vezirim, gök ehlinden de iki vezirim vardır. Yer ehlinden iki vezirim Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ve Ömer (radıyallâhu anh), gök ehlindeki iki vezirim ise Cibril (aleyhisselâm) ve Mikâil’dir (aleyhisselâm).” (Tirmizi, Menâkıb 16) Ancak Cebrail ve Mikail ile at başı giden bu iki insanın yanında bir de bakıyorsunuz ki irtidat hâdiselerine karışan insanlar oluyor. Meselâ bir gün Yemame savaşında kardeşini kaybeden bir sahabi, Hz. Ömer’in yanına geldiğinde onun ağladığını görüyor. Sebebini sorunca da Hz. Ömer’in kardeşi Zeyd’in bu savaşta şehit olduğunu öğreniyor ve bunun üzerine Hz. Ömer’e şöyle diyor: “Ey emire’l-müminîn! Senin kardeşin Allah yolunda şehit oldu. Benim kardeşim ise Müseylime’nin ordusu içindeydi. Sen sus da ben ağlayayım.” Dolayısıyla o dönemde bile bu tür zikzaklar yaşandığına göre, öncelikle, bu durumun bir realite olarak kabul edilmesi gerekir. Evet, o gün olduğu gibi, bugün de, dine hizmet eden bir topluluk içinde yanlış davranan insanlar çıkabilir. Meselâ birisi millete hizmet yolunda koşuyor gibi görünür de gerçekte onun bir kısım iç hesapları vardır, ajandasında farklı emeller kayıtlıdır. O şahıs, böyle bir hareketin içinde bulunarak bir kısım dünyevî maksatlar peşinde koşuyor olabilir. Ancak zahire vurmuş olumsuz bir yanı yoksa biz onun iç dünyasını bilemeyeceğimizden hakkında menfi bir mülâhazada bulunamaz, suizanlarla onu mahkûm edemeyiz. Eğer elimizden geliyorsa, inhiraf ve zikzak içinde bulunan o kişiyi, hissiyatını da nazar-ı itibara alarak, içine düştüğü bataklıktan kurtarmaya çalışırız.
Meşru Daire İçindeki Dünyevî Kazançlar
Meselenin bir diğer yanı ise şudur: Bazıları hakikaten hizmette ölesiye koşturup duruyorlardır. Fakat aynı zamanda bunlar dünya işlerinden de iyi anlıyorlardır. Evet, bazı insanlar hizmetten dûr olmama ve Allah yolunda küheylanlar gibi ölesiye koşturup durmanın yanında dünya işlerini de iyi evirip çevirebilecek kabiliyet ve donanıma sahip olabilirler. Meselâ, Asr-ı Saadet döneminde, Cenâb-ı Hak dünyevî imkân ve nimetlerini sahabe efendilerimizden Abdurrahman b. Avf ve Hz. Osman (radıyallâhu anhuma) gibi büyük zatların başından aşağı sağanak sağanak yağdırmıştır. Bunun neticesinde onlar da geniş imkân sahibi, varlıklı insanlar haline gelmiştir.
Aynı durum, daha sonraki dönemlerde de yaşanmıştır/yaşanacaktır. Bu noktada unutulmaması gereken husus, dünyevî imkân ve zenginliklere sahip bu insanların Allah’ın huzuruna, kendi başlarıyla, iç mülâhaza ve niyetleriyle çıkacaklarıdır. Bu açıdan bu tür durumlar karşısında mü’mince mülâhaza şu olmalıdır: “Görüp bildiğimiz kadarıyla bu kardeşlerimiz bu yola koyulurken dünyevî herhangi bir mülâhaza ve beklentileri yoktu. Fakat akıllı, kabiliyetli insanlardı. Öyle anlaşılıyor ki, onlar sebeplere tevessül etti, Allah da (celle celâluhu) bu lütufları onlara ihsan buyurdu.”
Siyerde yazılanlara baktığımızda Seyyidina Hz. Osman’ın 300 deveyi yüküyle birlikte bağışladığını görüyoruz. Bu develerden her biri, Hz. Osman’ı, evc-i kemalat-ı insaniyeye çıkarmaya yeter. Ama aynı zamanda onun, Mescid-i Nebevi’de kumlar üzerinde yattığına, Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) bir hasır üzerinde istirahat buyurması gibi, hasır üzerinde uyuduğuna şahit oluyoruz. Evet, bir bütün olarak hayatına bakıldığında Hz. Osman Efendimiz’in, bütün o geniş imkân ve servetine rağmen, sade ve basit bir hayatı tercih ettiği, sahip olduğu o imkânları Allah yolunda kullanıp asla lüks ve israf içine girmediği açık bir şekilde görülmektedir.
Fakat beşer tabiatının muktezası olarak, hayatını hak ve hakikate hizmete vakfetmiş insanlar arasında bile, bazı dünyevî imkânlardan istifade etmek isteyenler çıkabilir. Bu tıpkı cüz’î bir zeyğin yaşandığı Uhud savaşı esnasında, “Madem diğer insanlar ganimet alıyor, biz de alalım!” demek gibidir. Ancak diğer yandan Amr ibn As gibi kendisine ganimet verilmek istendiğinde: “Ya Resûlallah! Ben ganimet için Müslüman olmadım!” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/197) diyecek insanlar da vardır. Aynı şekilde ismini bilemediğimiz bir sahabî efendimize, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat: “Ya Resûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben (boğazını göstererek) şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.” demiş ve neticede arzu ettiği gibi şehit olup ötelere yürümüştür. İşte bunun gibi nice kahramanlar vardır.
Asliyet planında İslâmiyet’i temsil eden, insibağıyla herkese bir boya çalan ve melekleri bile geride bırakan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun çevresindeki o hâle içinde bile, maddî açıdan farklı durumda olan insanlar bulunduğuna göre, günümüzde de bu tür hâdiseler yaşanabilir. Meselâ bazı insanlar çıkar, kendilerini bütünüyle hizmete vakfeder, bir ömür boyu hiçbir zaman taş taş üstüne koymayı düşünmezler. Bir ellerine gelen nimetleri öbür elleriyle infak eder, hayatlarını hep aynı zühd çizgisinde sürdürürler. Fakat bunun yanında bazıları da kendilerine terettüp eden vazifeyi yapmanın yanı başında meşru dairede kazanmadan da geri durmazlar. İşte burada önemli olan husus meşru daireyle iktifa etmek, yarım adım dahi olsa o dairenin dışına çıkmamak, spekülasyonlara girmemek ve aynı zamanda elde ettiği o imkânları hak yolunda kullanmak, başka insanların da ondan istifade etmesini sağlamaktır.
Asıl Tehlike Niyet Kirliliği
Burada farklı bir hususa da işaret etmek istiyorum: İnanan ve inandığı değerleri başka gönüllere de duyurmak isteyen mü’min insanların ülkesi, iktisadî açıdan da imrenilir bir seviyede olmalı, bir yönüyle herkesin yatırıma koşacağı bir ülke hâline gelmelidir. Çünkü bunlar Müslümanlığı anlatma adına önemli birer argüman olabilir. Eğer başkaları, ilim ve ekonomi sahasında sizi zayıf ve küçük görüyorlarsa, el âleme el açan, IMF’den veya Dünya Bankası’ndan medet uman insanlar nazarıyla size bakıyorlarsa, unutmayın ki, onlar sizin dininize de, dinî değerlerinize de aynı gözle bakacaklardır. Bu açıdan bence yüce bir dinin mensupları her sahada yüce ve âli olmalıdırlar. Mal kazanma meselesine bir de bu gözle bakılacak olursa, onun merdut bir husus olmadığı anlaşılır, zannediyorum.
Evet, mal edinmede tehlikeli olan husus, niyet kirliliği ve bir kısım iç hesaplar peşinde koşmaktır. Bir kimse, “Acaba ben bu cereyan içine girerek ondan ne koparabilirim?” düşüncesiyle hareket ediyor ve hizmette geri, ücrette ileri bir konumda bulunmak istiyorsa kendisinin bir nifak içinde olmasından endişe edilir. Oysaki bu konuda Hz. Pîr’in verdiği ölçü esas alınmalı, hizmette önde, ücrette ise arkada bulunmaya bakmalıdır. Evet, inanmış bir insan, canını-malını kaybetme pahasına da olsa hizmette önde koşmalı, ücret zamanı geldiğinde ise, geriye, gerilerin de gerisine, tâ en geriye çekilmeli, mücadele ve mücahedesinin bir karşılığı olarak herhangi bir beklentiye girmemelidir. Cenâb-ı Hak böyle bir duruşa öyle bir bereket ihsan eder ki, öbür tarafta onun geriye dönüşü rıza ve hoşnutluk şeklinde, belki Fahr-i Kâinat Efendimiz’le (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) maiyet suretinde veya Raşit Halifelerle beraber diz dize aynı sofrada oturma hâlinde tecelli eder. Bence böyle bir hüsnü akıbet için ne yapılsa değer!
Böyle güzel bir akıbet için, zannediyorum, niyetlerimizi ve iç âlemimizi sürekli gözden geçirmemiz ve kendimizle sürekli yüzleşmemiz icap ediyor. Evet, ezan okumadan kamet getirmeye, namaz kıldırmadan hak ve hakikati haykırmaya kadar, her meselede, “Acaba ben burada nefsime bir pay çıkardım mı, ganimetten kendime bir pay ayırdım mı?” sorgulamasını kat’iyen mülâhazadan dûr etmemeliyiz. Zira biz, hayırlı işlerde kendimizi ne kadar dışarıda tutarsak o kadar o işin içinde sayılırız. Fakat biz ne kadar o işin içine girmişsek, onun içini biz doldurmuş olacağımızdan, hakikat de o ölçüde dışarıda kalmış olacaktır.
Bu konuda istikameti yakalama ise, insanın kendini sürekli rehabilite etmesine, dinî mevzuları kesintisiz bir şekilde müzakerede bulunmasına, bir topluluk ve heyet içinde üzerine düşen vazife ve sorumluluğu omuzlamaya ve tevdi edilen o vazifeyi başından sonuna kadar itkan ruhuyla bihakkın eda etmeye bağlıdır. Rabbim hepimizi hayatını bu çizgide sürdürenlerden eylesin!
- tarihinde hazırlandı.